Articles by "2. Bayezid"
2. Bayezid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Osmanlı tarihini pek iyi bilmeyenlerin sorduğu sorulardan bazıları "Sarayda nece konuşulurdu?" yahut "Osmanlının dili Türkçe midir?" gibi sorulardır. Bu sorulara en güzel yanıt olabilecek bir mektubu yayınlıyoruz.
Mektubu gönderen Fatih'in eşi II.Bayezid'in annesi Gülbahar Sultan'dır.* Mektubun üzerinde tarih bulunmamakla birlikte Bayezid'in tahta çıkışından sonra yazılmıştır. Bayezid tahta çıkmadan önce Amasya valisi idi. Gülbahar Sultan, Şehazde Bayezid'in yanına Amasya'ya gitmiş, mektup da Amasya'dan gönderilmiştir. Mektupta Gülbahar Sultan 40 gündür oğlunu göremediğini kendisini de İstanbul'a aldırmasını yahut doğuya sefere çıkarsa en azından "bir iki gezcik" yüzünü görmek istediğini yazmıştır.

Bad'el dua benim devletlum,

Ciğer köşem çok selâm ve dua edüp iki şah gözlerinden öperim kabul kılasız. Benim sultanım nevruz dahi mübarek olsun, Hemişe bunun gibi mübarek günler ve şerif saatlere yetişin devletle. Benim devletim göresim geldi; sizin göresiniz gelmediyse bizim geldi. Devletlû başımız içün gelin göreyim. Benim beyceğizim yakın sefer dahi ederseniz, sağlıklarla bari bir iki gezcik devletlû yüzünüzü görelim gitmeden. Kırk günden artucak oldu kim, görmedim.Benim sultanım küstahlığımızı ma'zur dutasız. Benim dahi sizden gayri kimimüz var, siz sağ olun. Baki devlet-i ebedi ve saadet-i sermedi.

Kemter Kemine Valideniz


*II. Bayezid'in annesi üzerinde çeşitli itilaflar mevcuddur. İlber Ortaylı "Son İmparatorluk Osmanlı" kitabında II.Bayezid'in annesini Sitti Hatun olarak yazmakta fakat M.Çağatay Uluçay "Padişahların Kadınları ve Kızları" ve Mehmet Süreyya Bey "Sicill-i Osmani"de Gülbahar Hatun'un Bayezid'in annesi olduğunu yazmaktadır. Bir iddiaya göre Sitti Hatun, Bayezid tahta çıkmadan önce ölmüş ve Gülbahar hatun Bayezid'in üvey annesi olmuştur. Sitti Hatun'un Bayezid tahta çıktıktan sonra Edirne'de bir camii yaptırması (1484) ve oraya gömülmesi, Bayezid'in gerçek annesinin Gülbahar Hatun olduğunu doğrular niteliktedir.

Resim: Sultan II. Bayezıd Arnavutluk dönüşü atı üzerinde ilerliyor.
Kaynaklar: M.Çağatay Uluçay, Haremden Mektuplar; syf;19, M.Çağatay Uluçay; Padişahın Kadınları ve Kızları; syf; 18,19,20, Mehmet Süreyya Bey, Sicill-i Osmani syf;15(a.s)





(Aşağıda bahsettiğim Amasya'daki Külliye'de Sultan'ın resimde gördüğünüz tablosu asılıdır.)
İstanbul'da Sultan Bayezid Camii'nin açılışını (aynı isimde Camii Amasya'da da vardır, Şehzadelik döneminde yaptırılmış olup Camii, Külliye ve Medrese'den oluşur.) kendisi yapmak istemez.Orada bulunan kalabalık insan topluluğuna seslenir:


-Bu Camii'nin açılışını aranızda İkindi namazı'nın sünneti'ni hiç kaçırmamış olan varsa onun yapmasını istiyorum.Buyursun gelsin.

Kalabalıktan ses çıkmaz, bunun üzerine şöyle der:

-Bu Camii'yi açmak bana nasip oldu o halde...
Bu hususta kendisinden başka kimse çıkmamış, savaşta ve barışta hiçbir sünneti bırakmadığı için Camii'yi kendisi açmıştır.




Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın üç oğlunun büyüğü olup, 1448'de Gülbahar Hâtun'dan Edirne yakınlarında bulunan Dimetoka'da dünyaya geldi.

Küçük yaştan îtibâren büyük bir ihtimamla yetiştirildi ve devrin en mümtaz âlimleri elinde tahsil gördü. Dîni ilimlerde, fıkıh âlimi derecesinde bilgisi vardı. Yedi yaşında iken, Hadım Ali Paşa nezâretinde Selçuklular devrinden beri mühim bir ilim ve kültür merkezi olan Amasya'ya sancak beyi tâyin edildi.

Amasya'da sancak beyliği sırasında Otlukbeli Savaşı'nda Kazova'da orduya katılan Şehzade Bâyezid sağ kolda yer aldı. İran'dan gelen tüccarların mallarının yağmalanması üzerine gönderdiği kuvvetler 1479'da Torul ve çevresini Osmanlı topraklarına kattı.

Şehzade Bâyezid, babası Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın 3 Mayıs 1481 târihinde Maltepe civarında vefatı üzerine İstanbul'a davet edildi. Şehzade Bâyezid, emrindeki dört bin atlı ile 21 Mayıs 1481 günü İstanbul'a vardı ve devlet idaresini eline aldı. Bîat merasimi ile Osmanlı tahtına cülus etti ve sekizinci Osmanlı sultanı oldu. Ertesi gün de babasının na'şını defnetti.




