Articles by "2. Mahmud"
2. Mahmud etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Küba Mescidi Eski Hali
Son zamanlarda basınımızda yeni bir Ecyad fırtınası kopuyor. Hatırlarsınız, II. Abdülhamid’in yaptırdığı Osmanlı kalesinin Suudilerce yıktırılması sırasında hepimiz nasıl yılmaz birer Osmanlı avukatı kesilmiştik. Sanki kendi memleketimizde mimari mirasımızı çok koruyorduk da, sıra dışarıya gelmişti.

Sonunda Suudiler gümbür gümbür yıktılar kalemizi ve yerine çok katlı bir gökdelen daha diktiler. Son açıklanan Kâbe-i Muazzama projesinde bu tavır daha da hoyratlaşıyor ve Beytullah adeta bir gökdelen çemberi içine alınıyor.

Gelin de “Ah Osmanlı!” diye derin derin iç geçirmeyin. 
Sen değil miydin Kâbe’nin etrafında ondan daha yüksek bina yapılmasın diye kendini yiyen? 
Sen değil miydin ben kutsal beldelerin hakimi değil, hadimiyim, hizmetkârıyım diyen? 
Ve sen değil miydin 80 bin altın değerindeki elmasları Peygamber Efendimiz’in (sas) huzuruna gönderip orada parlamalarından manevi haz duyan? 
Ya Topkapı Sarayı’nda bulunan Sancak-ı Şerif’in takılacağı yeri, olur da birisi kazara ayağını basar diye bir taşla koruma altına alma nezahetini gösteren sen değil miydin?

Gel de gör bugün olanları? Gelemiyorsan bile neredeysen oradan göster bize Allah’ın Evi’ne ve Şâh-ı Rusûl’e, Resullerin Padişahı olan Efendimiz’e (sas) nasıl hürmet edilir? Dahası nasıl edilmelidir?

Böyle bakınca “Tarih” adlı fersude kitabın solmuş sayfalarında şimşekler çakar. Bir de bakarız ki, Kuba Mescidi’nin kapısındayız. Hani “Her kim burada namaz kılarsa bir umre sevabına nail olur” buyrulan mescitten söz ediyorum. Yine biliyoruz ki, Efendimiz her cumartesi günü binekle veya yaya olarak Kuba Mescidi’ni ziyaret edip namaz kılarlardı. Nerede namaz kıldıkları dahi bilinirdi.
“Bilinirdi” deyişim boşuna değil, zira artık o Kuba Mescidi sizlere ömür. 1984 yılında yıktırıldı ve genişletilerek yeni baştan bina edildi. Bugün yerinde ilk mescitle hiç alakası bulunmayan bir bina duruyor. 
Yeni Hali
O kutsal mücevher tozlarına bürünerek bize bakan hatıralar yok artık. Kur’ân-ı Kerim’de (Tevbe, 108) “İlk günden takva üzerine kurulan mescit” diye övülen Kuba Mescidi’nin Peygamber Efendimiz’in elinin ve alnının değdiği orijinal binası hazin bir hatıra şimdi.


İşte o eski kapının üzerinde etimize kurşun gibi saplanan bir Osmanlı kitabesi cümle âleme haykırıyordu Osmanlı’nın Peygamber sevgisini. Gerçi kitabe de kayıplara karışmış durumda. Allah’tan ki, elimizde vaktiyle çekilmiş fotoğraflar var da, bir parça teselli buluyoruz.

Bir kitabe bize ne söyler? Binanın neden yapıldığını veya tamir ettirildiğini, kim tarafından, ne zaman vs. Eğer hükümdarın emriyle yaptırılmışsa kitabenin üzerine bir de yakışıklı tuğra konulurdu. Tuğra bir bakıma bugünkü “TC” yazısı gibidir, yani binanın resmî bir hayrat veya kurum olduğunu belirtir.

