Articles by "Fatih Sultan Mehmed"
Fatih Sultan Mehmed etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Osmanlı tarihini pek iyi bilmeyenlerin sorduğu sorulardan bazıları "Sarayda nece konuşulurdu?" yahut "Osmanlının dili Türkçe midir?" gibi sorulardır. Bu sorulara en güzel yanıt olabilecek bir mektubu yayınlıyoruz.
Mektubu gönderen Fatih'in eşi II.Bayezid'in annesi Gülbahar Sultan'dır.* Mektubun üzerinde tarih bulunmamakla birlikte Bayezid'in tahta çıkışından sonra yazılmıştır. Bayezid tahta çıkmadan önce Amasya valisi idi. Gülbahar Sultan, Şehazde Bayezid'in yanına Amasya'ya gitmiş, mektup da Amasya'dan gönderilmiştir. Mektupta Gülbahar Sultan 40 gündür oğlunu göremediğini kendisini de İstanbul'a aldırmasını yahut doğuya sefere çıkarsa en azından "bir iki gezcik" yüzünü görmek istediğini yazmıştır.

Bad'el dua benim devletlum,

Ciğer köşem çok selâm ve dua edüp iki şah gözlerinden öperim kabul kılasız. Benim sultanım nevruz dahi mübarek olsun, Hemişe bunun gibi mübarek günler ve şerif saatlere yetişin devletle. Benim devletim göresim geldi; sizin göresiniz gelmediyse bizim geldi. Devletlû başımız içün gelin göreyim. Benim beyceğizim yakın sefer dahi ederseniz, sağlıklarla bari bir iki gezcik devletlû yüzünüzü görelim gitmeden. Kırk günden artucak oldu kim, görmedim.Benim sultanım küstahlığımızı ma'zur dutasız. Benim dahi sizden gayri kimimüz var, siz sağ olun. Baki devlet-i ebedi ve saadet-i sermedi.

Kemter Kemine Valideniz


*II. Bayezid'in annesi üzerinde çeşitli itilaflar mevcuddur. İlber Ortaylı "Son İmparatorluk Osmanlı" kitabında II.Bayezid'in annesini Sitti Hatun olarak yazmakta fakat M.Çağatay Uluçay "Padişahların Kadınları ve Kızları" ve Mehmet Süreyya Bey "Sicill-i Osmani"de Gülbahar Hatun'un Bayezid'in annesi olduğunu yazmaktadır. Bir iddiaya göre Sitti Hatun, Bayezid tahta çıkmadan önce ölmüş ve Gülbahar hatun Bayezid'in üvey annesi olmuştur. Sitti Hatun'un Bayezid tahta çıktıktan sonra Edirne'de bir camii yaptırması (1484) ve oraya gömülmesi, Bayezid'in gerçek annesinin Gülbahar Hatun olduğunu doğrular niteliktedir.

Resim: Sultan II. Bayezıd Arnavutluk dönüşü atı üzerinde ilerliyor.
Kaynaklar: M.Çağatay Uluçay, Haremden Mektuplar; syf;19, M.Çağatay Uluçay; Padişahın Kadınları ve Kızları; syf; 18,19,20, Mehmet Süreyya Bey, Sicill-i Osmani syf;15(a.s)




Fethin kronolojisi:
6 Nisan 1453: Fatih Sultan Mehmed otağı Konstantinopolis önlerinde, St. Romanüs Kapısı (Şimdiki Topkapı) önüne kuruldu. Aynı gün şehir, Haliç'ten Marmara'ya kadar kuşatıldı.

6-7 Nisan 1453: İlk top atışları başladı. Edirnekapı yakınındaki surların bir kısmı yıkıldı.


9 Nisan 1453: Baltaoğlu Süleyman Bey Haliç'e girmek için ilk saldırıyı yaptı.

9-10 Nisan 1453: Boğazdaki surların bir bölümü ele geçti. Baltaoğlu Süleyman Bey Prens adalarını ele geçirdi.

11 Nisan 1453: Büyük surlar dövülmeye başlandı. Surlarda tahribat önemli boyutlara ulaştı.

12 Nisan 1453: Donanma Haliç'i koruyan gemilere saldırdı fakat Hristiyan gemilerinin üstün gelmesi Osmanlı ordusunda moral bozukluğuna yolaçtı. Fatih Sultan Mehmed'in emri üzerine havan topları ile Haliç'deki gemiler dövülmeye başlandı ve bir kadırga batırıldı.

18 Nisan 1453, Gece : Padişah, ilk büyük saldırı emrini verdi. Dört saat süren saldırı püskürtüldü.

20 Nisan 1453: Yardıma gelen erzak ve silah yüklü, üçü Papalığın, biri Bizans'ın dört savaş gemisiyle Osmanlı donaması arasında Yenikapı açıklarında bir deniz savaşı meydana geldi. Padişah bizzat kıyıya gelerek Baltaoğlu Süleyman Paşa'ya gemileri her ne pahasına olursa olsun batırmasını emretti. Fakat düşman gemileri engellenemedi. Bu durumdan istifade etmek isteyen İmparator bir barış önerisinde bulundu.

22 Nisan 1453: Sabahın erken saatlerinde Hristiyanlar, Fatih Sultan Mehmed'in inanılmaz azminin Haliç sırtlarında, karadaki gemileri hayret ve korkuyla gördüler. Öküzlerle çekilen 70 kadar gemi yüzlerce gemi tarafından halatlarla dengeleniyor ve kızaklar üzerinde ilerliyordu. Öğleden sonra gemiler artık Haliç'e inmişlerdi. Türk donanmasının umulmadık biçimde Haliç'de görünmesi Bizans üzerinde büyük bir olumsuz tesir yaptı. Bu arada Bizans kuvvetlerinin bir kısmı Haliç surlarını savunmaya başladığı için, kara surlarının savunması zayıfladı.

28 Nisan 1453: Haliç'deki gemi yakma girişimi yoğun top ateşiyle engellendi. Ayvansaray ile Sütlüce arasına köprü kuruldu ve buradan Haliç surları da ateş altına alındı. Deniz boyu surlarında tamamı kuşatıldı. İmparator'a Ceneviz'liler aracılığıyla koşulsuz teslim önerisi iletildi. İmparator bu teklifi kabul etmedi .

7 Mayıs 1453: 30.000 kişilik bir kuvvetle Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara yapılan 3 saatlik saldırı sonuca ulaşamadı.

12 Mayıs 1453: Tekfursarayı ile Edirnekapı arasında surlara yapılan büyük saldırı püskürtüldü.

16 Mayıs 1453: Eğrikapı önüne kazılan lağımla Bizans'ın açtığı karşı lağım birleşti ve yeraltında şiddetli bir çarpışma oldu. Aynı gün Haliç'deki zincire yapılan saldırı da başarılı olamadı. Ertesi gün tekrar saldırıldı, yine sonuca ulaşılamadı.

18 Mayıs 1453: Hareketli ağaçtan bir kule ile Topkapı yönünden saldırıya geçildi. Şiddetli çarpışmalar akşama kadar sürdü. Bizanslılar gece kuleyi yaktılar, doldurulan hendekleri boşalttılar.

25 Mayıs 1453: Fatih Sultan Mehmed Han, İmparator'a İsfendiyar Beyoğlu İsmail Bey'i elçi göndererek son kez teslim olma teklifinde bulundu. Bu teklife göre imparator bütün malları ve hazinesiyle istediği yere gidebilecek, halktan isteyenler de mallarını alıp gidebilecekler, kalanlar mal ve mülklerini koruyabileceklerdi. Bu teklif de reddedildi.

26 Mayıs 1453: Kuşatmanın kaldırılması, aksi durumda Macaristan'da Bizans lehine harekete geçmek zorunda kalacağı, ayrıca Batı devletlerinin gönderdiği büyük bir donanmanın yaklaşmakta olduğu gibi söylentilerin artması üzerine Fatih Sultan Mehmed Savaş Meclisini topladı. Bu toplantıda, baştan beri kuşatmaya karşı olan Çandarlı Halil Paşa ve taraftarları kuşatmanın kaldırılmasını savundular. Padişah ile birlikte lalası Zağanos Paşa, Hocası Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlar buna şiddetle karşı çıktı. Saldırıya devam etme kararı alındı.

27 Mayıs 1453: Ertesi günü yapılacak genel saldırı orduya duyuruldu.

28 Mayıs 1453: Ordu, gününü ertesi gün yapılacak saldırılara hazırlanmak ve dinlenmekle geçirildi. Orduda, tam bir sessizlik hakimdi. Fatih safları dolaşarak askeri yüreklendirdi. İstanbul'da ise bir dini ayin düzenlendi, İstanbul Ayasofya'da herkesi savunmaya davet etti. Bu tören Bizansın son töreni oldu.

29 Mayıs 1453: Birlikler hücum için savaş düzenine girdiler. Fatih Sultan Mehmed sabaha karşı savaş emrini verdi. Konstantinopolis cephesinde askerler savaş düzenini alırken halk kiliselere doluştu. Osmanlı ordusu karadan ve denizden tekbirlerle ve davul sesleri ile son büyük saldırıya geçtiler. İlk saldırıyı hafif piyade kuvvetleri yaptı, ardından Anadolu askerleri saldırıya geçti. Surdaki gedikten içeriye giren 300 kadar Anadolu askeri şehit olunca, ardından Yeniçeriler saldırıya geçti. Yanlarına kadar gelen Fatih Sultan Mehmed'in yüreklendirmesiyle gögüs göğüse çarpışmalar başladı. Surlara ilk Türk Bayrağını diken Ulubatlı Hasan bu arada şehit oldu. Her yandan kente giren Türkler Bizans savunmasını tümüyle kırdı. Beyaz bir at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı’dan şehre giren Fatih Sultan Mehmed, doğruca Ayasofya’ya gitti. Mabedi temizletti, duvarlardaki tasvirleri kapattı ve ilk Cuma namazını orada bütün gazilerin sevinç ve heyecanları içinde kıldı. Daha sonra Ayasofya' nın kıyamete kadar cami kalmasını yazılı vasiyyet ve vakf eyledi.



Kardeş Katli Meselesi Ve Osmanlı Kanunnâmeleriyle Alâkalı Bazı İtirazlara Cevaplar-2-

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

B) Siyâseten Katl Sonucu Kardeşlerin Katli Meselesi

 Bu konunun girişinde açıkladığımız gibi, bağy suçunun unsurları tahakkuk etmediği takdirde, saltanat aleyhinde olanları, bâği olarak kabul edip idam ettirmek mümkün değildir. Yani had cezası olarak idam cezası tatbik edilmez. Ancak unsurları tam teşekkül etmese de, kamu düzenini (maslahat-ı âmme ve nizam-ı âlem) bozan bazı hareket ve fiiller, ulûl-emr tarafından tazir yoluyla ve idam cezasıyla cezalandırılamaz mı? Hanefi ve Hanbelî hukukçularının çoğunluğu, maslahat-ı âmme ve nizâm-ı âlem gerektirdiği takdirde, tazir yoluyla idam
cezasının verilebileceğini kabul etmişlerdir ki, buna siyâseten katl denmektedir. Meselâ, livata suçu, Hanefi hukukçulara göre, had cezasını gerektiren bir zina suçu değildir. Ancak bu, hiç suç değildir anlamına alınmamalıdır. Bu suçun cezası, ulûl-emr tarafından tesbit edilir. Böylesine bir çirkef işi âdet haline getiren insanın, genel ahlâk, âdâb ve kamu düzeni icabı ta'zir yoluyla idam edilebileceğini İslâm hukukçuları kabul etmişlerdir. Aynı şekilde fiilen isyan etmese bile isyana hazırlandığı her halinden belli olan bir insanın, âmme maslahatı ve âlemin nizamı düşünülerek, tazir yoluyla idam edilebileceğini, Hanefi hukukçuların çoğunluğu kabul etmektedir[16]. İşte Fâtih Sultan Mehmed'in ”ekseri ulema tecvîz etmişlerdir” diyerek ifade ettiği durum budur. Ancak bunun için de, fesadın tahakkuku hususunda kesin delillerin bulunması icabeder. Eğer bir fâsık, fıkıh kitaplarında aranan fesadın kuvvetle muhtemel olması yani nizam-ı âlem şartına uymadan, sırf keyfî ve menfaati için böyle bir yola baş vuruyorsa, bu, kanunun ve fıkıhçıların vaz'ettiği siyâseten katl prensibinin hatası değil, belki şer'i bir hükmün suiistimalidir ve işlenen bir günahdır. Osmanlı Hukukunda nizâm-ı âlem, fesada sa'y edenleri men' ve maslahat-i âmme tabirleriyle ifade edilen durum, bugün devletin birlik ve beraberliği olarak ifade olunmakta ve bunun aleyhinde harekette bulunanlar, idam cezası ile mahkûm edilmektedir (TCK., md. 125 vd.). Şimdi bu hüküm, Türk Ceza kanununda bulununca adalet oluyor da, Osmanlı Kanunnamelerinde bulununca, Padişahın keyfî adam öldürmesi mi oluyor? Böyle bir iddia çifte standartlılık olur. Ancak bugün aynı madde suiistimal edilerek bazen masumların canları yakıldığı gibi, Osmanlı tarihi boyunca da, fıkıh kitaplarında aranan şartlar gerçekleşmeden infaz edilen idam kararları maalesef olmuştur. Bu suiistimal, elbetteki kötüdür ve yapanlar da manen mes'uldürler. Fâtih'in Kanunnamesindeki hüküm ise, fıkıh kitaplarındaki ifadelere uygundur.