(II. Abdülhamid (Arapça: عبد الحميد ثانی `Abdü’l-Hamīd-i sânî)
(d.
21 Eylül 1842 – ö. 10 Şubat 1918). 34. Osmanlı padişahı ve 98. İslam halifesidir)
Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci'nin 24 Kasım 2007 Cumartesi tarihli saatlimaarif.com'da çıkan makalesidir. 5 yıl önce gazeteci 5 yıl sonra  tarihçi kesilenlere tokat niteliğindedir. Öyle araştırılmadan edilmeden mesnetsizce kim onu içmiş kim bunu çekmiş bol keseden ve fasulyeden sallamak kimsenin haddine değildir. İnsanlar boyunun aştığı hadiselere pek bulaşmamalıdır diyor hocamız.
Bu makaleyi konu hakkında atıp tutan, konu hakkında bilgisi olmayan, bilgisi olup da tam pekiştiremeyen herkes okumalıdır. Sözü şimdi Marmara Üniversitesi Türk Hukuk Tarihi Profesörü Ekrem Buğra Ekinci'ye bırakıyorum. Özellikle ülkemizdeki belli bir kesimin o beyinciklerine iyice kazıması gerekiyor..

***

Kendimizi bildik bileli işittiğimiz bir terâne bu. Son günlerde yine gündeme getirildi. Her şey yaşlı ve afili bir gazete köşe yazarının Osmanlı hanedanının en yaşlı âzâsından naklettiği bir sözle başladı.

Buna göre Sultan Hamid rom içermiş. Gazete yazarı, "Dedesini defalarca görmüş olan torunundan daha mı iyi bileceğiz?" diye de soruyor. Gel gör ki bunu söylediği iddia edilen Şehzâde Ertuğrul Efendi 1912 doğumludur. Sultan Hamid 1918 yılında vefat etti. Ertuğrul Efendi'yle biz de görüştük. Kendisinden bizzat işittiğimize göre, dedesi Sultan Abdülhamid"i ömründe bir defa, mahbus bulunduğu Beylerbeyi Sarayı"nda görmüş. O zamanlar beş yaşında imiş. Babası Şehzâde Burhaneddin Efendi ile beraber ziyaret etmişler. Dedeleri kendilerini kucağına alıp sevmiş. Ömründe bir defa o da beş yaşında iken gördüğü dedesinin rom içtiğini Ertuğrul Efendi bilir mi? Bunu nezaketen kendisine sormak istemedim. Belki başkasından işitmiştir. Ama Sultan Abdülhamid'i çok daha yakından tanıyan ve onu defalarca görmüş olan yakın çevresinden böyle bir şey işitilmiş değil.

İş burada bitecek iken, popüler bir gazetenin nevzuhur tarihçisi, Osmanlı padişahlarından hangisinin içki içtiğine dair bir yazı yazdı. Buradaki bilgiler onsekizinci asırda yaşamış bir şair-tarihçiden naklediliyordu. Osmanzâde Tâib, karışık hayatı sebebiyle müderrislikten atılmış; kulağı delik ve muhiti geniş bir müellifti. Sağdan soldan işittiklerini kitaplarına dercetmesiyle tanınır. Hele bu meselede Osmanzâde Tâib'in başlıca kaynağı olan Gelibolulu Âli'nin abartılı ifadeleri, ilmî çevrelerde çok ihtiyatla karşılanmıştır. Meselâ Şemsi Paşa"ya olan antipatisi, onu Sultan Murad'a rüşvet vermiş göstermeye kadar varmıştı. Osmanzâde"nin ikinci kaynağı ise dokuzuncu asırda yaşamış ve Mutezile mezhebine mensubiyetiyle tanınan Şiî Arap şairi Câhız. Bu da başka bir âlem. O zaman mahkemeye gitse, şâhidliği kabul edilmeyecek birisinin sözünü, şimdi biz mi kabul edelim?

Gelelim Osmanlı padişahlarının içki içip içmediği meselesine…

Bunu bilmek neredeyse imkânsız. Çünki Osmanlı padişahları, aileleri dâhil, hiç kimseyle beraber yemek yemezlerdi. Hatta buna dair Fatih kanunnamesinde hüküm bile vardır. Sultan Abdülhamid"in son senesine kadar da bu gelenek devam etti. Öyleyse padişahları içki içerken kimsenin görmesi mümkün değildir. Maamafih içmiş olabilirler. Peygamberler dışında hiç kimse masum sayılmaz. Herkes hatâ yapabilir, günah işleyebilir. Ama görmeden ve iyice bilmeden bir kimse hakkında hüküm de verilemez. Hele tarihçilerin sözüyle aslâ. Tarihçilerden bazıları belli kimselere yaranmak için tarihî hâdiseleri bile tahrif etmekten çekinmemişlerdir. Böylesine mahrem bir mevzuda, üstelik asırlar geçtikten sonra ne söyleyebilirler? Hele modern yazarların padişahların ağızlarına sayaç takmış edâsıyla konuşmalarına ne demeli! Maamafih ciddî Osmanlı tarihçileri, zaten böyle bir şey söylemiyorlar.