Küba Mescidinin Çift Tuğralı Kapısı
İyi ama şaşkınlıktan kurtulamıyoruz Kuba Mescidi’nin eski resimlerine bakarken. Zira kapısında bir değil, iki tane tuğra görünüyor. Bir üstte büyük tuğra, bir de altta ve birincisine oranla epeyce ufak ikinci tuğra. Yoksa, diyoruz, o sırada iki padişah vardı da haberimiz mi yok?

Gözümüz tarihine ilişiyor: 1829. Bazı kitaplarımızda adı “Gâvur Padişah”a çıkarılan II. Mahmud’un zamanı. Öyleyse bu iki tuğra da neyin nesi?

Uğur Derman Beyefendi sayesinde bu inatçı düğümü çözüyoruz. Hat sanatı uzmanı olan Uğur Bey 1980’de Medine’yi ziyareti sırasında çektiği fotoğrafı incelediğinde hayret verici bir sonuca ulaşıyor.

II. Mahmud, o sırada harap haldeki Peygamber Efendimiz’in elinin ve alnının değdiği bu mescidi, ilk binasını koruyarak tamir ettirir. Tamir kitabesinin manzumesini şair Pertev Paşa’ya, kitabenin mermere yazım işini hat sanatımızın en büyük üstatlarından Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’ye, tuğraları da yine en büyük tuğrakeşlerden Akif Efendi ve Haşim Efendi’ye yazdırmıştır. Bir bakıma diyebiliriz ki, padişah bu mescidin kapısı için devrin en gözde sanatçılarını seferber etmiştir.

Üstteki büyük tuğra, aslında devrin padişahına değil, ‘gerçek padişah’a aittir, yani Peygamber Efendimiz’e. Tuğranın içerisinde “Muhammedü’r-Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem” yazmakta, üst ve altındaki yazılarla birlikte “kelime-i tevhid” tamamlanmaktadır. Kitabenin altındaki küçük tuğraya gelirsek, işte o mescidi tamir ettiren II. Mahmud’un tuğrasıdır. Devrin padişahı, bu kutlu mescitte yerini gerçek padişaha terk etme edebini unutmuyor.

Böylece bize uyarıcı bir mesaj veriyor: Ben kim oluyorum ki, onun mescidinin üzerine kendi adımı yazıyorum. Olsa olsa Efendimiz’e, sanki hâlâ yaşıyormuş ve gerçek padişah o imiş gibi muhteşem bir tuğra çektirir, onun mührünü en üste basar, alta da hizmetini eda etmiş biri sıfatıyla unutulmaması için adımı yazdırırım.

Nitekim oğlu Abdülmecid de, Ravza-i Mutahhara’yı tamir ettirdiğinde işgüzar birinin kendi tuğrasını binanın duvarına koydurduğunu öğrenir öğrenmez derhal kaldırılmasını emreder. Onun “Ben kim oluyorum ki, Efendimiz’in türbe duvarına ismimi yazdırıyorum. Tuğramı ille de koyacaksanız ayak ucuna bir yere koyun” sözleri unutulur cinsten değildir.

Sözü Uğur Derman Beyefendiye bırakıyorum:

“Osmanlı sultanlarının -en zayıfından en kudretlisine kadar- değişmeyen ortak fazîletleri, Resûlullah’a karşı duydukları hürmet ve muhabbettir. İşte bunun taş üstündeki delîli sayılabilecek olan ve bu cihetten bir benzeri de bulunmayan Kubâ Mescidi kitâbesindeki o ihtiram nişânesinin, bunu fark edemeyenler eliyle yok edilişinden ayrıca esef duyuyorum.”

Eskiden hacca gideceklerin yakınları birer simit alır, uğurlama sırasında yarısını koparıp hacı adayına verir, diğer yarısını ise kendilerine saklarlarmış; simidin yarısı kutsal toprakları dolaşırken kendileri de onun sevabından nasiplensinler diye. Osmanlı da simidin yarısını bize uzattı ve kendisi gitti. Nerelerde olduğundan haberdar mıyız? Şu bayrama ramak kalan günlerde Kuba Mescidi kitabesinden bize selam vermek istemiş olamazlar mı?