 Üzülerek ifade edeyim ki, konuyla alakalı fıkhî malumatı, Dede Efendi'nin Siyasetname'sinden naklettiğimizden, bazı safdillerin, bu görüşün Dede Efendi'ye ait olduğu ve onun da böyle bir fetvaya yetkili olmadığı, olsa bile onun fetvasının ne değer ifade edeceği şeklindeki yorumlarına şahit olduk ve üzüldük. Halbuki Dede Efendi, o meselede sadece fukahanın görüşlerini nakletmektedir. Bu sebeple konuyu biraz daha derinlemesine tahkik etmek ve uygulama örneklerinden bazılarını takdim etmek istiyoruz.

 Önce Hanefi fıkıhçılarının son zamandaki en meşhurlarından olan İbn-i Abidin'in izahlarını özetleyerek zikredelim.

 “Ta'zir Yoluyla Katl” başlığı altında bakınız ne güzel bir özetleme yapıyor:

 “Ta'zir, katl ile de olabilir. İbn-i Teymiyye'nin Es-Sârim'ül-Meslûl adlı eserinde gördüm ki, diyor: Hanefi hukukçularına göre, livata, âlet-i câriha dışında adam öldürme ve benzeri suçlar tekerrür ettiğinde, imâm yani ulul-emr suçluyu katledebilir. Âmme maslahatı gerektirdiği takdirde, ta’zir yoluyla idam cezası verme esasını, Hz. Peygamber ve ashabının tatbikatına hamleden Hanefî hukukçular, bu uygulamaya siyâseten katl demektedirler... Soyguncular, yol kesenler, dükkân soyanlar, cemiyetin nizamını bozarak fesad çıkaranlar, zâlimler ve fesad çıkaranlara yardımcı olanlar, kısaca idam edilmesinde âmme maslahatı bulunanlar için de aynı hükümler geçerlidir”[17]. Delilsiz ve mesnedsiz bazı iddiaların aksine, bütün bu cezalar, ancak mahkeme kararı ve yargılamadan sonra mümkün olduğunu da, hem bütün fıkıh kitapları ve hem de Osmanlı kanunnameleri kaydetmektedirler[18].

 İbn-i Abidin'in şu fetvası da bu meseleyi gayet açık bir şekilde vuzuha kavuşturmaktadır:

 “Soruldu: Fesad çıkaran, jurnalcilik yapan, yeryüzünde fesad için koşuşturan, insanlar arasında şer ve fitne uyandıran, bâtıl yollarla insanların mallarını zabtetmeye gayret eden insanların canlarına kıyan ve hülasa eliyle ve diliyle müslümanları her zaman rahatsız edip de bu huyundan da idam dışında hiç bir ceza ile vazgeçmeyen bir adamın hükmü nedir?

 Cevap: Böyle olduğu kesin ise ve yalan söylemeleri mümkün olmayacak kadar çok müslüman da bunu tasdik ediyorsa, katledilir ve şerrini Allah'ın kullarından def' ettiği için vesile olana sevap ve mükâfât verilir”[19].

 İşte bu ve benzeri fıkıh kitaplarındaki şer'î hükümleri nakleden ve kaynaklarını da teker teker gösteren Dede Efendi'nin Siyâsetnâme tercümesinden bazı parçalar şöyledir:

 “Nizâm-ı memleketin bozulmasına sebep olan, fitne ve fesada teşvik edenler, bu şenî’, fiilleri bizzat işlemedikleri vakitlerde dahi, katledilebileceklerine fetva verilmiştir.

 Ayrıca ulul-emre tanınan bu siyâset hakkının tatbiki için bil-fiil fesadın tahakkuku ve sebeb-i âdî olan şahsın fil-hakika şerîr ve müttehem olması da şart değildir. Zira vukuundan evvel def'-i fesâd, vukuundan sonra ref'inden daha kolay olduğu müsellemdir. Bir bid'atçının bid'atının yayılacağından korkan dindar Padişahın kulları ondan korumak ve nizam-ı âlem için, o mübtedi'i katl ve idam etmesi câizdir”[20].

 “Nizâm-ı âlem için şer ve fesadını def'etmek üzere, ehl-i fesadı darb, te'dîb, nefy, tağrîb, hapis ve hatta katl ve idam tarzında ta'zir yoluyla cezalandırmak meşru ise de, tek kişinin veya yalancıların jurnali ile bu yola girmek câiz değildir. Fesâda gayret ettiği ve sebep olduğu şer'an sâbit olmalıdır. Osmanlı Şeyhülislâmlarının fetvalarından anlaşılan da budur”[21].

 Dede Efendi’nin çok zayıf fetvâları da esas alarak, kardeş katlinin sınırlarını genişlettiğinni biz de farkındayız. Zaten bazı kardeş katli olaylarının şartları gerçekleşmeden yapıldığı biz de kabul ediyoruz. Ancak meselenin hukukî yönünü ortaya koymak için bunları da nakletmek durumundayız.

 Şimdi de aynı mes’eleyi fıkıh kitaplarındaki şartlara göre tanzim eden, Osmanlı şeyhülislâmlarına ait bazı fetvaları orijinalleri ile zikredelim:

 1. “Minh'ül-ısmetü vet-tevfik
 
 Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

 Zeyd'in âdet-i müstemirresi sâ'î bil-fesâd olduğu şer'an sâbit olub ve ibâdullaha mazarratı icabeder mevâdd-ı münkerâtın dahi kendüden sudûrı tevâtüren isbât olundukda,Zeyd-i müfsid-i merkûmun vech-i arzdan izâlesiyçün katli meşrû' mudur? Beyân buyurula.

 El-Cevâb: Meşrû'dur; emr-i veliyyül-emr munzam ise.

 Harrereh'ul-Fakîr Hacı Muhammed El-Müfti Bi Harpud-Ufiye Anhu.

 Kaynak teşkil eden ibarelerin tercümesi:

 “Kim bunu âdet haline getirirse, idam edilir. Zira o yeryüzünde fesad için sa'y etmektedir. Katl ile şerri def' edilir. Dürer ve Gurer”

 “Gayr-i meşru işlerin katl ve idam cezası ile def'ine, imam (sultan) ve hulefâsı daha evlâdır. Zira onlar siyâseti daha iyi bilirler. Vecîhüddin'in Meşârık'ul-Envâr şerhinden”[22].

 2. “Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

 Zeyd-i vâlinin mühîn-i devlet ve bî gayr-i hak nice kimesnelerin mallarını ahz edüb zulüm âdet-i müstemirresi olub sâ'i bil-fesad olsa, Zeyd'e ne lâzım olur? Beyân buyurula.

 El-Cevab: Vallahu A'lem. Emr-i veliyyül-emr ile katl olunur.

 Ketebehu'l-Fakir Abdurrahim-Ufiye Anh-”[23].
 
 3. “Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

 Huddâm-ı Saray-ı Hümâyûndan Zeyd, âlet-i câriha ile Amr'i amden derûn-ı Saray-ı Hümâyûnda bi gayr-ı hak cerh ve katl eylese, Sultân-ı enâm-nasarahullâh'ül-Melik'ül-Allâm-Hazretleri Amr'in âhar diyârdan veresesi gelüb hâzır olunca tevakkuf olunduğu takdirce, câiz ki, Zeyd halas olmağla min ba'd sâir huddâm-ı Saray-ı Hümâyun bu makûle fesada ictirâdan tehâşî etmemeleriyle nizâm-ı dâire-i Devlet-i Aliyye'ye halel tatarruk edüb bu takdirce sâir tabiatlarında fesâd merkûz olan yaramazlar ızhâr-ı fesâda tecâsür üzere olmalarıyla emn mürtefi' olub nizâm-ı âlem muhtel ve ibâdullah mutazarrır olur deyu Amr'ın veresesi zuhûruna tevakkuf buyurmayub sıyâneten lil-ibâd kâtil-i mezbûrı katl etmeği re'y buyurub vech-i meşrûh üzere siyâseten katl etmeleri meşrû' mudur? Beyân buyurula.

 El-Cevâb: Vallahu A'lem Meşrû'dur.

 Ketebehu Abdullah el-Fakir-Ufiye Anh-”[24].

 4. Şartları yerine gelmeyen bir olayın reddi için de şu fetvayı zikredebiliriz:

 “Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

 Bilâd-ı İslâmiyeden bir belde ahalisinden birkaç bile kimesnelerin nefy ve iclâlarıyçün taraf-ı saltanat-ı aliyyeden fermân-ı âli sâdır ve mübâşir ta'yin olunub mübâşir vardıkda ba'zı müfsid kimesneler bile ahalisinden kırk elli nefer kimesnelerin katline ferman gelmiş deyu halka işâ'at ve ismâ' etmeleriyle ahali bile havfe düşüb vâli-i vilâyet üzerine tecemmu' ve nefiylerine ferman olunan kimesneleri mübâşir elinden alub ferman-ı âlîye adem-i itaat gösterdiklerinden içlerinden bazıları nush ve pend etmekle yine menfîleri mübâşire teslim edüb ferman-ı âlî icra olunsa, mezbûrlar bu mertebe ile sâ'i bil-fesâd olub şer'an katilleri lâzım olur mu? Beyân buyurula.

 El-Cevab: Vallahu A'lem olmaz. Mezburlar bi gayr vech tecemmu' ve taraf-ı saltanattan memur olan mübâşir elinden adam alub vâlilerine ve ferman-ı âlîye itaat etmedükleri içün eşedd-i ta'zir ile ta'zir ve salâhları zâhir olunca habs ve içlerinde muzırr'un-nâs olanlar re'y-i veliyyül-emr ile tağrib ve nefy ve iclâ olunmağla iktifâ olunur. Sâ'î bil-fesadın zu'afaya zulm etmek adet-i müstemirresi olub ve mevâdd-ı zulmu ve sa'y bil-fesadı şer'an sâbit olmağa muhtâcdır.

 Ketebeh'ul-Fakir Abdullah-Ufiye Anh-”[25].

 5. “Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

 Bilâd-ı İslâmiyyeden serhad olan bir belde sükkânından (?) olub hilâf-ı emr-i Padişah ve muhill-i nizâm-ı âlem hareket ettiğinden gayrı ikâz-ı fitne ve fesâd-ı azîme müeddî emre sülûk edüb sâ'î bil-fesâd olan Zeyd-i şakînin şerrini ibâdullah üzerinden def' içün emr-i velliyy'ül-emr ile katl olunmak meşrû mudur? Beyân buyurula.

 El-Cevâb: Vallahu A'lem meşrû'dur.

 Ketebehu'l-Fakîr Es-Seyyid Asım El-Müftî Bi Babadağı-Ufiye Anh-”[26].


 Bunlara benzer arşivlerimizde yüzler fetva vardır. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, siyâseten katlin de belli şartları ve şer'î hükümleri mevcuttur. Bütün yazılanlara ve nakledilenlere rağmen, Osmanlı tatbikatının hep şer'î hükümlere uygun cereyan ettiğini söylemek safdillik olur. Ne acıdır ki, bir çok idam hadiselerinde bu esaslara ri'âyet edilmemiş ve jurnalcilerin tahriki ile nice zulümlere sebep olunmuştur. Ancak ister Padişahların kardeşlerini, isterse de sadrazamlarını katletmede, keyfe mâyeşâ hareket edemediklerini; Osmanlı Devleti’nde mahkemeden ilâm ve Şeyhülislâmdan fetvâ alınmadan idam cezasının uygulanmadığını, arşivlerden öğreniyoruz.

Bunu ifade etmek üzere Bediüzzaman’ın şu tesbitlerini anlamamak mümkün değildir:

“Hâkimiyetin en esaslı hâssası istiklâldir, infirâddır. Hatta hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi istiklâliyetini muhâfaza etmek için, gayrın müdâhelesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok Padişahlar, bu redd-I müdâhele haysiyetiyle ma’sum evlâtlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakiki hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve dâimî bir muktezâsı, istiklâldir, infirâddır, gayrın müdâhelesini reddir.”[27].