O halde bazı padişahların içki içtiğine dair rivayetler nereden çıkıyor? Bunlara itibar etmek mümkün mü? Asırlar öncesine ait hadiseleri bugün olmuş ve bizzat görmüşcesine hikaye etmek olacak iş mi? Halbuki İslâmiyet, kim olduğu bilinmeyen, hatta fâsık birisi bir haber getirirse, buna hemen inanmamayı emrediyor. Bir müslümanın gizli işlediği günahı bile gelip başkasına anlatan kimse fâsıktır. Sözüne inanılmaz, güvenilmez.
(I. Bayezid (Arapça: بايزيد الأول, Lakabı Yıldırım (Osmanlı Tükçesi: ییلدیرم)
(d. 1360, Edirne – ö. 1403). Dördüncü Osmanlı Padişahıdır)
Benzeri iddialar önceki müslüman hükümdarlar için de ortaya atılmıştır. Meselâ bazı Emevî ve Abbasî halifeleri için söylenmedik söz bırakılmamıştır. Halbuki bunların hepsi iman ve ahlâk sahibi âdil insanlardı. Evet, içlerinde tek tük nefislerine mağlup olup sefih bir hayat yaşayanlar çıkmıştır. Fakat, bunların da İslâmiyete zararları olmamış, nihayet nefislerine zulmetmişlerdir. Buna da etraflarındaki devlet ricâli sebebiyet vermişti. Sonra gelen bazı tarihçiler, zamanlarındaki idarecilere yaranmak için bunların hatâlarını şişirmiş: hatta bu uğurda hadîs bile uydurmuşlardır. Bazı Osmanlı tarihleri de, zaman yakınlığı ve sınır komşuluğu bakımından bu tarihlerden tercüme edilmiş ve onların tesiri altında kalmış olduğundan, aynı yanlışlıkları tekrarlamıştır. Nevzuhur tarihçimizin kaynağı, Ömer bin Hattab"ın içki içtiği için cezâ alanlardan birisi olduğunu yazıyor. Şarap haram edilmeden önce Hazret-i Ömer içki içmiş olabilir. Ama haram kılındıktan sonra içki içtiği, hele cezâ aldığı hiçbir yerde geçmez. İslâmiyetin peygamberlerden sonra en üstün tuttuğu ikinci zât için böyle bir iddiaya lâ havleden başka ne denir! Ancak Mutezile itikatı ve Şiî görüşlü Câhız"dan böyle bir şey beklenir.

Bugün çok sıradan insanlar, içkiyi haram bilip içmezken, hayatlarını İslâmiyeti yaymak uğrunda sarfetmiş, ülkeyi hayır eserleriyle donatmış, dindarlıklarıyla menkibe kitaplarına geçmiş ve aynı zamanda müslümanların halîfesi olan Osmanlı padişahlarının içki içecek kadar zayıf iradeli olduğuna inanalım mı? Zaten bunu yazanlar da bazı padişahların sonradan tövbe edip içkiyi bıraktığını söylüyor. Hatâsını anlayıp dönmek de bir fazilettir.

İçki içen ilk padişah yaftası yapıştırılan Yıldırım Sultan Bayezid, Bursa'da Ulu Cami'yi ve kendi adıyla anılan câmiyi binâ etmiştir. Bizans İmparatoruna, İstanbul'da bir müslüman mahallesi kurulup, câmi yapılarak kâdı tayinini kabul ettirmişti. Meşhur mutasavvıf Emir Sultan ile sohbet etmiş, hatta O"na kızını vermişti. Sırp kralının kızıyla evlendi diye Yıldırım Sultan Bayezid"e kızıp, kendisini bu kızın içkiye alıştırdığını söyleyenlere ne diyelim? Padişahı içki içerken kim görmüş, belli değildir. Yaptığı siyasî bir evlilikti. Belki bir araya bile gelmediler. Padişah, onun sözüyle içki içecek birisi miydi? Doğrusu çok söz götürür. Diyebilirsiniz ki câmi de yaptırır, içki de içer. Evet bu mümkün. Ama bugün bana gösterebilir misiniz çevrenizde hem câmi yaptıran, hem de içki içen kaç kişi var?
(II. Selim (Osmanlı Türkçesi: سليم ثانى Selīm-i sānī)
(d. 28 Mayıs 1524 – ö. 15 Aralık 1574) 11. Osmanlı Padişahıdır)
Üstelik bu âdeti anne tarafından Mevlâna Celâleddin Rûmî'nin torunu olup soyu Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebûbekr ve Hazret-i Ömer"e dek ulaşan Çelebi Sultan Mehmed, Sultan II. Murad, hatta İstanbul"u fethetmekle Hazret-i Peygamber"in övgüsüne mazhar olan Fatih Sultan Mehmed ve velî lakabıyla tanınan Sultan II. Bayezid de devam ettirmiştir. Sekiz senelik saltanatını Ehl-i sünneti korumak için Safevîlerle savaşmak ve müslümanların mukaddes beldesi Hicaz'ın fethiyle geçiren Yavuz Sultan Selim ara sıra içer, ama hemen sarhoş olurmuş. Osmanlı ülkesini hayır eserleriyle donatan ve adaletiyle tanınan Kanuni Sultan Süleyman önceleri içermiş, sonra bırakmış. Eh, bu sözlere de pes demekten öte geçilemez.

İslâm hukukunda gayrımüslimlerin içki içmesi yasak olmadığı gibi, bunların içki alıp satması ve meyhane açması da serbest idi. Kanunî Sultan Süleyman zamanında Müslümanların ekseriyette bulundukları mahallelerde gayrımüslimlerin meyhane açması yasaklanmış; Sultan II. Selim zamanında buna tekrar izin verilmişti. Nitekim gayrımüslimlerin meyhanelerinden ve içki satışlarından vergi alındığı da gizli bir bilgi değildir. İşin aslından habersiz bazıları, bunu padişahlardan ilkinin dindarlığına, diğerinin de şaraba düşkünlüğüne bağlamışlar; hatta kendisine Sarhoş Selim demişlerdir. Yangında yanıp tekrar yaptırdığı saray hamamını gezerken tansiyonu düşüp kaymış ve beyin kanamasından vefat etmişti. Buna rağmen, "Sarhoş halde hamamda kız kovalarken öldüğü" bile söylenip yazılmıştır. Halvetî tarikatına bağlılığı ile bilinen Sultan II. Selim"in dindarlığı Selimiye Camiini yaptırmasından bellidir. Ayasofya camiini de esaslı tamir ettirmişti. Zaten nevzuhur tarihçimiz de padişahın içki içtiği halde beş vakit namazını kıldığını; sonradan şeyhinin telkiniyle içkiye tövbe ettiğini; hatta ölürken kendisine verilen ilacı; içinde içki vardır diye reddettiğini de yazıyor.
Amansız içki ve tütün yasağıyla meşhur Sultan IV. Murad da içki içmediği halde, mübtelâ olduğu gut hastalığının ağrılarını hafifletebilmek için hekimbaşı tarafından verilen afyon hülâsalarını (morfin) alırdı. Bu da kendisinde halsizlik ve uyuşukluk yapardı. Sendeleyerek yürüdüğünü birkaç defa görenler padişahın içki içtiğine hükmetmekten çekinmemiştir. Babası gibi Üskürdarlı Aziz Mahmud Hüdâî'ye bağlıydı. Selden yıkılmış olan Kâbe-i Muazzama"nın bugünki binâsını yaptırmış; Karaköy Arab Câmiini harab bir binâ iken şimdiki hâle getirmiştir.