Umulur ki, bayram o bayram ola!



Mustafa Armağan / Zaman
m.armagan@zaman.com.tr




(II.Mahmud Han)
İkinci Mahmud tarafından kurulan modern ordunun ilk seraskeri, yani Genelkurmay Başkanı Ağa Hüseyin Paşa idi. Ancak seraskerin yeni ordunun gelişmesi için yeterli olmadığı görülünce yerine Hüsrev Paşa'nın tayini gündeme geldi. Yeni seraskerin tayini için eski seraskerle sadrazam arasındaki görüşmeler Beyazıt Camii'nde yapılmıştı.

İLK GENELKURMAY BAŞKANIYeniçeri Ocağı'nın 1826'da ortadan kaldırılmasından sonra yerine halkın ve ulemanın sempatisini ve desteğini kazanmak amacıyla, Hz. Muhammed(sav)'in ismine izafeten "Asâkir-i Mansure-i Muhammediye", yani Hazret-i Muhammed'in Muzaffer Askerleri adıyla yeni bir ordu kuruldu.

Yeni kurulan ordunun başarılı olması için birçok Avrupalı uzman getirtildi. Özellikle Prusya, yani Almanya'dan gelen Moltke ile Mülbach gibi uzmanlar sayesinde, yeni ordu modern standartlara kavuşturuldu. Avrupa'da askerlik alanında neşredilen önemli eserler, özellikle Serasker Hüsrev Paşa'nın çabalarıyla Türkçe'ye çevirtilip askerî literatür zenginleştirilerek, bu bilgiler doğrultusunda ordunun modernizasyonuna çalışıldı.

Yeniçeri Ocağı'nın ortadan kaldırılmasıyla yeniçeri ağalığı tarihe karıştığından yerine 1826'da "Seraskerlik Kurumu", yani Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştu. Başlangıçta seraskerlik makamı Mansure Ordusu'nun komutanı olarak teşkil edilse de kısa sürede bütün kara ordularının komutanı hâline geldi. İlk serasker olan Ağa Hüseyin Paşa tayin edildi. Ancak Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasında büyük katkısı olan Ağa Hüseyin Paşa yeni ordunun geliştirilmesi hususunda yeterli değildi.

Bu sırada yeni ordunun askeri talimi konusundaki katkıları, Hüsrev Paşa'yı seraskerlik bahsinde öne çıkardı. Modern ordu hususunda yaptığı çalışmalar ile Hüsrev Paşa, 1827 Şubatı'ndan itibaren çoktan gölge serasker konumuna gelmişti. Son dönem Osmanlı tarihçiliğinin en çalışkan ve kabiliyetli isimlerinden Dr. Yüksel Çelik'in baskıda olan Hüsrev Paşa konusundaki kitabı bu dönemde yapılan çalışmaları teferruatlı olarak anlatır.

BEYAZIT CAMİİ GÖRÜŞMESİBâbıâlî'de, yani Osmanlı hükümetinde askeri talimin geliştirilmesi ve seraskerlik makamında yapılacak değişiklik enine boyuna müzakere edildi. Sadrazam Mehmed Selim Paşa toplantıdan sonra padişahın huzuruna çıkarak Hüsrev Paşa'nın seraskerliğe tayininin çok isabetli olacağını söyledi. Sultan da sadrazamla aynı fikirde olmakla birlikte, sadakati ve özellikle de Yeniçeri Ocağı'nın ortadan kaldırılmasındaki hizmetlerinden dolayı Ağa Hüseyin Paşa'yı gücendirmek istemiyordu. İkinci Mahmud, bu yüzden serasker paşanın fikrinin alınmasını emredince, sadrazam herhangi bir dedikodunun çıkmasına mahal vermemek için tebdil-i kıyafet, yani kılık değiştirerek Hüseyin Paşa'yla görüşmek için Beyazıt Camii'ne gitti.