C) Devlet Siyaseti Açısından Mes’elenin Hulasası

Konuyu tarih ilmi ve devlet siyâseti açısından değerlendiren bir araştırmacının görüşlerini özetleyerek verip bitirelim: Osmanlı Devleti'ni tehdid eden en büyük tehlike, yabancılara sığınan şehzâde veya diğer hânedan mensuplarının, tahtın mirasçısı olduklarını iddia etmeleri ve başta Bizans ve İran olmak üzere, düşman ülkelerin de bu fırsattan yararlanmak arzusudur. Osmanlı sultanları ve bilhassa Hz. Peygamber'in senâsına mazhar olan Fâtih, ülkenin parçalanıp, bunun kimlere yarayacağının ve i'lây-ı kelimetullâh hizmetinin nasıl sekteye uğrayacağının çok iyi farkında idiler. İşte onlar, böyle bir duruma fırsat vermemek için, şeyhülislâmdan aldıkları fetvalarla, kardeşlerini bile feda etmişlerdir. Bazan şer'î esasın tatbikinde, araya giren jurnalcilerin te'siriyle hata etmiş olabilirler. Ancak kendilerini, İslâm dinini dünyanın her tarafına yaymayı gaye edinen, ilây-ı kelimetullâhın en büyük temsilcisi kabul etmişlerdir. Fâtih'in Anadolu birliğini sağlamak gayesiyle Uzun Hasan üzerine giderken, “vâlidem” diye hitâb ettiği bu Akkoyunlu hükümdarının anası Sâra Hatun'a verdiği cevap çok manidardır. Trabzon üzerine giderken yollarda her türlü zahmete göğüs geren ve bazan atından inip yaya yürümek zorunda kalan Fâtih'e Sâra Hatun'un “Oğul, ufacık Trabzon için tatlı canına bu kadar eziyet değer mi?” şeklindeki sözünü, İstanbul Fâtih'i: “Valide, Seyf-i İslâm bizim elimizde, cihâd sevâbına nâil olub, Allah'ın rızâsını tahsilden başka gayemiz yoktur.” şeklinde cevablandırmıştır. “Bu hânedânın maksad-ı a'lâsı, ilây-ı kelimetullâh'dır” ifâdesi de Fâtih'e aittir. Netice olarak, kardeş katli meselesini, keyfî iradeyi hâkim kılmak şeklinde değil, nizâm-ı âlemi devam ettirmek için şer'î hükümlerin tatbiki tarzında değerlendirmek icabeder[28]. Vatana ihânet suçunun her hukuk nizamında idamla cezalandırıldığını da unutmamak gerekir.

Netice olarak, “siyâseten katl”i, mahkeme kararı olmadan ve yargılama yapılmadan sırf saltanat ve dünyevi menfaat uğruna Padişahın adam öldürmesi olarak anlayanlar, bu manayı nerden çıkardıklarını isbat etmek zorundadırlar. Zira nizâm-ı âlem içün siyâseten katlin, uygulamada suiistimal yapılsa bile, vatanın ve devletin birliğini tehlikeye sokacak ve emniyet ve âsâyişi altüst edecek kimselerin fesada sa'y etmelerinden dolayı verilecek bir idam cezası olduğu; hem fıkıh kitaplarında ve hem de fetvalarda uygulanması için “şer'an sabit” olması yani İslâm muhâkeme usulü kâidelerine göre yargılanıp suçun sâbit görülmesi şartının tahakkuku aranmaktadır. Ayrıca “emr-i veliyy'ülemr ile katl”den kasıt, sadece mahkeme kararının yeterli görülmemesi ve bu tip cezaların infazında veliyy'ülemrin yani Sultanın tasdikinin de şart koşulmasıdır. Bu da önemli bir husustur. Kanunnâmelerde yer alan şu ifade, yargılama konusunda Avrupa'nın 20. asırda ulaştığı seviyeyi göstermektedir: “Mücrim olan kimesne teftiş olunmadan veyahud üzerine zâhir olan şenâyi' şer'le ve örfle yerine varmadan, sancakbeği ve subaşı ve adamları nesne alub salıvermek memnû'dur. Kendüler mahall-i töhmet ve adamları mücrim ve müstahakk-ı ikâb olur. Ve her mücrim-i müttehemin cerîmesi kâdî-i vilâyet katında veya müfettiş huzurunda sâbit ve zâhir olub ehl-i örfe teslim etmedin dutub siyâset eylemek hılâf-ı şer' ve örf te'addîdir”[29].

Fıkıh kitaplarında yapılan bu açık izahlara ve şer'î hükümlere rağmen, bir kısım muhterem insanların “1400 yıllık tarihimizde yazılan fıkıh kitaplarının hiç birinde böyle fetva verilmemiştir” diyebilmek, neyin verdiği cesarettir; doğrusu biz de tesbit edemedik. Eğer bundan, Padişahın keyfî adam asması kasdediliyorsa, böyle bir şeyden ne kanunnamelerde ve ne de fıkıh kitaplarında bahsedilmemiştir. Yapılan suîistimaller dahi, kitabına uydurularak yapılmıştır. Hem kasdedilen bu menfi mânâyı ve hem de suiistimalleri tasvip etmek mümkün değildir. Şunu unutmayalım ki, Osmanlı devleti ve onun kadıları ve şeyhülislamları, en az bizim kadar İslâm'a ve onun hukuk nizamının kaynakları olan fıkıh kitaplarına hürmet duyan insanlardır. Değerli araştırmacı Abdülkadir Özcan'ın yerinde tesbitleri gibi, şeyhülislam veya diğer kadıların fetvası, kadıların kararı ve Padişahın tasdikiyle icra edilen siyaseten katl cezalarının fetvasını veren,kararını yazan yahut en azından “nizâm-ı âlem içün öldürüldü” diyen Hoca Sa'deddin Efendiler, Bostan-Zâde Yahya Efendiler, bu sözlerini şeyhülislamlık veyahut kazaskerlik gibi fetva ve kaza makamının en yüksek makamlarında bulunmuş kimseler olarak söylemektedirler[30].

3. Tatbikât, Nazariyata Uygun Yürümüş müdür?

Bu soruya cevap verebilmek için bazı önemli tatbikat örneklerini incelemek icab etmektedir. Ancak tatbikatta suiistimallerin yapıldığını, gayr-i meşru çok idamların icra edildiğini ve gayr-i meşru fiillerin ehliyetsiz bir kısım fakih ve kadılar tarafından meşrûiyet kalıbına sokulduğunu, yine tarih bize göstermektedir. İsterseniz Bediüzzaman’ın tesbitlerini tekrar ettikten sonra bazılarına beraberce bir göz atalım:

“Hâkimiyetin en esaslı hâssası istiklâldir, infirâddır. Hatta hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi istiklâliyetini muhâfaza etmek için, gayrın müdâhelesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok Padişahlar, bu redd-I müdâhele haysiyetiyle ma’sum evlâtlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakiki hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve dâimî bir muktezâsı, istiklâldir, infirâddır, gayrın müdâhelesini reddir.”[31].

Şehzade isyanları ve şehzâdeler arasındaki saltanat mücadelelerinin Osmanlı tarihinde önemli bir yer işgal ettiğini bilmeyen yoktur. Her şeyden önce şunu tebellür ettirmekte yarar vardır. Bir şehzâdenin, sultanlığını ilân etmiş bir diğer şehzâdeye karşı gelmesi ve saltanat iddia etmesi, tamamen bir bağy suçu mahiyetindedir. Ve cezası idamdır. Ancak saltanat iddiasına kalkışmadan evvel idam edilmişse, ya siyâseten katl yani fesadın kuvvetle muhtemel olmasından dolayı nizam-ı âlem içün yahut zulmen idam edilmiştir. Şimdi bu gözlükle hâdiselere bakalım:

a) Osman Bey devrinde, amcası Dündar Bey, aralarındaki saltanat kavgasının menfî tesirler göstermesinden, Dündar Bey'in Osman Bey aleyhinde faaliyetlerde bulunmasından ve nihâyet İbn-i Kemal'in ifadesiyle Bilecik tekfurunun yakalanmasına fiilen engel olduğundan dolayı, bâği addedilerek idam edilmiştir. Burada had suçu söz konusudur. Zira devlete isyan mevzubahistir [32].

b) Orhan Bey zamanında üç idam hâdisesi yaşanmıştır. Bunların her üçü de had cezası olarak yani bağy devlete isyan suçunun cezası olarak tatbik edilmişlerdir. Zira Orhan Bey'in kardeşleri Halil ve İbrahim'in Padişaha isyan ettikleri ve saltanat mücadelesine giriştikleri bir vâkı'adır. İsyan sonucunda katledilmişlerdir ve siyâseten katl ile hiç bir münasebeti yoktur. Orhan Bey, ayrıca kendi oğlu Savcı Beyi de, bizzat kendisine isyan ettiği ve ordu toplayarak babası ile savaşmaya bile cesaret ettiği için idam ettirmiştir. Hatta Bizans veliahdı Andronikos ile dahi babası aleyhine ittifak kurduğunu tarih kitapları kaydetmektedir. Bunun cezası, Orhan Bey istemese dahi, İslâm hukukunda idam cezasıdır[33].

c) Yıldırım Bâyezid devrinde ilk defa siyâseten katl veya şayet siyaseten katlin şartları gerçekleşmemişse ki bunu tam olarak bilmiyoruz- o takdirde bir nevi zulüm yaşanmıştır. Zira Yıldırım Bâyezid, çevresinin tahriki ile, henüz herhangi bir isyana yahut saltanat kavgasına girişmeyen kardeşi Ya'kub'u, ileride saltanat iddiasına kalkışmasın diye katl ettirmiştir. Osmanlı tarihçilerinin saltanat uğruna öldürülen ilk insan olarak tesbitleri doğrudur. Bazı araştırmacılar, hukukî cihetini bilmediklerinden bunu tenkid etmişlerdir. Zira daha önceki idamlar had cezasıdır ve bağy suçunun cezası olarak tatbik edilmiştir. Bu ise, ilerde fesâda sebep olur korkusuyla siyâseten katl yoluyla idam ettirilmiştir. Osmanlı tarihçilerinin tesbiti doğrudur[34].

d) Osmanlı devletinin en karışık devresi olan Fetret Devrinde, Mehmet Çelebi, kardeşleri İsa Çelebi ile Musa Çelebi'yi kendisine isyan ettikleri ve hatta saltanat için orduları karşı karşıya geldiği için bağy suçunun had cezası olan idam cezası ile cezalandırmıştır. Aynı şey, sonradan ortaya çıkan kardeşi Mustafa Çelebi için de geçerlidir. Bunların idamlarında siyâseten katl söz konusu değildir. Şer'i şerifin emri olan had cezası tatbik şıya geldiği için bağy suçunun had cezası olan idam cezası ile cezalandırmıştır. Aynı şey, sonradan ortaya çıkan kardeşi Musedilmiştir[35].

e) Fâtih'in babası II. Murad'ın amcası Mustafa Çelebi, uzun süren saltanat mücadelesine girişmiş ve hatta Osmanlı ülkesinin Bizans ile paylaşılmasını da göze alarak imparator Manuel ile gizli ittifak dahi kurmuştur. Uzun mücadelelerden sonra yakalanarak bâği muâmelesi görmüş ve idam edilmiştir. Bu bir had cezasıdır. II. Murad'ın küçük kardeşi Mustafa Çelebi de, Karamanoğulları ve Germiyanoğullarının tahrikiyle Bursa'ya yürümüş ve had cezası olarak idam edilmiştir. Yani bu dönemde de, siyâseten katl cezası mevcut değildir[36].

f) Fâtih Sultan Mehmed, kendi koyduğu kanunun nizâm-ı âlem için fesâda sa'y ihtimalinin bulunması sebebiyle siyâseten katl müessesesini ilk defa kendisi tatbik etmiş ve küçük kardeşi Ahmed'i katl ettirmişti. Bu, isyan tahakkuk etmediğinden, bir had cezası değildir. Belki nizâm-ı âlem için siyâseten katl müessesesine girmektedir. Burada aranan fesâdın şer'ile tahakkuku şartının, ne derece gerçekleştiğini bilmiyoruz. Ancak Hz. Peygamber'in senâsına mazhar olmuş bir Padişah'ın, şartları tahakkuk etmeyen bir cezayı tatbik edeceğine de ihtimal vermiyoruz[37]. Önemle ifade edelim ki, 11 aylık bir bebenin öldürülmesini Fâtih’in idam ettiridğine inanmak istemiyoruz. Zaten Evrenos-zâde Ali Bey isimli bir zatın Padişah’ın haberi olmadan böyle bir cinâyeti işlediğini bazı kaynaklar haber vermektedirler[38].