Nevzuhur tarihçiler, yaptıkları istatistiklerle, Sultan II. Mahmud'un içkiye en düşkün padişah olduğuna karar vermişler. Halbuki Osmanlı Devleti"ni mutlak felâketten kurtararak âdetâ yeniden kuran bu padişahın da dindarlığına çok deliller vardır. İstanbul'daki bütün Sahâbe-i kiram kabirlerini bulup yaptıran, öte yandan Tophâne'de zarif Nusretiye Câmiini, Eminönü'nde Hidâyet Câmiini, Üsküdarda Adliye Câmiini, Arnavudköy'de Tevfikiye Câmiini inşâ ettiren O'dur. Vehhâbîleri işgal ettikleri Hicaz"dan çıkararak Hazret-i Peygamber"in kabri üzerine yeşil kubbeyi yaptıran O'dur. Hele Medine'deki Hücre-i Seadete hediye gönderdiği altın şamdan münasebetiyle yazdığı ve "Şemdan eyledim ihdâya cür"et yâ resûlallah.." diye başlayan na'tta Hazret-i Peygamber"e olan sevgisini çok içli ve edebî biçimde terennüm etmiştir. Ağır verem hastası iken, Çamlıca"da kızkardeşinin köşkünde fenalaşmış, "Beni bir câmiye kaldırın da, bari orada vefat edeyim" demiştir. Yeniçeri Ocağı"nı ve bununla organik bağı sebebiyle Bektaşî tekkelerini kapattığı için malum dedeler tarafından "Gavur Padişah" diye anılmış; yeni düzende yemleri kesilenler de bu hakaret sözüne dört elle yapışmıştı. İçki içtiğini de muhtemelen yine bunlar uydurmuştur.
(IV. Murad (Osmanlı Türkçesi: مراد رابع Murād-i rābi‘)
(d.
27 Temmuz 1612 - ö. 8 Şubat 1640) 17. Osmanlı Padişahıdır)
Sultan Mahmud'un içki içtiği söylenen oğlu Sultan Mecid ise Medine'de Mescid-i Nebevî'nin bugünki hâlini yaptırmış; Kâbe-i Muazzamaya kâşî tuğla döşetmiş; Hırka-ı Şerif, Dolmabahçe, Ortaköy, Teşvikiyye gibi zarif câmiler binâ ettirmişti. Hasta yatağında iken Medine halkından gelen mektubu hürmeten ayağa kalkıp dinlediği meşhurdur. Üstelik Nakşî meşâyihinden Yanyalı İsmet Efendi'ye bağlıydı. Türbesinin Sultan Selim câmii avlusunda, ama Sultan Selim"inkinden daha alçak yapılmasını istemiş; Yanyalı İsmet Efendi tekkesi müridlerinin her Cuma gecesi türbesinde hatm-i hâcegân yapmasını vasıyet etmişti. Bu nâzik ve içli padişah, yine de iftiralardan kendisini kurtaramamıştır. Hele zamane bir tarihçisinin gözüyle görmüş gibi padişahın sarhoş olup hammallar tarafından küfeye konup saraya getirildiği sözüne ne denir! Sultan Mecid, içki içseydi, bunu müptezel şekilde yapmayacak kadar nâzik bir insan idi.
Yakışıklılığı, nazik ve demokrat tavırları ile modern Avrupa monarşilerindeki hükümdarları andıran Sultan V. Murad ise, amcası Sultan Abdülaziz"in feci ölümü üzerine ağır bir depresyon geçirmiş; şuuruna halel geldiği için tahttan indirilmişti. Bu halde bulunan bir insanın fiillerinden mesul tutulamayacağı âşikârdır. Kaldı ki kendisinin içki içtiği rivayeti, sağlam kaynaklarda geçmez. Nevzuhur tarihçinin de yazdığı gibi merhum Sultan Reşad içki içmezdi. Fakat keşke içki içseydi de, iktidarı İttihatçılara bırakmasaydı. Koca imparatorluk sayelerinde yıkıldı.

Hele, Üsküdar Yeni Câmiini ve şehrin iki yanında çok zarif iki çeşme inşâ ettiren, hattatlığıyla meşhur Sultan III. Ahmed ile Nuruosmaniye câmii inşaatını başlatan, Rumelihisarı, Kandilli, Yeraltı, Beşiktaş Arab İskelesi, Üsküdar Mahmudiye, Defterdarkapısı, Tulumbacılar Odası, Yalıköşkü câmi ve mescidlerini yaptıran Sultan I. Mahmud'un içki içtiğine dair hiç delil yoktur. Gelin görün ki yazar, Sultan Ahmed'in hangi balkonda hangi yastığa dayanarak kiminle rakı içtiğini, gözüyle görmüşcesine anlatıyor.