Sadrazam, yapılan görüşmede seraskerin hizmetlerini sayıp padişah nezdindeki itibarının yüksekliğini söyleyip, İkinci Mahmud'un övgü dolu sözlerini aktardı. Ardından sözü asıl meseleye getiren Mehmed Selim Paşa, Hüseyin Paşa'ya:"Bu ana kadar verilebilen nizam ve intizamda istediğimiz gibi bir suret verilemedi" diyerek, seraskerin isteneni veremediğini açıkça ifade etti. Ardından Hüsrev Paşa'nın bu konudaki kabiliyetine temas eden sadrazam, Ağa Hüseyin Paşa'nın gönlünü almak için önceki gün huzura çıktığında yaşananları şu sözlerle aktardı: Seraskerlikten azledildikten sonra yeni görev yeriniz olan Bursa'ya gitmenizi teklif ettim, padişahımız ise "Hüseyin Paşa'nın yanımdan ayrıldığını istemem seraskerlikten ayrıldıktan sonra da yine yeni görevleri üzerinde olarak Boğaziçi'nde oturması lazımdır" dedi.

Hüseyin Paşa bu sözleri duyunca gözlerinden yaşlar boşaldı, padişaha şükranlarını ifade ederek söz konusu görev değişikliğine hiçbir itirazı olmayacağını beyan etti. Ağa Hüseyin Paşa'nın da onayı alındıktan sonra Hüsrev Paşa 1 Mayıs 1827'de seraskerliğe tayin edildi.

OSMANLI GENELKURMAYIİlk serasker olan Ağa Hüseyin Paşa, yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasından sonraki günlerde Süleymaniye Camii avlusunda görev yaptıktan sonra Ağa Kapısı'na taşındı. Ancak askerî çevreler ve özellikle de halk arasında yeni seraskerlik makamının eskiden olduğu gibi "Ağa Kapısı" adıyla anılmaya devam edilmesi sultanı hayli rahatsız etmişti. Bunun üzerine, burası "Fetvahâne" ismiyle şeyhülislâmlara tahsis edildi. Beyazıt'taki Eski Saray, yani bugün İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu yer de seraskerlik makamı olarak kullanılmaya başlandı.
Rıza Paşa'nın 1843 ile 1845 yılları arasındaki seraskerliği döneminde seraskerlik makamı Üsküdar'a taşındı. Ancak Koca Hüsrev Paşa'nın 1846 Ocak'ında ikinci defa göreve tayini üzerine seraskerlik tekrar Beyazıt'a döndü.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 08.08.2010)

.




Osmanlı padişahları arasında kılık değiştirerek halkın arasında gezmeyi sevenler vardı. Dördüncü Murad, Üçüncü Osman, Üçüncü Mustafa, Birinci Abdülhamid bunlardan birkaçıdır. İkinci Mahmud'da bazı Ramazan akşamları tebdili kıyafet Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılır, İstanbul tarafına geçer çarşıda Kalpakçılarbaşı'ndaki bir tuhafiyeci dükkânında veya Beyazid'da Mürekkebciler Kapısı'ndaki tütüncü dükkanında oturarak, gizlice halkı seyrederdi. Bazen de gündüzleri camileri dolaşıp, hafız ve vaazları dinlerdi. İkinci Mahmud genellikle kâtip kıyafetiyle dolaşırdı.

Kahveyi ilk kez Halepli bir Arap sayesinde tanıdık

*İstanbul'a ilk kahveyi 1551 veya 1552'de Halep'ten bir Arap getirmiştir. Kahve Türkler tarafından Avrupa'ya taşınmıştır.

* İstanbul içinde ata sadece padişah ve bir de sadrâzam binerdi. Bunun haricinde hiç kimse hünkârdan izin almadan binemezdi.

* İkinci Bayezid'in padişahlığı döneminde Amasya'da bir kişi, işlediği bir günahın Allah tarafından azledilmesi için 41 yıl evinden dışarı çıkmamış ve gece gündüz ibadet etmişti.