g) II. Bâyezid devrinde kardeş katli mevzu bahis değildir. Zira tek kardeşi olan Sultan Cem, garip diyarda kendi eceliyle vefat etmiştir[39].

h) Yavuz Sultan Selim, iki kardeşini, kendisine isyan ettikleri ve bâğî oldukları için, had cezası olan idam cezasıyla cezalandırmıştır. Gerçekten Sultan Korkut, topladığı ordu ile Padişah'a isyan etmiş ve sonunda yakalanarak cezası olan idama şer'an mahkum edilmiştir. Diğer kardeşi Ahmed ise, sadece saltanat mücadelesine kalkışmamış, ayrıca bu mevzuda Osmanlı'nın can düşmanı olan Safevî devleti ile de ittifak kurmuştur. Neticede yakalanarak, had cezası olan idam cezasına çarptırılmıştır[40].

i) Kanunî Sultan Süleyman, rakipsiz sultan olduğu için, kardeş katli mevzu bahis olmamıştır. Ancak Kanunî, kendi çocuklarının idamına karar veren bahtsız Padişahlardandır. Karısı Hürrem Sultan ve çevresinin tahriki ile, kendisini tahttan indirmeye azmettiği ve Padişah olmak isteği ile isyan ettiği şayiasına inanarak, bâğî vasfıyla Şehzade Mustafa'yı idama mahkûm eylemiştir. Bu idam kararı, görünürde bağy suçunun cezası olarak had cezasıdır. Ancak bu meselede hem fetvayı veren müftünün, hem kararı veren kadının ve hem de bunları tasdik edip icrası için emir veren Kanunî'nin, yanıldıkları veya yanıltıldıkları bir vâkı'adır[41]. Diğer bir hazin tablo da Şehzâde Bâyezid'in idamında yaşanmıştır. Kanunî'nin iki oğlu olan Selim ve Bâyezid, 1558 yılına kadar iyi geçindikleri halde, bu tarihden sonra saltanat hırsıyla araları bozulmuştur. Aradaki jurnalcilerin tahriki ile Şehzâde Bâyezid, ordu toplayarak kardeşi Selim'in üzerine yürüdü. Bu hareketi isyan kabul edildi. İran'a iltica eden Bâyezid, kardeşi Selim'e teslim edilince, Ebüssud'un fetvasıyla bağy suçunun had cezası olan idam cezasına mahkûm edildi. Bu hâdiseyle alakalı örnek fetvaları yukarıda zikretmiştik[42].

j) III. Murad, çevrenin de etkisiyle ve siyâseten katl esasına dayandırarak beş kardeşini idama mahkûm ettirmiştir. Bu idam hadiseleri, had cezası mahiyetinde değillerdir. Fıkıh kitaplarında tasvir edilen siyâseten katl kategorisine girdiği de şüphelidir. Girse de, mevhûm mazarratı nazara alan çok zayıf bir görüşe dayanmaktadır.

k) III. Mehmed, bu konuda en pervasız ve şer'î hükümlere aykırı davranandır denilebilir. Zira elimizde kuvvetle muhtemel bir zararın olduğuna dair kesin bilgi bulunmamakla beraber, siyâseten katl müessesesinin suiistimal edildiği de bir vâkı'adır. Zira 19 tane erkek kardeşini ve basit jurnaller yüzünden kendi oğlunu (Şehzâde Mahmud), günahsız bir şekilde idam ettirmiştir. Bunun şer'î bir izahını yapmak mümkün değildir. Zira herhangi bir isyan söz konusu olmadığı gibi, fitne ve fesâdın vukuu da tahakkuk safhasında değildir[43].

l) I. Ahmed devrinde saltanat usûlünde ciddî bir değişiklik mevzubahistir. Artık amûd-ı nesebî yani Osmanlı sülalesinden en büyük olanının padişah yapılması usulü kabul edilmiştir. Gerçekten I. Ahmed vefât edince, şehzâdeleri bulunmasına rağmen, ailenin en büyük ferdi olan amcaları Şehzâde Mustafa tahta geçirilmiştir. Bu kâide, kardeş katli hadisesini tamamen ortadan kaldıramamışsa da, gevşetmiş ve son derece azaltmıştır[44].

İşte görüldüğü gibi tatbikattaki durum farklıdır. Bir kısmı, tamamen şer'î hükümlere uygun olarak bağy suçunun had cezasını tatbik etmekten ibarettir ve bunlara siyâseten katl demek hatalıdır ve meseleyi bilmemekten ileri gelmektedir. Zira Padişah istemese de bu ceza mukadderdir. Devlete isyan edenin cezası elbetteki idamdır. Bir kısım uygulama ise, siyâseten katl müessesesine yani Fâtih'in Kanunnamesinde “ekseri ulemâ tecviz etmişdür” dediği usule uygundur ve fıkıh kitaplarında şartlarına uyulmak kaydıyla açıklanmıştır. Bir diğer grup ise, ne şer'î hükümlere ve ne de Fâtih'i Kanunnamesinde ifade ettiği, fıkıh kitaplarında da tecvîz edilen siyâseten katle uymaktadır. Elbetteki bu uygulamalar, gayr-ı meşru'dur. Fâtih'in Kanunnamesi de bunu emretmemektedir.
http://www.osmanli.org.tr/index.php
[16] OK, I/125.
[17] İbn-i Abidin, Redd’ül-Muhtar, Mısır 1966, c. IV, sh. 62-65.
[18] İbn-i Abidin, IV/65.
[19] İbn-i Abidin, El-Ukûd’üd-Dürriyye, I/101.
[20] Şeyh Mehmed Arif, Terc. Siyâsetname, sh. 6, 25-28.
[21] Tercüme-i Siyâsetnâme, 29-30.
[22] Topkapı Sarayı Arşivi, No: E. 12079/18.
[23] TSA, No: E. 12079/ 7.
[24] TSA, No: 12079/11.
[25] TSA., E. 12079/5.
[26] TSA., E. 12079/13.
[27] Bediüzzaman, Lem’alar, İstanbul 1995, Sözler Yayınevi, sh. 337-338.
[28] Özcan, Abdulkadir, Fatih’in Teşkilat Kanunnamesi, 24 - 25.
[29] Hüdâvendigâr Kanunnâmesi, md. 30 (Barkan, Kanunları, 5).
[30] Özcan, 20.
[31] Bediüzzaman, Lem’alar, İstanbul 1995, Sözler Yayınevi, sh. 337-338.
[32] İbn-i Kemal, Tevârih-i Al-i Osman, Defter I, sh. 129; Aktan, Ali, Osmanlı Hânedânı İçinde Saltanat Mücadelesi ve Kardeş Katli, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Ekim 1987, sy. 10, sh. 8.
[33] Aktan, 8-10; Hoca Sa’adeddin Efendi, Tac’üt-Tevârîh, I/156-158.
[34] Krş, Aktan, 10-11.
[35] Krş. Aktan, 10-12.
[36] Krş, Aktan, 12-14.
[37] Krş, Aktan, 14-15.
[38] İbn-I Kemal, VII. Defter, sh. 8-9.
[39] Aktan, 15-16.
[40] Aktan, TDTD, 1987, sy. 11, sh. 45-47.
[41] Aktan, 47- 48.
[42] Krş. Aktan, 48-49.
[43] Krş. Aktan, 49-50.
[44] Aktan, 50 vd.



1.Bölüm için Tıklayın!


.



Kardeş Katli Meselesi Ve Osmanlı Kanunnâmeleriyle Alâkalı Bazı İtirazlara Cevaplar

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz
I. Konunun Takdimi

“Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri” isimli eserimizin I. Cildinin neşredilmesi, değişik fikirlere mensup farklı meclislerde muhtelif yorumlara vesile oldu. İnsana ait her eser, mutlaka eksik doğar ve yapıcı tenkitlerle mükemmel hale gelir veya daha sonra bu mevzûda kalem oynatanlar tarafından kemal noktasına doğru götürülmeye çalışılır. Bu eser, altmış-yetmiş yıldır ciddi ma'nâda ve resmî plânda propogandası yapılan bir
görüşü belgelerle çürütme özelliğini taşıdığından, her vesileyle neşrine gayret gösterilmiş ve ne acıdır ki, bütün ilmî platformlarda neredeyse kazıyye-i muhkeme olarak kabul edilmiş bir fikrin birden bertaraf edilemeyeceği anlaşılmıştır. Ancak hakka ve hakikata âşık ilim ve fikir adamlarımız tarafından, eserin bu gayeye tam hizmet ettiğinin belirtilmesi, bize önemli bir teşvik unsuru olmuştur. Türkiye içinde ve dışında eserin takdirle karşılanması ve hem İngilizce'ye ve hem de Arapça'ya tercüme gayretlerine hız verilmesi daha da sevindiricidir. Müsbet ve yapıcı tenkitleri memnuniyetle karşılıyoruz. Zira bu eser yapılan tenkitlerle daha da mükemmele doğru gidecektir.

Bütün bu müsbet gelişmelerin yanında, bizi en çok üzen, bu meseleye ciddi sahip çıkması ve yapılan bu hizmeti herkesten önce kendilerinin takdir etmesine inandığımız, bir-iki muhterem insanın, Osmanlı Kanunnâmeleri ve dolayısıyla bu eserle ilgili garip itirazlarıdır. Her zaman önemle ifade ettiğimiz gibi, I. Cildin birinci kısmını teşkil eden ve 10 ciltte tamamlanacak olan bu eserin bir mukaddimesi mahiyetinde bulunan 300 sayfalık bölüm okunmadan yapılan bütün tenkit ve yorumlar, maalesef hissîliğe ve peşin fikirliliğe ma'tûf sayılır. Zira Osmanlı Kanunnâmelerini, 300 sayfalık mezkûr kısım mütâla'a edilmeden değerlendirmek mümkün değildir.

Kanaatimize göre şu üç hakikat da unutulmamalıdır:

Birincisi, biz müslümanların 20. asırda müptela olduğu sathî zihinlilik hastalığıdır. Bilindiği gibi hazmedilmeyen ilim, ilim değildir. Bir ilim, hazmedilmeden aktarılmaya kalkışılırsa, o zaman, ilmin aktarılması değil, hazmedilmeyen artık maddelerin kusulması mevzubahistir. Bu hastalığın bizde yaygın olduğu acı bir vâkı'adır.

İkincisi, “Arı su içer bal akıtır; yılan su içer zehir kusar” hakikatı unutulmamalıdır. Ne acıdır ki, Osmanlı Devletinin İslâm Hukukunu tatbik ettiğini isbat için kaleme alınan bu eser, çok az da olsa, tam tersi gayelerle de izah edilmeye çalışılmıştır.

Üçüncüsü, Osmanlı devletini, bir İslâm devleti olarak görmek istemeyen bazı safdillerin yaklaşımını da burada unutmamak icabetmektedir.

İşte zikredilen sebeplerle ve okuyuculardan gelen ısrarlı talepler karşısında, yapılan itirazları iki ana grup halinde kısaca cevaplandırmanın zaruri ve faydalı olacağı kanaatine vardık ve orijinal belgelerle bazı meselelerin izahını zaruri gördük.

II. Kardeş Katli Meselesi ve Fatih Kanunnamesine Yapılan İtirazlar

Osmanlı devletinde kardeş katli meselesi ve bu meseleyi gündeme getiren Fâtih'e ait bir kanunnâmenin sıhhat durumu, Osmanlı Devleti ve Osmanlı Kanunnâmelerinden bahis açılan her meclisde, akla gelen ve dermeyan edilen en büyük meseledir. Bunun en önemli sebebi, meselenin hususan Cumhuriyet döneminde hep keyfî yorumlara tabi tutulması ve İslâm hukukunun hükümlerine göre meselenin değerlendirilemeyişidir. Burada önemle şu hususu belirtmekte yarar görüyoruz: “Osmanlı Kanunnâmeleri” adlı kitabımızın I. Cildinde, Fâtih devrinde hazırlanmış 75 kanunnâmeyi neşretmiş bulunuyoruz. Bu 75 kanunnameden 74'ünün Fâtih'e ait olduğunda, ne bir şüphe ve ne de bir tartışma söz konusu değildir. Bazı muhterem insanların, bütün Fâtih Kanunnâmelerinin sıhhatinde şüphe bulunduğu şeklindeki izah ve beyanları, ne ilmî ve ne de mantıkî hiç bir müstenedâta dayanmamaktadır. Hakkında farklı fikirler ileri sürülen ve tartışmalı olan kanunnâme, sadece I. Cildde 1 numara olarak neşrettiğimiz kanunnâmedir.