Günlük hayatı neredeyse saniyesi saniyesine malum bulunan Sultan Hamid'in içki, hatta rom içtiği bilinmiyor. Ama dinî hassasiyetinde hemen herkes müttefik. Zevcesi Behice Kadınefendi, padişahın helâdan çıkıp banyoya gidene kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm edecek derecede dindar olduğunu söylemiştir. İttihatçılar, II. Meşrutiyet"i müteakip, Sultan Hamid"i halkın gözünden düşürmek için neler söylemediler. Abdullah Cevdet, "Sultan Hamid hakkında yüz yalan uydurdum. Bazısına kendim de inandım" demekten kendisini alamamıştır.
Nevzuhur tarihçinin kaynağına göre, "Fatih Sultan Mehmed Han ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada ıyş ü nûş ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa'yı ışret sırasında katletmişti". Yazar ıyş ü nûş kelimesini içki âlemi; ışret kelimesini de içki diye tercüme etmiş. Sultan IV. Murad"ın şeyhülislâmı Zekeriyazâde Yahya Efendi'nin "Mescidde riyâmişler etsin ko riyayı/Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai" beytini yazarak "Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğiz?" diyor. Divan edebiyatından ve tasavvuftan biraz anlayan, bunu değerlendirmekte zorluk çekmez. Şair ve tarihçilerin kullandığı ıyş ve ışret, sâki ve bâde gibi kelimeleri şahid gösterip de bu hükmü vermek tamamen hatâlıdır. Divan şiirinde meyhane tekkeyi; sâki sevgiliyi ve şeyhi; bâde ve şarap ise ilahî aşkı sembolize eder.
Iyş, yaşamak; ışret, eğlence ve cümbüş demektir. İkisi de arapçadır. Eğlenmek illâ içki içmekle mi olur? Eşi dostuyla dinin izin verdiği şekilde eğlenmek yasak değil ki. Buna da ıyş ü ışret deniyor. Nûş, farsça içmek demek. Su için de kullanılır, şerbet için de. Dôlu eski türkçede içine su karıştırılan su dışındaki içecekleri anlatır. Ayrana da dôlu denirdi. Hatta Bursa'da askere ayran yapıp verdiği için Dôlu baba diye bilinen bir evliyânın kabri vardır. Sâki yalnızca içki dolduran değil, su veren kimse için de kullanılır. Zaten sâki, arapça sulayan demektir. Arapçada da "şarap" şürb edilen, yani içilen şey demektir. Şerbet, çorba, meşrubat, şurup gibi kelimeler hep aynı köktendir. Kur'an-ı kerimde içilmesi yasak olan hamr'dır. Fermantasyona uğramış içki demektir. Biz bugün buna şarap diyoruz. Ama eski metinlerde "şarap" içilecek her şey için kullanılır. Lisanını ve kelimelerini bilmeden bir devir hakkında rastgele hüküm vermek ne kadar hatâlı!

Üstelik İslamiyette üzüm ve hurmadan yapılan şarap ve bundan elde edilen alkol kesinlikle haram olan bir içkidir. Bunun dışında bazı alkollü içkiler vardır ki kimi âlimler bunların ilaç ve ihtiyaç için sarhoş etmeyecek mikdarını içmeye cevaz vermiştir. Rom da bu kabildendir. O halde neyin ne için içildiğini bilmeden ahkâm kesmemek lâzım.

Peki bu iddiaların maksadı ne olabilir? Muhtemelen muhafazakâr çevrelere mesaj verilmek isteniyor. Nasıl bir mesaj? İki ihtimal var: Birincisi, "Sizin çok övdüğünüz Osmanlı padişahlarının hâline bakın! İçki içerlermiş. Demek ki iyi insanlar değilmiş. Dolayısıyla temsil ettikleri değerler de böyleymiş. Gerçeği öğrenin!". İkinci ihtimal, "Bakın, dindarlıkları herkesçe malum olan Osmanlı padişahları bile içki içmiş. O halde siz de inad etmeyin, yolunda olduğunuzu söylediğiniz padişahlar gibi yapın!" Görülüyor ki bunlar abesle iştigalden başka bir şey değil. Her şey biraz da Osmanlı padişahlarını her istediğini yapabilen Avrupa krallarına benzetmekten kaynaklanıyor. El-insaf!
Son devir ulemâsının büyüklerinden Seyyid Abdülhakim Efendi hazretleri dermiş ki: "Osmanlı padişahları, kendilerinden önceki hükümdarlar gibi değildir. Hepsi dindar insanlar idi. Dini muhafaza ettiler. Dinin direği idiler. İçlerinde bir tane kötü yoktur. Ama aralarında derece farkı vardır." Sevdiği ve büyük bildiği atalarına hakaret edilmesi, insanları incitmez mi? O halde müslümana düşen hüsnü zan etmektir. Kendilerini savunacak durumda olmayan tarihî şahsiyetler hakkında ileri geri konuşmak insana yakışmaz. Hele dedikodu ve iftirâdan kaçınmak, sadece dinî değil, herkesin uyması gereken ahlâkî bir vecibe olduğu unutulmamalıdır.
Prof. Dr. Ekrem Ekinci
(Marmara Üniversitesi Türk Hukuk Tarihi Profesörü)




II. Bâyezid devrine ait en mühim kanunlardan birisi şüphesiz ki, Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleridir. Bu kanunnâme, dünyanın en mükemmel ve en geniş belediye kanunu olmakla kalmamakta, aynı zamanda dünyada ilk tüketici haklarını koruyan kanun, ilk gıda maddeleri nizâmnâmesi, ilk standartlar kanunu, ilk çevre nizâmnâmesi ve kısaca asrına göre çok hârika bir hukuk kodudur. Bu kanun, hem Osmanlı örf âdetlerini ve hem de İslâm hukukunu çok iyi bilen Mevlânâ Yaraluca Muhyiddin tarafından hazırlanmıştır. Hazırlanış tarihi 1502 ila 1507 tarihleri arasındadır.

Biz, her biri 100 küsur maddeyi bulan bu üç kanunnameden sadece bazı maddelerini, tüketici hakları açısından arz ediyoruz (Maddenin başındaki rakamlar Kanun maddelerine ve harflerden B, Bursa, E Edirne ve İ İstanbul Kanununa işaret etmektedir):
İ-45. Ve mahkeme kararıyla yiyecek ve içecek ve giyecek ve hubûbât ki; çarşıda ve pazarda vardır, gözedilüb her meslek sahibi teftiş oluna. Eğer terâzûda ve kilede ve arşunda eksük bulunursa, muhtesib (belediye başkanı) haklarından gele.

İ-21. Etmekçiler, standart olarak alınan ekmeği narh üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Etmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına let uralar; eksük olursa tahta külâh uralar veyahud para cezası alalar. Ve her etmekçinin elinde iki aylık, en az bir aylık un buluna. Tâ ki, aniden bazara un gelmeyüb Müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhâlefet edecek olurlarsa, cezalandırıla.

İ-4. Eyle olıcak ekmek gâyet eyü ve arı olmak gerekdir.

E-7. Aşcılar bişürdükleri aşı pâk bişüreler ve çanakların pâk su ile yuyalar ve tezgâhlarında kâfir olmaya. Ve iç yağiyle nesne bişürmeyeler. Ve bir akçelik eti her ne narh üzerine alurlar ise beş pare olur. Bir akçelik aş alanın aşına bir pâre koyalar. İki pulluk dahi etmek vereler. Bir akçelikden artuk alsalar ya eksük alsalar, bu hisâb üzerine vereler. Cemî‘ Edirne'nin aşcıları ittifakiyle teftiş olundı.

İ-38. Ve kile ve arşun ve dirhem gözlenile; eksüği bulunanın hakkından geleler.

İ-5. Un kapanında olan kapan taşlarını, mahkeme kararıyla muhtesib (belediye başkanı) dâim görüb gözede. Tâ ki, hile ve telbîs olub un alan ve satan kimesnelere zarar ve ziyân olmaya.

B-74. Ve hamallar na‘lsuz at istihdâm etmeyüb ve dağ yükünün iki yükünden ziyâde götürmeye.

E-58. Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Eslemeyeni gereği gibi hakkından gele. Ve hammâllar ağır yük urmayalar, ma’kul üzerine ola[1].

İ-40. Ve sirke ve yoğurda su koymayalar. Su katılmış olub bulunursa, teşhir edeler veyahud tahta külâh uralar, gezdireler.

İ-29. Kuyumcular, sâde işi dirhemine bir akçe; minekârî işde dirhemine iki akçe ve altun sâde ise miskâline üç akçe; müşebbek işde miskâline beş akçe ve gümüş düğmeler iriyi ve hurdayı gâyet eyü hâlis işleyeler, bakır koyub işlemeyeler. İşleyenin muhtesib (belediye başkanı) gereği gibi haklarından gele.

İ-33. Ve boyacıları dahi gözedeler, kalb boyamayalar; boyarlarsa gereği gibi hakkından geleler.

İ-42. Ve iplikçilerin ipliği tire ipliğine berâber ola. Ve astar ki, şehirde işlene, sekiz arşun ola, eksük olmaya. Olursa hakkından geleler.

İ-46. Hammâmcılar, hâmmâmları gözedeler, yunmuş ola, ıssı ve sovuk su ile ârâste ve dellâkleri cest ve çâlâk ola. Usturası keskin ola. Şöyle ki, usturası altında kimesne zahmet çekmeye ve nâzır olan fotaları pâk duta; Müslümana verdüği fotayı kâfire vermeye.

İ-66. Ve dahi hekîmlere ve attârlara ve cerrâhlara, muhtesib (belediye başkanı)in hükmi vardır; görse ve gözetse gerekdir.

İ-24. Bakkallar ve attârlar ve bezzâzlar ve takyeciler, onun on bire satalar, ziyâdeye satmayalar. Ziyâdeye satarlarsa, muhtesib (belediye başkanı) dutub te'dîb ede. Ammâ bu bâbda ve gayride mahkeme kararı bile ola.

E-194. Berber gözlene; kâfir başın tıraş etdükleri ustura ile Müslüman başın tıraş etmeyeler. Kâfir yüzin sildikleri fota ile Müslüman yüzin silmeyeler. Usturaları keskün ola.

E-195. Tabibler dahi gözlene; bîmârhâne (hastahane) tabiblerine göstereler, imtihân edeler, kabul etmedikleri kimesneleri men` edeler. Cerrâhlar dahi gözlene; san`atlarında kâmil olalar.

E-196. Değirmenciler gözlene; değirmende tavuk beslemeyeler ki, halkın ununa ve buğdayına zarar etmeye. Ve âdetlerinden artuk almayalar ve iri öğütmeyeler ve kesmüklü buğdayı değiştirmeyeler ve illâ muhkem ve müntehî hakkından geleler.

E-198. Ve câmilerde dilenci tâifesin yürütmeyeler.

İ-70. Ve her san‘atı aydan aya kadı ile teftiş ede ve dahi göre ve gözede. Her kangısı kim ta‘yin olunan narhdan eksük sata, muhtesib (belediye başkanı) hakkından gelüb teşhîr ede.

İ-73. Fil-cümle bu zikr olunanlardan gayrı her ne kim Allâh ü Te‘âlâ yaratmışdır, hepsini de muhtesib (belediye başkanı) görüb gözetse gerekdir, hükmi vardır. Şöyle bileler, her kim muhâlefet ve inâd ederse, itâba ve ikâba müstahak olur[2]

[1] Hayvan haklarının 20. yüzyılın başında savunulmaya başlandığı düşünülürse, bu maddenin çok ileri bir hukuk anlayışının mahsulü olduğu daha iyi anlaşılır.
[2] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. II, sh. 188-230, 286-304, 387-402.