Kanunnâmenin sahte olduğunu ileri süren başta Ali Himmet Berki olmak üzere, bir çok ilim adamları, Fâtih Sultân Mehmed'e böyle bir zulmü yakıştıramadıklarından ve bu kanun hükmünü İslam Hukukuna göre yorumlayamadıklarından böyle bir yolu tutmuşlardır ve çoğu da iyi niyetli insanlardır. Ancak bu maddenin bulunduğu nüsha, Viyana Kraliyet Kütüphanesinde bulunsa ve bu nüshayı ilk neşreden yabancı bir tarihçi olsa da, aynı Kütüphânede ikinci bir nüshanın daha bulunması ve en önemlisi de bu hükmün tatbik edildiğine dair Osmanlı Tarihçilerinin muteber kaynaklarında açıkça bilgiler yer alması, böyle bir kanun hükmünü inkâr etmek yerine, hukukî tahlilini yapmanın daha makul ve ilmî olacağını ortaya koymaktadır. Biz de bu yolu tercih etmiş bulunuyoruz. Yani kanun hükmü İslâm Hukukuna aykırı olmayabilir; ancak uygulamada İslâm Hukukuna da kanun hükmüne de aykırı olaylar bulunabilir demek istiyoruz. Yoksa inkâr etmekle mesele çözülmüş olmamaktadır.

Kanunnâmenin ihtilâfa yol açan ve farklı fikirlerin doğmasına sebep olan asıl maddesi ise, kardeş katli meselesi ile alâkalı şu maddedir: “Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdir. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar”[1].

Acaba bu madde ve dolayısıyla Kanunnâmenin Fâtih'e isnad tarzı nasıldır? Şayet Fâtih'e aid olduğu doğru ise, bu maddenin mânâ ve mefhumunun İslâm hukukundaki izahı nasıldır? Şayet bu madde sahih ve İslâm hukukuna uygun ise, Osmanlı tatbikatındaki örnekler, bu kanuna ne derece uygundur? Şer'î hükümlere ters düşen, Osmanlı tatbikatı mıdır yoksa bu kanun maddesi midir? Bütün bu ve benzeri suallerin doğru cevabı nedir?

Aslında bu sorular, mezkûr eserin I. cildinin muhtelif yerlerinde cevaplandırılmıştır ve Mukaddimeyi okuyanlar, bunların cevaplarını rahatlıkla verebileceklerdir[2]. Ancak meselenin efkâr-ı âmmede fazlaca gündeme gelmesi ve ters yorumlanması sebebiyle derli toplu olarak burada tekrar edeceğiz.

1. Kanunnâmenin Sıhhat Derecesi Nedir?

Söz konusu ihtilâflı maddenin bulunduğu ve Fâtih tarafından Osmanlı idarî teşkilatını tanzim etmek üzere hazırlanan bu kanunnâmenin sıhhati tartışmalıdır. Sıhhati konusundaki fikirleri, üç gruba ayırmak mümkündür:

Birincisi, değerli hukukçu Ali Himmet Berki tarafından ortaya atılan ve hamiyetli bir şekilde, kardeş katli meselesini kötüye yorumlayanlara kesin cevap verebilmek için müdafaa edilen, bu kanunnamenin tamamının uydurma olduğu görüşüdür. Bu iddia sahipleri gayet iyi niyet sahibidirler ve kardeş katli maddesinin tamamen İslâm hukukuna aykırı olduğu varsayımından hareket ederek, Kanunnâmenin tamamının inkârı yoluna gitmektedirler. Bunların en büyük delili, kendi zamanlarında kanunnâmeye ait tek nüsha olan Viyana Kütüphâne-i Kralîsi No 554 A.F.deki nüshada görülen şüphelerdir. Bunlara göre, bu nüsha uydurmadır ve Osmanlı düşmanı batılılar tarafından uydurulmuştur[3]. Ali Himmet Berki hoca, imanından ve Osmanlıya olan muhabbetinden gelen bir aşk ile, hem sadece bir nüshasının bulunmasını ve hem de kanunnâmenin üslubunu nazara alarak, Kanunnâmenin tamamını reddetmektedir.

Bu iddia, Fâtih'i ve Osmanlı devletini müdafaada yeterli olamayacaktır. Zira, tek nüsha olan kanunnâmenin üçüncü görüşün izahında görüleceği üzere, sonradan üç nüshası daha bulunmuştur. Üslûbuna ve Türkçesine yapılan itirazlar ise, tamamen yersizdir. Zira bu nüshaların hepsi de, Kanunnâmenin aslı ve orijinali değil, sadece ve sadece suretidir. Yani istinsâh edilmiş şeklidir. Kâtibin hatalarını, orijinalini göremediğimiz kanunnâmeye hamletmek doğru değildir. Bu arada muhtevasının tamamen Bizans'tan alındığı şeklindeki itiraz da, hiç bir ilmî değere hâiz değildir. Zira, kardeş katli dışında Kanunnâmenin diğer bütün hükümleri, daha sonraki bütün Osmanlı Teşkilat Kanunnâmelerinde tekrar edilegelmiştir. Ayrıca bu Kanunnâmedeki teşkilât hükümlerinin esasları, tamamen Selçuklu ve Abbasi devletleri vasıtasıyla, İslâm hukukundaki Siyaset-i Şer'iye kitaplarından alınmıştır. Her müessesenin, hangi şer'î hükme dayandığını, mezkûr eserin I. cildinin idare hukuku ile alakalı hükümlerin şer'i tahlilinde izahı yapılmıştır. Bütün bunları biraz sonra tafsilatıyla izah edeceğiz. Ancak şunu ifade edelim ki, Kanunnâmenin elimizde orijinal ve Hizâne-i Âmire'de muhafaza edilen aslı bulunmadığından, hükümlerin izahında ve kelimelerin tanziminde, her zaman kesin konuşmak da doğru değildir. Burada şunu da ifade edelim ki, kanunnâmenin nüshaları arasında 242 nüsha farkının bulunması, sıhhatine engel teşkil etmez. Zira Allah'ın Kitabından başka her kitabın, birden fazla nüshası bulunduğu takdirde, aralarında yüzlerce ve belki binlerce, ancak kelime yahut harf seviyesinde nüsha farkları bulunacağını, tenkidli basım işini bilenler çok iyi takdir edeceklerdir. Kur'ân'dan sonra en sahih kitap olan Buhari'de dahi nüsha farkları bulunması, haşa, onun sıhhatine en küçük bir şüphe irad etmez. Kanaatimize göre, bu görüşün esasını, kardeş katli meselesinin şer'î izahını yapamama teşkil etmektedir. Fakat metni inkâr ederek bir yere varılacağı da şüphelidir. Burada zikretmemiz gereken önemli bir husus da şudur: Bazı şahıslar, konuyla alâkaları olmadığı halde, daha sonraki bütün Osmanlı Kanunnâmelerine esas teşkil eden ve sıhhatinde asla şüphe bulunmayan Fâtih'e ait ikinci Umumi Kanunnâmeyi de sahteler grubuna sokmuş veya ikisini birbirine karıştırmıştır. Osmanlı Kanunnâmeleri I. ciltte 2 numara ile neşrettiğimiz bu kanunnâmeden bazı iktibaslarda bulunarak, şer'î dayanaklarını düşünmeden ve bu kanunnâmenin tazir cezalarını tanzim ettiğini hesaba katmadan, bu maddeyi Fâtih nasıl tanzim eder? diye sual sorma cesaretine bile girmişlerdir. Halbuki o madde, hem II. Bâyezid, hem Yavuz ve hem de Kanunî'ye ait umumi kanunnâmelerin de 1. maddesidir. Konuya daha sonra döneceğiz.

İkincisi, Müsteşrik Konrad Dilger'e ait bulunan ve Kanunnâmenin bir kısmının sonradan yazılıp Fâtih'e izafe edildiği şeklinde özetlenebilecek olan görüştür. Hem bazı üslûb ve ifadelerin Fâtih devrine izafe edilemeyecek şekilde olması ve hem de bazı müesseselerin, henüz Fâtih devrinde bulunmayışı iddiası, bu görüşün en nirengi noktasını teşkil etmektedir[4].

Konuyla alâkalı araştırma yapan Abdülkadir Özcan, Aydın Taneri ve Ahmet Mumcu gibi ilim adamları, bir kısım iddialarına hak vererek ve bir kısım iddialarını da reddederek bu görüşü cevaplandırdıklarından ve bu ilim adamı Kanunnâmenin aslını inkâr etmediğinden, meselenin üzerinde ayrıntılı olarak durmuyoruz[5]. Zaten Konrad'ın inkâr ettiği maddeler arasında, kardeş katli ile alâkalı madde de yoktur.

Üçüncüsü ise, Fâtih'e isnad edilen Kanunâme'nin sıhhatini kabul eden ve metnin inkârı yerine maddedeki meselelerin şer'i tahlilinin yapılmasına taraf olan görüştür. Çoğu araştırmacılar bu kanaattedirler ve bazılarının ileri sürdüğü hilâf-ı hakikat beyanların aksine, konuyla alâkalı çok ciddî bir araştırma yapan değerli tarihçi Abdülkadir Özcan da bunların içindedir. Bu durum hem konuyla alâkalı ilmî makalesinden ve hem de bir günlük gazetede aksi iddiaları yalanlayan beyanlarından anlaşılmaktadır. Bu görüşün gerekçeleri şunlardır:

A) Kanunnâmeyi inkâr etmekle mesele halledilmemektedir. Mühim olan meselenin şer'î izahını yapmaktır. Kanunnamedeki metin, ileride yapılacak şer'î tahlillerden anlaşılacağı üzere, bazı Osmanlı düşmanlarının iddia ettiği gibi, şer'î hükümlere ve hukukun yüce düsturlarına aykırı değildir. Tatbikatla madde metnini karıştırmamak icabeder.

B) Kanunnâmeyi inkâr eden Ali Himmet Berki zamanında Kanunnâmenin tek nüshası biliniyordu. Şimdi ise üç nüshası elimizde mevcuttur:

Birincisi, Viyana Kütüphanesi, No: 554 A.F.'de bulunan ve hem Mehmet Arif Bey tarafından neşir ve istinsah edilen nüshadır. Bu nüshanın istinsah tarihi, 1029/1620'dir.

İkincisi ise, Osmanlı Reisülküttâblarından Bosnalı Koca Müverrih Hüseyin Efendi tarafından Bedâyi'ül-Vakâyi' adlı tarih kitabında derc edilen nüshadır. Müellif bu nüshayı, 1022 yani birinci nüshadan 5 sene önce, Padişaha has divandaki özel ve asıl nüshadan çıkararak istinsah ettiğini bizzat ifade etmektedir. Bizim, Osmanlı Kanunnâmeleri I. Cildde esas aldığımız nüsha da budur.

Üçüncüsü ise, Hezarfen Hüseyin Efendi'nin bazılarının iddia ettiği gibi tarih kitabına değil, Osmanlı Kanunlarını derlediği Telhîs'ül Beyân Fî Kavanin-i Al-i Osman adlı eserine derc ettiği nüshadır. 1083/1672 tarihli nüshanın diğerlerinden farkı, kardeş katli meselesinin burada bulunmayışıdır. İtiraz edenler sadece kardeş katli meselesine değil, bütün kanunnâmeye ettiklerine göre, bu üç nüshanın da aynı zamanda ve aynı şekillerde, kimin tarafından ve nasıl aynı yazılarla uydurulduğunu isbat etmeleri gerekmez mi? Eğer isbat ederlerse, bizim de memnun ve mütehassis olacağımızı şimdiden ifade ediyoruz[6]. Nüshalar arasındaki farkların çokluğunu, sahteliğe delil göstermek ise, çok meşhur kitapların dahi inkâr edilmesi sonucunu doğurur ve tenkidli basımın ne demek olduğunu bilmemenin alameti olarak kabul edilir. Ayrıca yukarda da belirttiğimiz gibi, bu üç nüsha da, kanunnâmenin aslı değillerdir, istinsah edilmiş suretleridirler. Elbetteki bozuk ifadeler ve nüsha farklılıkları bulunacaktır.

C) Kanunname, tamamen olmasa da, kısmen, hülasa olarak yahut tamamına yakın şekilde, diğer Osmanlı tarihlerinde ve kütüphanelerimizdeki kitaplarda da mevcuttur. Bunlardan bazılarını zikretmek faydalı olacaktır:

-Yavuz devrinin büyük tarihçisi İdris-i Bitlisî, Heşt Bihişt adlı tarih kitabında kanunnâmeyi, neredeyse tam olarak geniş bir özetlemeyle vermiş ve Fâtih'e isnad etmiştir. Ayrıca, yine aynı müellifin Kanun-ı Şehinşahî adlı eseri de, Fâtih Kanunnâmesinin bir nevi tekrarı ve genişletilmiş şeklidir[7].

-Gelibolulu Ali Mustafa Efendi ise, Ebül-Feth Kanunu adıyla Kanunnâmeyi Künh'ül-Ahbâr adlı eserinde aynen nakletmesi de bu meselenin mühim delillerindendir[8].