Prof Dr. Ahmed Akgündüz




II.Bayezid döneminin ilk yıllarında kurulan Galata Sarayı Ocağı, Topkapı Sarayı içindeki Enderun öğrencilerinin ilk ve orta öğrenimlerini aldıkları bir kurumdur. Bilindiği üzere Enderun öğrencileri "acemioğlanlar" adı altında Edirne Saray Okulu, İbrahim Paşa Ocağı, İskender Çelebi Sarayları ve Galata Sarayı Ocağı 'nda eğitilen devşirme öğrenciler arasından seçilirlerdi. Bu okulların yetiştirdiği çocukların her alanda Osmanlı Devleti'ne uyum sağlayabilmeleri için, adı geçen okullarda; Türkçe, Arapça ve Farsça başta olmak üzere, öğrencilerin yeteneklerine göre musıki, güzel yazı dersleri ile ata binmek, cirit, ok atma gibi geleneksel oyunların da dahil olduğu spor dersleri verilmekteydi. Bu eğitimi başarıyla tamamlayanlar arasında yapılan seçimle de öğrencilerin
bir kısmı Enderun'a giderken bir kısmı ise Kapıkulu olarak görev alırlardı.
Osmanlı Devleti'nin bu açıdan uzun süreli en önemli kaynağı olan Galata Sarayı Ocağı, başarısını kuşkusuz iç düzeninde oluşturduğu disipline borçluydu. 200'er kişilik üç koğuşu, 1 camii, 1 hamamı ve 1 darülşifayı bünyesinde kapsayan ocak, biri "başağa" olmak üzere 22 ağa ile idare ediliyordu. Bunların dışında ocakta bir cerrah, bir hekim, bir eczacı, bir katip, bir imam, bir ekmekçi, bir tellak ve bir çamaşırcı bulunuyordu. Okulun eğitim kadrosu ise Saray'dan ödenekli hocalardı. Hocalar günde 7 akçe maaş alırlardı. Her öğleden sonra düzenli yapılan yarışlar ve spor çalışmaları dışında, okulda yaşanan en canlı günler her salı yapılan öğrenci - veli buluşma günleriydi.
17. yüzyılda başgösteren imparatorluk içi karışıklıklar ve ödenek yetersizliğinden, öğrencilerin bir kısmı kapıkulu ayaklanmasına katılırlar ve böylelikle ocak, İbrahim Paşa Sarayı Ocağı ile birlikte tasfiye edilir. III. Ahmed döneminde (1703 - 1730) 1715 yılında yeniden açılan ocak, doğrudan Silahtarağa'nın kontrolüne verilir. Ocak, büyük, orta ve küçük olarak üç sınıfa ayrılır. Okul tekrar eski önemini kazanırken, padişahlar da ocağı ödülllendirmeye başlarlar. Bu doğrultuda I. Mahmud döneminde (1730 - 1754) saraydan gönderilen yüzlerce kitapla zengin bir kütüphane kurulur. Ne varki, 1820'de çıkan Tophane Yangını'na kadar sorunsuz giden eğitim kısa bir kesintiye uğrar. II. Mahmud döneminde (1808 - 1839) kagir olarak yenilenen bina, Osmanlı sisteminde enderunun kaldırılmış olması nedeniyle, 1834 yılında dağıtılır. Binaların bir bölümü ise Mekteb-i Tıbbıye'ye verilirken, bir kısmı da kışla olarak kullanıma açılır. 1865'e gelindiğinde İstanbul'daki tüm askeri okulların (Bahriye, Harbiye, Tıbbıye ve Mühendishane) hazırlık sınıfları bu çatı altında toplanmıştır.
Kaynak: gizlenentarihimiz.blogspot.com




Yıllardır pek çok okurum, Osmanlı padişahlarının hacca neden gitmediklerini ısrarla sorar durur. Bu hakikaten kafa karıştırıcı konuda net bir bilgiye veya beyana sahip değiliz ne yazık ki.

Öte yandan da ilginç bir gerçek duruyor karşımızda: Osmanlı hanedanında, bırakınız padişahları, şehzadeler arasında bile Cem Sultan’dan başka kimse hac farizasını eda etmemiş. Ancak II. Bayezid’in tam hacca gitmek üzereyken, babası Fatih’in ölüm haberini aldığına ve bir an önce Amasya’dan İstanbul’a hareket etmesi gerektiğinden hacca gitmekten vazgeçtiğine
dair sınırlı bir bilgi var elimizde.

Her iki teşebbüsün de 1481-1482 yıllarına denk düşmesi ve Fatih’in oğullarından gelmiş olması ayrı bir renk katıyor meseleye. O zaman şu soruyu tarihin tozlu tavanına hevenk üzümü gibi asmamızda sakınca yok:

Acaba Fatih 1481 Mayıs’ında çıktığı son seferinde Amasya ve Karaman’da valilik yapan oğullarını da yanına alarak Mekke üzerine mi yürüyecekti? Bu soru şimdiye kadar sorulmuş değil. Ama hemen hemen aynı yıllarda Fatih’in bir oğlunun hacca niyetlenmiş, diğerinin ise Memlûklere sığındıktan sonra hac vazifesini yerine getirmiş olması karşısında, Fatih’in ölümüyle sonuçsuz kalan son seferine ilişkin böyle bir ihtimali de hesaba katmalıyız.

Osmanlı padişahlarının az bilinen akim kalmış iki hac teşebbüsü vardır.

Bunlardan birincisi, II. Osman’ın, özellikle orduyu ve ulemayı kızdıran ve feci ölümüne yol açan yarı-siyasî bir hac niyeti içinde olduğunu biliyoruz (1622).