-XVII. yüzyılın sonlarında kaleme alınan Tevki'î Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi ise, bazı teferruat dışında, Fâtih Kanunnamesinin aynen tekrarı mahiyetindedir.

-Bu zikrettiklerimizin dışında, neredeyse her tarihçi, maddelerini nakletmese de, Ebül-Feth kanunundan bahsetmektedir. Biz meseleyi uzatmamak için burada tekrara girişmiyoruz[9].

Bütün bu zikredilenler gösteriyor ki, kaynakları görmeden veya görenlerin araştırmalarını incelemeden, bizim kütüphanelerimizdeki kaynaklarda, bu kanunnâmeden bahsedilmiyor demek, ilmî olmaktan da öte gülünçtür.

Netice olarak, eldeki belgeler, Fâtih'e ait bu kanunnâmenin sıhhati lehindeki görüşleri teyid etmektedir. O halde, kanunnâmenin varlığını inkâr etmek yerine, onun dayandığı şer'î esas ve hükümleri izah etmek, bizlere düşen en büyük vazife olacaktır. Burada muhtevası ile alâkalı düşülen büyük bir hatayı da belirttikten sonra, kardeş katli meselesi üzerinde durmak istiyorum.

Fâtih Kanunnâmesinin muhtevasını, Bizans müesseselerinin gerçek bir restorasyonu olarak değerlendirmek büyük bir hatadır. Biz, kanunnâmedeki her müessesenin, ya Siyaset-i Şer'iye kitaplarındaki şer'î hükümlere dayanan Abbasi Devleti başta olmak üzere müslüman devletlerden veyahut İslâm'a muhalif olmamak şartıyla eski Türk devlet geleneklerinden etkilendiğini, mukaddimede uzun uzadıya izah ettik. Bu sebeple ayrıntıya tekrar girmiyoruz[10]. Ancak şu soruları sormak istiyoruz:Abbasilerdeki Divan'üs-Saltanat ve Divan-ı Mezâlim'in daha da geliştirilmiş şekli olan Divan-ı Hümayun mu Bizans'tan alınmıştır? Yoksa tamamen İslâmî bir gelenek olan elkâb bölümü veya kadıların dereceleri mi Bizans'tan alınmıştır? Bütün bunlar, kuru iddialardır. Osmanlı devlet teşkilatının temelinde, Abbasi Devleti gibi sadece müslüman Selçuklu Devleti gibi hem Türk ve hem de müslüman olan devletlerin devlet anlayışı ve siyaset-i şer'iye kitaplarının izi vardır. Şimdi asıl mesele olan kardeş katli üzerinde duralım:

2- Kardeş Katli Meselesinin Şer’î Dayanağı Var mıdır?

Bu sorunun cevabı, ilgili maddenin de izahı demektir. Önce İslâm hukukundaki suç ve cezaları görelim: Bilindiği gibi İslâm hukukunda, üç çeşit suç ve ceza vardır:

a) Had suç ve cezalarıdır. Hırsızlık (hadd-i şirb), yol kesmek (kat’-ı tarik), zina (hadd-i zina), dinden dönmek (irtidâd) ve devlete isyan (bağy) suçlarından ibaret olan bu suçların, unsurları teşekkül ettiği takdirde, tatbik edilecek cezaları, Allah ve Resûlü tarafından tesbit edilmiştir. Bunlarda mühim olan, unsurların teşekkülüdür. Unsurlardan birisi eksik olursa had cezası tatbik edilmez; ancak ulul-emr tarafından tesbit edilecek tazir cezaları uygulanır. Meselâ, dört şahidle zina yaptığı isbat edilemeyen suçluya, zina haddi tatbik edilmeyecektir. Ancak üç şahitle zina yaptığı isbat edilen suçlu, bütün bütün cezasız da bırakılmayacaktır. İşte unsurları teşekkül etmeyen bu suçlara tatbik edilecek cezalara tazir cezaları denir ve ulul-emr tarafından tesbit edilir.

b) Şahsa karşı işlenen cinâyet suçlarıdır ki, cezaları kısas veya diyettir. Bunların da çoğu cezaları, Allah ve Resûlü tarafından tesbit edilmiştir.

c) Tazir suç ve cezalarıdır ki, biraz önce zikredilen had veya cinayet gruplarına girmeyen (esrar içmek gibi) yahut girdiği halde o cezaların tatbiki için gerekli unsurlara sahip olmayan (üç şahitle isbat edilen zina suçu gibi) suç ve cezalardır. İşte bu bölümde ulul-emrin tesbit ettiği veya kadı tarafından takdir edilen cezalar tatbik edilecektir[11]. Bu kısa mukaddimeden sonra, kardeş katli ve bunu emreden kanun maddesinin tahlilini, önce nazarî plânda ele alalım, sonra da tatbikattaki örneklerin hangi gruba girdiğini beraber mütalaa edelim. Bu mütalaamızdan önce şunu da gözü önüne alalım: Her hukuk sisteminde, Osmanlı Hukukunda nizam-ı âlem yani âlemin nizamı, günümüzdeki ifadesiyle kamu düzeni ve kamu yararı için vaz'edilen idam cezaları vardır. Biraz sonra açıklayacağımız vechile, Türk Ceza kanunun 125 ile 163. maddeleri arasındaki bütün hükümleri, devlete yani âlemin nizamına karşı işlenen suçları tanzim etmekte ve daha birinci maddesinde devletin toprağı ve bağımsızlığını dağıtmaya ve bölmeye ma'tuf bütün hareketleri, idam cezası ile cezalandırmaktadır. Dünyadaki bütün ceza hukuku sistemlerinde de, devlete isyan suçları, benzeri hükümlerle önlenmeye çalışılmıştır. Şimdi bu tür hükümlerin, İslâm hukukunda nasıl yer aldığını ve bu hükümlerin Fâtih'in kanunnâmesindeki hükümle nasıl bağdaştırılabildiğini açıklamaya çalışalım.

A) Bağy Suçunun Tatbiki Sonucu Kardeşlerin Katledilme Meselesi

Kardeş katli meselesinin birinci şer'î dayanağı, her hukuk nizamında bulunan devlete isyan suçudur. Biraz önce açıkladığımız gibi, devlete isyan suçu, İslâm hukukunda, had suç ve cezaları arasında yer alan bağy adı altında düzenlenmiş ve unsurları tahakkuk ettiği takdirde idam cezası ile cezalandırılmıştır. Bağy suçunun unsurları, devlete (imama, sultana) karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlamak (muğalebe) ve açık bir isyan kasdı içinde bulunmaktır. Bağy suçunun cezaları, unsurlarının tahakkukuna göre değişir: Sultandan farklı düşündüğü halde bir isyan grubu teşkil etmeyen ve bir yerde toplanarak baş kaldırmayanlara dokunulmamalıdır. Propaganda yaparlarsa ikaz edilirler, ileri giderlerse tazir cezaları ile cezalandırılırlar. Devlete isyan ettikleri an, savaşla yola getirilirler ve cezaları idamdır. Yalnız bunlar müslüman oldukları için, çoluk-çocukları esir edilmez ve malları ganimet sayılmaz. Bunlara verilen ölüm cezası bir had cezasıdır ve hikmeti de devleti yani nizam-ı âlemi korumaktır[12].

İşte Osmanlı hukukçuları, padişahın meşru emirlerine yapılan her çeşit itaatsizliği, umumi rahatı ve nizam-ı âlemi ihlal edecek olan her türlü isyanı ve memlekette anarşi çıkarma hareketlerini (fesâd bis-sa'y), bağy suçu kabul etmiş ve buna sebep olanları da bâği olarak vasıflandırmışlardır. Bu isyan suçunun cezasının da idam cezası olduğunu, fetvalarında açıklamışlardır. İsyan eden Padişahın kardeşi de olsa, şer'î hüküm değişmeyecektir. Meselâ Yavuz Sultan Selim'in, birisi Şi'îlerle ve bir diğeri de eşkiya ile ittifak ederek Devlete isyan eden ve bağy suçunda aranan şartlara uygun bir şekilde bu suçu işleyen kardeşlerine karşı olan tutumu, tamamen şer'îdir. Fâtih'in kanun maddesindeki kardeş katlinin birinci grubunu, bu tip hâdiseler teşkil etmektedir. Ancak nazariyat bu olmakla beraber ve söz konusu madde bu şekilde tefsir edilebilmekle birlikte, tatbikat, her zaman nazariyatı takip etmemiş, kanuna rağmen, şartlar teşekkül etmeden idamlar verilmiştir. Beşikteki bir bebeğin öldürülmesini, elbetteki müdafaa etmek yahut buna uyuyor demek de mümkün değildir. Ancak Fâtih, kanunnâmesinde böyle bir durumu da emretmemektedir.

Osmanlı tarihindeki kardeş katilleri ve idamların yarıya yakının, bir had cezası olan bağy suçuna sokulduğunu verilen fetvalardan anlıyoruz. Ancak şunu da hatırlatmak istiyoruz ki, bazen bağy denilen had suçunun şartları teşekkül etmediği halde, araya giren jurnalcilerin ve yalancı şahitlerin beyanıyla, Şeyhülislâmlardan bağy suçu imiş gibi fetva alındığı da görülmüştür. Kanunî'nin oğlu Şehzade Mustafa hakkındaki fetvalar buna misal teşkil etmektedir[13]. Bu konuda Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan şu belgenin izahları enteresandır:

“Buğat yani asiler ise, Mülteka ve benzeri fıkıh kitaplarına göre, mevcut hükümete ve Padişaha karşı müslümanlardan bir veya bir kaç kişi isyan etmeleri ve hükümetin emirlerine itaat etmemelerinden ibarettir. Müslümanlar, bağy ve isyanda ısrar ederlerse, idam olunurlar. Ancak fitneyi teskin için idamdan hafif cezalar yeterli ise, bunlar tatbik olunmalıdır. Şurası dikkat çekicidir ki, Mülteka'yı şerheden âlimler, bağilerin cinayetleri hakkında, çok geniş mânâlar vermişlerdir. Meselâ Padişah'ın meşru emirlerine karşı her nevi itaatsizliği ve umumi rahatı (nizam-ı âlemi) ihlal edecek her çeşit kıyam, hareket, fitne, fesad, insanları katl, malları gasp ve devlet işlerini engelleme gibi halleri, bağy saymışlardır”[14].

Şimdi içinde Ebussuûd'un da bulunduğu büyük âlimlerin bu konuda verdikleri fetvalara geçelim ve orijinalleri ile birlikte zikredelim:

“Sultan Bayezid nâm şehzâde hakkında verilen mevâlî'nin fetvaları suretidir:

MES'ELE: Bir Sultân-ı âdilin ebnâsından biri tââtinden hurûc edüb ba'zı kılâ'a müstevlî olub ve ba'zı bilâdın ehline mal salub cebrle alub ve asker cem'edüb gayrı tarikle ref' mümkün olmayub kıtâla mübaşeret eyleseler ve sınub cem'iyetleri dağılıncaya değin katilleri şer'ân helâl olur mu?

EL-CEVÂB: Helâldır. Nass-ı Kur'ân-ı Azîm ile sâbit olmuştur. Hükm-i şer'îdir ve icmâ-ı sahâbe-i kirâm dahi bunun üzerinedir. Kıtâla kâdir olanlar kıtâl ile, âciz olanlar kelâm-ı hak ile ve hayır dua ile def-i fitne ve fesâda sa'y etmek vâcibdir.

MES'ELE: Bir tâife sultân-ı âdil tâatinden hurûc edüb ba'zı kıla'a müstevlî olub asker cem 'edüb ve ba'zı bilâd ehline mal salub cebr ile alub kıtâla mübâşeret eyleseler, anlara ihtiyârları ile mal verüb muâvenet edenler veya bunlara kılıç çekmek helâl değildir diyenler dahi anlar hükmünde olub kıtâlleri lâzımdır ve kam-ı ehl-i bağy ü fesâd emr-i vâcib ve mühim olub anların katli helâldir. Ve kâdir olanlara tekâsül ve ihmâl vebâldir. Eğer mübteği ve müctemi ‘olanlar müteferrik olub fesâddan mürtedi’ olmazlar ise ve onlardan bu hal ile katlolanlar azâb-ı elîm ve ikâb-ı azîme müstahak olurlar ve onlar ile kıtâl eden müslümanların kâtili gâzi ve maktûlü şehîd olub yevm-i cezâda adâlet-i Kübrâ ve mesubât-ı azîme ihraz ederler.

“Tarih-i mezkûrda Anadolu Kazaskeri olan Muhammed bin Abdülvehhâb eş-şehîr bi’bni’l-Kerîm’indir.”

CEVÂB-I DİĞER: Ehl-i bağyin kıtâlı şer'an sahihdir. Nass-ı şerr ile sâbittir. Hilâfına kavl yokdur ve muâvenet edenler müfsidlerdir; cezaları hapis ve katldir.

"Sabıkan Rumeli Kazaskerliğinden munfasıl Abdurrahman Çelebi'nindir.”

CEVÂB-I DİĞER: Ehl-i bağyın katli helâl olduğu Kur'ân-ı Kerîm ve Furkân-ı Azîm ve icmâ-ı ashâb ile sâbittir ve âmme-i kütüb–i fetvâda mestûrdur. El-iyâzu billâh bunları inkâr küfürdür. Ve bilcümle âmme-i müslimîn üzerine farz ve vâcibdir. Fitne ve fesâdın def'ine her ne tarik ile mümkün ise, muâvenet ve muzâheretden taksîr etmeyeler. Ve ehl-i adl cânibinden maktûl olanlar şehîdlerdir. Mahşerde zümre-i şühedâ ile haşrolunur. Ehl-i bağy tarafından maktûl olanlar gaslolunmaz ve namazları kılınmaz ve katilleri şer'ân helâl olur mu?

EL-CEVÂB: Mal ile ve kavlile ve fi'l ile muâvenet edenler, onların cemiyetlerinde bile olmıyacak darb-ı şedidden sonra tevbeleri ve salâhları zâhir oluncaya değin habs olunmak vâcib olur. Amma anlara kılıç çekmek helâl değildir, diyenler, nass-ı kâtı'ı inkâr edüb ashâb-ı icmâ-i izâma muhâlefet etmek ile kâfir olub katilleri helâl olur. Ve anlara kılıç çekmek hemân helâl olmak mertebesinde değildir, belki kâdir olanlar kıtâlleri vâcibdir.

“Müftî-i izâm sadrül-ahali Ebüssuud’ül-enâm Hazretlerinin cevâb-ı sahihdir”.

MES'ELE: Mezbûreye cevâb-ı âherdir.

EL-CEVÂB: Padişah-ı âlem-penâh-sellemehullahu te'âlâ fid-dâreyn-Hazretlerine âsî olub emrinden tecâvüz eden tâifenin ki, sûret-i fetvâda zikrolunmuşdur, anların demleri helâldir deyü tâifeden maktûl olanlar yunmaz ve namazları kılınmaz. Hakk Te'âlâ aktında azîm ikâba ve azâba müstahaklardır. Ve devletlû saâdetlû padişaha muâvenet edenlerden maktûl olanlar şehidlerdir. Vallâhu a'lem.

“Tarih-i mezkûrda Rumeli Kazaskeri olan Hamid Efendi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: Padişah-ı âlem-penah-azze evliyâuhû ve zelle a'dâ'uhû-emrinden tecâvüz ve hurûc eden taifenin su-i sanî'leri varak-ı menşûrda meşrûh ve mestûrdur. Ehl-i bağy oldukları zâhir olub ref'i enâma lâzib ve yevm-i cezâda ehl-i nar ile haşrolunur.

“Sabıkan Anadolu kazaskerliğinden ma'zûl Ahi Çelebi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: Bu iki sûret-i istiftâda ketbolunan cevablar sahihdir ve Kütüb-i mu'teberede mansûs ve mestûrdur. Vallâhu te'âlâ a'lem.

“Sâbıkan Rumeli Kazaskeri Mustafa Çelebi eş-şehir bi Bostan Efendi'nindir”.
CEVÂB-I DİĞER: İşbu meselelerin cevablarında zikrolunan fetvâlar cümleten sahihdir ve kâffesi kavl-i sahihdir. Kur'ân-ı Azîm'de Sûre-i Hucurât'da mufassaldır. Dahi nice yerlerde vârid olmuşdur ve mücme'unaleyhdir.

“Sabıkan Anadolu Kazaskerliğinden ma'zûl Sinan Efendi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: Bu iki sûret-i istiftâda ketbolunan cevâblar sahihdir ve kütüb-i mu'teberede mansûs ve mestûrdur.

“İstanbul Kadısı Mevlâna Mustafa Eş-şehir bi İbn-i Mimar'ındır”.

CEVÂB-I DİĞER: Bu sûretlerden bizim de kavlimiz bu kavle muvâfıkdır ve cümle dedikleri vefk-ı şer'-i şerif üzerinedir.

“Haleb Kazâsından ma'zûl Ahmet Efendi'nindir”
CEVÂB-I DİĞER:Sultân-ı âdilin üzerine hurûc edüb bağî olan tâifenin katli ve kıtâli helâl idüği Kütüb-i mu'teberede musarrah. Hakk Celle ve Alâ'nın Kur'ân-ı Azîminde:“Eğer inanlardan iki gurup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah’ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasına düzeltin ve ( her hususta ) adil olun. Allah, adalet (le hareket) edenleri sever. (Hucurat / 6) ”deyu buyurduğu bu husûsa delil-i kâfidir. Ve Hz. Ali kerremellâhu vechehû-icmâ-ı ashâb-ı kiram-rıdvânullâhi aleyhim ecma'în-ile tâife-i havâric ile kıtâl eyledükleri dahi bu emre vâzıh hüccettir.

“Mısır Kâdısı Mevlâna Bâki Efendi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: Hurûc alel-imam'il-hak bağy idüği muhakkakdır. Harbe kâdir olan enâma zümre-i buğat üzerine imama nusret vâcib ve cem'iyyetlerin tefrik edinceye değin fırka-i özümreyi ahz ve katl lâzib ve lâzımdır.

“Mekke Kadısı El-Cemâl Efendi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: Padişah-ı âlem-penâh Hazretlerine-E'azellâhu ensârahû-bâğî olub emr-i şeriflerinden tecâvüz eden tâifenin katl olunması mütûnda ve şurûhda ve fetvâda mestûr ve nass-ı Kur'ân-ı Azim bunun üzerinedir.

“Hâmid Efendi bin Muhammed'indir”.

CEVÂB-I DİĞER: Bu iki sûret-i istiftâya mektûb olan cevâb ayn-ı sıdk ve mahz-ı savâbdır. Kütüb-i mu'teberede mestûrdur. Hidâye'de ve şürûhunda meşrûh ve mezkûrdur.

(Revşen-zâr'ındır.)

CEVÂB-I DİĞER: Bu sûret-i istiftâya buyurulan cevabların cemî'isi şer-i mutahhara ve nâmûs-ı münevvere muvâfık ve mutâbıkdır. Vallâhu a'lem.

(Bağdad Müftüsü Yahya).”

Netice olarak bağy suçunu işleyen Padişahın kardeşi de olsa, eğer unsurları tahakkuk etmişse, gereken cezayı vermek, elbetteki şer'îdir. Ancak İslâm hukukunun hükümlerine aykırı olarak, şunun-bunun tahrikiyle unsurları tam teşekkül etmeden insanları dünyevî saltanat uğruna idam etmek, elbetteki şer'î değildir. Aksini kim iddia edebilir ki?

Osmanlı Devletinde devlete isyân suçunun cezası olarak ortaya çıkan öldürme vak’alarından bazıları şunlardır:

I. Murad’ın oğlu Savcı Bey.

II. I. Murad’ın kardeşleri Halil Ve İbrahim.

III. II. Murad’ın kardeşi Mustafa.

IV. II. Murad’ın amcası Düzme Mustafa.

V. Yavuz Sultân Selim’in kardeşleri Korkut ve Ahmed.

VI. Kanunî Sultân Süleyman’ın oğlu Bâyezid ve bunun beş oğlu[15].
http://www.osmanli.org.tr/index.php

[1] OK, 1/328, Md. 37.
[2] OK, 1/114-117, 287, 311 vd.
[3] Berki, A. Himmet, İstanbul’un 500. Yıldönümü Münasebetiyle Büyük Türk Hükümdarı İstanbul Fâtihi Sultan Mehmed ve Adalet Hayatı, İst., 1953, sh. 142-148.
[4] Konrad, Dilger, Untersuchungen zur Geschichte des Osmanischen Hofzeremüniells im 15. und 16. Jahrhundert, München 1967, sh. 5 vd., 34 vd.
[5] Özcan, Abdülkadir, Fatih’in Teşkilat Kanunnamesi Ve Nizam-ı Alem İçin Kardeş Katli Mmeselesi, İÜEFTD, 1980/81, Sy. 33, sh. 12-13; Taneri, Aydın, Osmanlı Devletinin Kuruluş Döneminde Hükümranlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı-Teşkilatı, Ankara 1978, sh. 184 vd.
[6] Konu ile alakalı kaynaklar için bkz: OK, I/312-313.
[7] Nuruosmaniye Kütüphanesi, No: 3209, Vrk. 358/a vd.; Süleymaniye, Esad Efendi, No: 1888.
[8] Üniversite Ktb., No: 5959, Vrk. 89/b vd.
[9] OK, I/312- 313; Özcan, 26 vd.
[10] OK, I/203 vd.
[11] OK, I/105 vd.
[12] Damad, Mecma’ül-Enhür, I/707- 709.
[13] OK, I/114.
[14] BOA, YEE, 14-11540, sh. 50-51, Damad, M. Enhür, I/707 vd.
[15] Alderson, A.D., The Structure of the Ottoman Dynasty, Connecticut 1982, 2. Baskı, sh. 30-31.



2.Bölüm için Tıklayın!


.



Eski bir kitapta okumuştum: Hayatında cami nedir bilmeyen bir adam gittiği bir köyde ilk defa minare görüyor.
Aval aval bakmaya başlıyor. Biraz sonra müezzin yukarı çıkıp, şerefeyi dolaşarak ezan okuyor. Tabii ki, ezanı bitirdikten sonra minarenin küçük kapısından içeri giriyor. Büyük bir şaşkınlıkla manzarayı seyreden ahmak, yanındaki arkadaşına, “Gördün mü ağaç adamı nasıl yuttu?” diye soruyor.

Bir kısım medyanın, “Ayasofya’nın minaresinde ezan sesleri” diye manşet atmasını ben şahsen minareyi ağaç zanneden adamın cehaletiyle eş değer buluyorum. Bunlar bilmiyorlar mı ki, Ayasofya’nın minarelerinde ezan, yaklaşık beş yüz yıldan beri okunuyor. Mabedin müzeye çevrilmesiyle birlikte ara verilen ezana, 1991 yılının Mart ayında tekrar başlanıyor ve şerefeler, ezanla bir kere daha şerefleniyor. Bu gerçeği bilmeyen bazı gazeteciler, sanki ilk defa uygulamaya konuluyormuş gibi, “Ayasofya müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor. Bir minareden ezan okunuyor” diyerek zihinleri bulandırmaya çalışıyorlar. Minare zaten ezan okumak içindir, şarkı türkü söylemek için değildir.


Büyük Türk hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in Bizans’ın başkenti Kostantıniyye’yi, İstanbul’a dönüştürmesiyle birlikte, şehirde İslam bollaşıyor. Bu arada Ayasofya da ihtida ediyor. O da Müslüman oluyor. Minareleriyle tezyin edilen bu, kadim kilise de “Selâtin Camileri”nin arasına katılıyor. İlk ahşap minareyi, Fatih bizzat kendisi yaptırıyor. İkinci Mehmed’den sonra oğlu İkinci Beyazıt soldaki minareyi inşa ettiriyor. Diğer ikisini ise İkinci Selim ilave ediyor. Bu zarafet timsali minareler ayrı ayrı isimler taşıyordu. “Baş Minare”, “Ambar Minare”, “Tuğla Minare”, “İnce Minare” diye bilinen bu minarelere müezzinler ses güzelliklerindeki sıraya göre çıkıyorlardı. “Baş Minare”ye meşhur Hafız Sami, “Ambar Minare”ye padişah müezzini Deli Hüseyin çıkıyordu. Kısacası, Ayasofya’da imamlık, müezzinlik yapmanın bile bir adabı ve erkânı vardı.

Ayasofya gibi bir mimari şahesere, ayrı bir özellik ve güzellik katan bu güzelim minarelerin bir zamanlar yıkılması istendiğini biliyor muydunuz? 6 Nisan 1966 tarihli “Yeni İstiklal”de yayımlanan belge niteliğindeki bir yazıdan anlaşıldığına göre, İstanbul Müzeler Mimarı Kemal Altan, bir gün ağlayarak ünlü tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’ya geliyor. İki gözü iki çeşme konuşmaya başlıyor. “İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Aziz Ogan, önceki gün beni çağırdı ve Ayasofya’nın minarelerini yıkacağız. Emir aldım!” dedi diyor. Meşhur tarihçimiz, sen merak etme, Ayasofya’nın minarelerini kimse yıkamaz diyerek Kemal Altan Bey’i teselli etmeye çalışıyor.