İkinci olarak da Sultan Vahdeddin, 1922’de tahttan indirilip yurdu terk ettikten sonra Mekke’ye kadar gitmiş, fakat bir İngiliz oyunuyla hilafetin Şerif Hüseyin’e devredileceği planından kuşkulanarak hac vazifesini yerine getirmeden geri dönmüştü. İlginçtir, Tarık Mümtaz Göztepe’nin verdiği bilgiye göre Vahdeddin, Mekke’deki misafirliği sırasında Kâbe’yi tavaf etmiş, namazlarını özellikle Mescid-i Haram’da cemaatle eda etmiştir.

Garip bir tevafuk eseri olarak 401 yıl arayla cereyan eden bu iki sultanî hac teşebbüsünden birincisi, yeniçerilerce ‘düşman ve hain’ ilan edilen II. Osman’ın hayatına mal olacak, ikincisi ise yine ‘hain’ damgasını bugün bile üzerinden silip atamayan bir eski padişahın hayatının son büyük hayal kırıklığını teşkil edecektir.

Osmanlı hanedanının erkek üyeleri arasında durum buyken, kadın üyelerden bazıları hacı olmuşlardı. İlk hacı Osmanlı hanedan üyesinin Çelebi Mehmed’in kızı olduğunu biliyoruz. Son üye olarak da I. Mahmud’un kızı Ayşe Sultan’ı biliyorduk. Ancak Süreyya Faruki’nin çalışması “Hacılar ve Sultanlar”, hacı olan hanım sultanların sayısının sandığımızdan daha fazla olduğunu ortaya koydu. Muhtemelen şehzadelerin haccı siyasî bir faaliyet fırsatı olarak değerlendirebileceği korkusuyla engellenmesine mukabil, kadın üyeler için böyle bir endişeye yer bulunmaması, onların bu dinî vazifelerini daha rahat yerine getirmelerine kapı açmış olmalıdır.
Sorumuza dönelim yine: Osmanlı padişahları neden hacca gitmediler?

Benim kişisel kanaatim biraz mantık dışı görünebilir size: Osmanlı padişahları sanki kendilerini hac gibi yüce bir iltifata layık görmüyorlardı! Bu davranışlarını, Ertuğrul Gazi ile Osman Gazi’ye ortak olarak atfedilen şu Kur’an-ı Kerim’in bulunduğu odada uyumama tavrıyla irtibatlandırıyorum. Burada adeta kendilerini günahkâr addettiklerinden o yüce vazifeye layık görmeme tavrının kokusunu alıyorum ben. Dediğim gibi bu tamamen kişisel bir yorum.

Padişahların, Peygamber Efendimiz’e (sas), Ehl-i Beyt’e ve mukaddes beldelere duydukları derin saygıyı ve bu saygının gereğini yerine getirmek için neler yaptıklarını bir hatırlayalım.

Kanuni’nin Mescid-i Haram’ın minarelerini yenilettiğini ve oğlu Selim’e Cidde’ye su getirmeyi vasiyet ettiğini hatırlatmak yeterlidir. Yüzyıllar boyu Mekke ve Medine halkına Sürre alayları ile birlikte her yıl hiç aksatmadan son derece değerli hediyeler yolladıklarını biliyoruz; yine her yıl “iskât-ı hac” için kendi yerlerine birilerini mutlaka hacca gönderdiklerini de. Bu saygıyla yetişmiş insanların hac gibi bir farzı ifa etmek istemediklerini düşünmek anlamlı olmaz.

Demek ki hac ibadetini yerine getirmek istiyorlardı. Yine de gitmediler. Neden?

Hacca gitmeme sebepleri olarak kimileri güvenlik gerekçesini öne sürüyor (‘o kadar kalabalığın arasına girince her şey olabilirdi’), kimileri de devletin başsız kalması riskini (‘fitne çıkmasını’) göze alamadıklarını ve cihadı daha fazla önemsediklerini. Buna göre o devirlerde bir insanın hacca gidiş-dönüşü en az 3 ay sürüyordu; dolayısıyla bir padişahın bu kadar uzun süre işin başından uzak kalması anarşiye sebebiyet verebilir, fitne çıkabilirdi. Ne var ki, Halife Harun Reşid’in tam 9 kez hacca gittiğini öğrenince aslında isteselerdi bu güvenliği bir şekilde temin edebilirlerdi sonucuna varıyoruz.

Benim kişisel olmayan yorumum Ahmet Akgündüz’ünküne yakın:

Oğlu Korkut’u hacca yollayan -gelin görün ki Mısır’dan geri çevrilmişti- II. Bayezid’den itibaren Osmanlı padişahları ve onları etkileyen ulema, bir padişahın devlet başkanlığı görevlerini ‘şahsî ibadetleri uğruna’ aylar boyu terk etmesini caiz görmemişlerdi. Yani bu tutumda şahsî ibadetlerini kamusal hizmetlerinin önüne geçirmeme kaygısı ağır basmış ve bu, zamanla hanedanın erkek üyeleri için tartışılmaz bir gelenek halini almıştı. Nitekim II. Osman da, hacca gitmeye niyetlendiğinde en başta kayınpederi Şeyhülislam Esad Efendi kendisine karşı çıkarak, “Padişahlara hac lazım değildir, oturup adl eylemek evlâdır. Caiz ki bir fitne zuhur eyleye” fetvasını vermişti.

Osmanlı padişahı tahtın üzerinde artık gerçek bir kişilik değil, tüzel bir kişiliktir ve anlaşılan, hac gibi şahsî bir farzı uğruna devlet işlerini aylar boyu ihmal etmesi, dinen caiz görülmemiştir. Ahmet Akgündüz’ün dediği gibi, “Bazen kamu haklarından olan bir mesele, şahsî farzlardan daha ehemmiyetli hale gelmektedir.” Bu nokta üzerinde durmaya değer.


Mustafa Armağan