Konyalı, hemen bir rapor hazırlıyor. Bizans İmparatoru Jüstinyen’in Miladi 537 yılında, “Ey Süleyman! Senin mabedini geçtim!” diye öğünerek ibadete açtığı Ayasofya, Bizans’ın son günlerinde tamamen harap olmuştu. Dolayısıyla fetihten sonra gerekli takviyeler yapıldı. Mesela Sinan, mabedi kalın ve yayvan payandalarla destekledi. Ana kubbeyi tutmak için bunları da yeterli görmedi. Kuzey batı tarafına, kubbe büyüklüğüne varan iki kalın minare yapmak suretiyle kubbenin ve mabedin ömrünü uzattı.

Ayasofya, Abdülmecid zamanında da esaslı bir tamirden geçti. Şimdi mabedin yaşı daha da ilerledi. Minareler, ana kubbenin dayandığı son payandalar olmuşlar. Minareler yıkılırken -muhakkak ki- ana kubbe de yere serilecektir. Hıristiyanlık âlemi, Türkler’in bu teşebbüsüne, “Türkler Ayasofya’yı yıktılar!” diye kara damgasını basacaktır, diyor. Kemal Altan bu mealdeki raporu derhal ilgililere veriyor. Ayasofya’nın başına gelecek büyük felaketi böylece önlüyor. Meşhur tarihçimiz İbrahim Hakkı Konyalı da yukarıda bahsettiğim yazısını, “Ayasofya’nın Minarelerini Nasıl Kurtardım?” başlığıyla yayımlıyor.

Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da 30 Mart 1922 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Ezan ve Kur’an” başlığıyla neşrettiği bir yazısında diyor ki:
Yahya Kemal Beyatlı
“Yine bir gün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’an okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zata sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saadet Dairesi’nden geliyor.
Peygamberimizin hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın Türkkâri penceresi önünde durduk. İçerde iki hafız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş, gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum: “Hırka-i Saadet önünde Kur’an ne zaman okunur?” Dedi ki: “Dört asırdan beri her saat! Geceli gündüzlü.”
Yavuz’un, Hırka-i Saadet’i Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız nöbetle Kur’an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir.
Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!
Eskişehir’in, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri, siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!”
Duymuyor musunuz, yine ezan okunuyor!
(Mehmet Canıtatlı)


Ayasofya, Ezan ve Yahya Kemal
Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da 30 Mart 1922 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Ezan ve Kur’an” başlığıyla neşrettiği bir yazısında diyor ki: “Birçok günlerimi Ziya Gökalp’le konuşarak geçirdim. Diyarıbekir’in bir harika olan bu oğlu, konuştuğu zaman istikbalin muhayyel bünyanını kuran dev gibi bir mimara benzerdi: İlk Müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bâni idi; maziye arkasını çevirmiş sâbit bir bakışla istikbale bakardı. Maziye karşı daussılamı hararetle söylediğim bir gün dedi ki:

Harabisin harabati değilsin
Gözün mazidedir ati değilsin
Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir sesle,
Ne harabi ne harabatiyim,
Kökü mazide olan atiyim.
dedim.

Bir cevaptan başka ciddi manası olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış. Mütarekeden sonra maziye karşı daüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti.
Fatih’in Edirne’den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 senesinin baharını hissettim.
Edirne’den İstanbul üzerine o yürüyüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan Fatih; Kostantıniyye fethine dâir bir hadisin müjdesini hisseden o asker; tarihin en büyük faslını açmağa gelmiş olan o ejder gibi toplar, Gelibolu’dan gelen o bin bir yelkenli beyaz donanma; hâsılı o safha kalbimde canlandı.

Elli yedi gün süren muhasarada ihtiyar Akşemseddin’in kocamış bir kartal gibi kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle: “Ya Müfettiha’l-ebvab!”diye bağırdığı tepelerden surlara baktım.
İhtiyar Karaca Bey’in Rumeli askerlerini yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur sarayı burçlarının üstünde oturdum. Zağanos Paşa’nın elli yedi gün Türk hamlesiyle yıkmaya çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezindim.

Yedikule’den Eyüb’e kadar Türk ordularının bir sel gibi taştığı uzun yolda yürüdüm. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar giden büyük surun orta kapısından şehre girdim.
Rumi Mayısın Yirmi Dokuzuncu Salı sabahı şafak sökerken, fetih askeri ilk defa buradan girmişlerdi. O şafak vaktini, o müthiş mahşeri, 857 seneden beri İslâm’ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci, bütün kalbimle hissettim.

Fatih’in büyük tabutunun cephesinde duran destarı, Bellini’nin meşhur resmi kadar canlı bir tasvirin vehmini veriyordu. Fakat bu gördüğüm rüya maziydi.

Birgün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal’i vaki’di.
Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl manasıyla ilk defa idrak ettim!
(Dursun Gürlek, www.yenidunyadergisi.com)





İçki, şu, bu derken sıra geldi Osmanlı'da mumla mumya aramaya. Güya Osmanlı padişahları gömülmeden önce mumyalanırlarmış.

Kanıt olarak öne sürdükleri de ya bazı vakanüvislerin manasını anlamadıkları sözleri ya da bir sözde 'belge'. Kimi şöhret heveslileri de kapı kapı dolaşıp Fatih'in cenazesini kokuttuğumuzu, bundan büyük rezillik olamayacağını, dahası, ellerinde taş gibi belge olduğunu lodos gibi üfürebiliyorlar. Sizler de soruyorsunuz haklı olarak: Var mı böyle bir şey?

Her şeyden önce böylesine çözümü zor tarih konuları magazinci ağzıyla çözülmez. Olsa olsa kâzip bir şöhret getirir, sonrası fıs! Oturup belgeler üzerinde çalışmaktan başka çözüm yolu yoktur. Ama nerede o sabır bizde! Herkesin gözü maçın skorunda. Hatta maçta bile skor üç ihtimalli iken, burada tek maçlı kupa finali gibi ya galip geleceksiniz ya da yenileceksiniz.

Gelelim mumya meselesine.

Bir kere eski Türkler, mesela Göktürkler ölülerini mumyalamazlardı. Ölen hükümdarların cesetleri aylarca açıkta bekletilir, ceset iyice çürüdükten sonra kemiklerini törenle gömerlerdi. Kültigin Şubat 734'te ölmüş ama Kasım'da gömülmüştü. Aynı şekilde Kasım 734'te ölen Bilge Kağan ise Haziran 735'te gömülmüştü (J.-P. Roux, "Türklerin ve Moğolların Eski Dini", İşaret Y., 1998, s. 214).

İkincisi, Amasya Müzesi'nde veya bazı Konya türbelerinde Selçuklu veya Beylikler dönemine ait bazı mumyalanmış hanedan cesetleri mevcutsa da, padişahlar mumyalanarak gömülmezlerdi.

O zaman haklı olarak 'Kitaplarda rastladığımız 'Sultanın naaşı tahnit edildi' ifadesinden neyi anlamalıyız?' diye soracaksınız. Mütercim Âsım'ın "Kâmus Tercümesi"ne bakıldığında 'tahnit'in Arapçada 'hanut' veya 'hınat' kelimelerinden geldiğini öğreniriz. Bunlar ise güzel kokulu nesnelerden oluşan kokuya tabir edilir ki, ölünün kefeni üzerine saçılır ve tebhir edilir.

Yani 'tahnit', Mısır'daki gibi mumyalama işlemi değildir. Prof. Halil Sahillioğlu'nun dediği gibi, hem koku sürmek, hem de güzel kokulu maddelerle beşer vücudunu çürümekten korumak anlamındadır. Tahnitin yerine göre dereceleri vardır gerçi ama bu hiçbir zaman mumyalama olarak nitelendirilemez. Nitekim Edirne'de vefat eden II. Süleyman'ın cenazesine ilişkin belgeler Başbakanlık Arşivi'ndedir. Cenazesi için satın alınan maddelere baktığımızda bir kısmının güzel kokular olduğunu görürüz: Anber, öd ağacı, abur, kâfur vs.

Kanuni'nin Zigetvar'dan 48 gün sonra getirilen cenazesine tahnitin bir ileri aşaması uygulanmış ve kokuşacak olan iç organları çıkartılmak suretiyle ilaçlanmış, misk, anber, abir sürülerek İstanbul'a kadar bozulmadan dayanması sağlanmıştır. Hatta bir tanığın söylediğine bakarsak, "attar tablası" gibi kokmaktadır. Belirtelim ki, Kanuni'nin daha Zigetvar'dayken iç organları çıkarılmış, kalbi yıkanarak ayrı bir kabın içine konulup diğer organlarıyla birlikte gömülmüş, cenaze özel doktoru Kaysunizade başkanlığındaki bir heyet tarafından yıkanmış, sonra kefenlenip namazı kılınmıştır. O sırada Zigetvar'da bulunmayan Gelibolulu Mustafa Âli ve ondan neredeyse bir asır sonra Evliya Çelebi'nin söylediğinin tersine, Kanuni'nin cesedi 'salamura' yapılmış veya mumyalanmış değildir.

İlginçtir, Kanuni'nin cenaze namazı bir de İstanbul'da kılınacaktır. Ancak İmam Şafii'dir (Nakibüleşraf Muharrem Efendi). Neden bir Şafiî imam kıldırmıştır? Hanefilikte iki ayrı cenaze namazına cevaz yokken, Şafii mezhebinde vardır da ondan. (Osmanlı'nın dinî hassasiyeti böyleydi.) Ayrıca Osmanlı insanı ölüme o kadar yakındır ki, sefere giden beyler, yanlarında zemzem suyuna batırılmış kefenler götürürlerdi. Nitekim Kanuni 'müzemzem' kefenle defnedilmiştir, mumyalanarak filan değil.

Sabrınız taşmak üzere, biliyorum. 'Nerede kaldı şu Fatih'in cenazesi?' demektesiniz haklı olarak. Geliyorum.

Önce 1970'te "Belleten"deki yazısında İ. H. Uzunçarşılı, ortada gördüğünüz belgeyi yayınlar. O tarihe kadar kimsenin dikkatini çekmemiş olan bu belgede tarih yoktur, bir. Kime yazıldığı belli değildir, iki (üzerinde yalnız 'Sultan' diye bir kelime okunur). İçinde sadece İshak Paşa'nın adı geçer. İmza ise Baltacılar Kethüdası olduğunu söyleyen Kasım'a aittir.

Önce üzerinde konuşabilmemiz için bu 'müthiş' belgenin ilgili kısmını aktarıyorum:

"...Ol halde hünkâr müteveffa oldu, üzerimde üç gün ve üç gece mum yanmadı, vardım Kapucular Kethüdasına söyledim, ol dahi İshak Paşa'ya söyledi. Emreylediler mum yaktım. Reyhası ucundan kimse yanına varmadı. Ben fakir, usta ile bilece içini ayırtladım. Bu zikr olunan sözleri kethüdamız dahi bilir..."

Şimdi çarpıtmalara gelelim.

1) Metindeki 'üzerimde'yi 'üzerinde' okuyorlar, 2) Sonra onu 'cesedin üzerinde' yapıyorlar, 3) Ardından güzel koku anlamına gelen "reyha" (rayiha) kelimesini cesedin kokuşmasına yoruyorlar, 4) Nihayet "Bilece içini ayırtladım"dan yola çıkarak Baltacılar Kethüdası'na bir ustayla birlikte cesedin içini boşalttırıyorlar.

Benim kanaatlerim şöyle:

1) 'Üzerimde 3 gün mum yanmadı'dan şunu anlayabiliriz: Saraydaki yas sırasında genel bir karartma uygulanmıştır. Kethüda Kasım, 'Mum yakabilir miyim?' diye izin istiyor.

2) Ceset kelimesi geçmiyor.

3) 'Rayiha' güzel koku anlamındadır ki, açıkladığımız gibi kefenin üzerine saçılan kokulardır. Bundan çürüme ve kokuşma anlamı çıkmaz.

4) 'Ayırtlama'nın buradaki anlamı, G. Veinstein ve N. Vatin'in yakaladıkları gibi sözkonusu olan bir cenaze ise iç organlarının çıkarılması değil, gasledilmesidir.

5) Madem atış serbest, ben de bu mektubun II. Murad'ın vefatı üzerine Fatih'e yazıldığını iddia etsem kim ne diyebilir? Hem adı geçen İshak Paşa'nın imzasını, Murad Han'ın vasiyetnamesinde de görmüyor muyuz?


Yıllar önce aklıevvelin biri bu belgeyi nasıl sunmuştu, hatırlayıp gülümseyelim mi: "Fatih'in naaşının mumyalanması unutulmuş ve sarayı dayanılmaz bir koku sarınca "Hay Allah, hünkârı tahnit ettirmek hatırımıza gelmedi" denip kokmuş ceset alelacele mumyalatılmıştı."

Tarihimiz kimlere emanet!


m.armagan@zaman.com.tr