* Yine İkinci Bayezid'in devrinde yaşayan ve fazla titiz bir şahıs, namaz kılmadan evvel yirmi kova su ile abdest alırmış, bir gün üstünü fazla ıslatınca kuruması için ateşe tutmuş dalgınlıkla elbiselerini kendisi tutuşturup kendisini yakmıştı.

* Padişah 3. Mehmed, çok düşkün olduğu eşi Venedikli Safiye Sultan'ın bir dediğini iki etmezdi. Bir gün Safiye Sultan, 3. Mehmed'in başından kavuğunu ayağıyla iterek düşürmüş ve bu hale padişah hiç kızmamış hattâ "Emreyle sultanım senin için her şeyi yaparım" demişti.
Kaynak
.



“Yüksek kapı”, “yüce kapı” anlamlarını taşıyan bu terim Sadrazam konağına işaret etmektedir. Anlamı genişledikçe Sadrazam konağına “Paşa Kapısı” ve “Bâb-ı Âsafi”denmeye başlamıştır. Ancak 1808’deki Alemdar olayından sonra yeniden yaptırılan binaya dönemin padişahı Mahmud-ı Adli diye bilinen II. Mahmud’a izafeten Bâb-ı Adl ya da Bâb-ı Adli denmiş, ve 19. yüzyılın ikinci yarısında Bâb-ı âli deyimine dönülmüştür.

Başlangıçta devlet işleri bugünkü anlamıyla bakanlar kuruluna karşılık gelen ve haftanın dört günü toplanan Divan-ı Hümâyun’da görülürdü. Haftanın bir günü de Sadrazam konağında “ikindi divanı” toplanırdı.

Son iki yüz yılda Osmanlı Devleti’nin işleyişindeki değişiklikler ve Sadrazamın ikindi divanlarının devlet işlerini üstlenmesi ile birlikte, yeni bir toplantı düzeni de kurulmuştur. Divân-ı hümayun’da bulunan kalemler, defterler ve kayıtlar Bâb-ı âli bünyesinde yer almaya başlamıştır. Reisülküttab ve divan kalemleri, çavuşbaşı ile dairesi ve maiyeti, teşrifatçı vb. Bâb-ı âli’ye taşınmıştır. Bunlar sadrazamın maiyeti olan kethüda ve mektupçu ile birlikte “Hademe-i Bâb-ı âli” adını almışlardır.

Tanzimat’la birlikte gündeme gelen meclislerde Bâb- ı âli’nin yapılanmasında rol oynadılar. 1838’de kurulan Meclis-i Vâla-yı Ahkâm-ı Adliye ile Dar-ı Şûra-yı Bâb-ı âli, Osmanlı bürokrasisine yeni bir boyut getirmiştir.

Sadrazam konaklarının saraya yakın olması için Cağaloğlu’nda yer almaları dışında belli bir yerleri yoktu. Naima tarihinde, Sultan I. İbrahim döneminde sadrazam olan Kemankeş Kara Mustafa Efendi’nin şimdiki Bâb-ı âli yerinde bir sarayının olduğunu ve burada memurların da bulunduğundan bahsediyorsa da bu mekanın resmen Bâb-ı âli olarak açılması 1756 yılında Sultan III. Osman tarafından yapılmıştır. Böylece Sadrazam konaklarının sürekli olarak bulunduğu ve devletin fiilen de yönetildiği merkez burası olmuştur. 1839 yılındaki yangından sonra 1844’ten itibaren sadrazamın ikametgahı olmaktan çıkarılarak tamamen devlet dairesi statüsü almıştır.

Bâb-ı âli altı kez yanmıştır. Bu yangınların genel İstanbul yangınlarından ve binaların ahşap oluşundan başka önemli bir anlamı da vardır. Yeniçeriler sadrazamı düzenin bozulmasından sorumlu tuttuğu için konağın etrafında toplanarak ateşe vermişlerdir. Sadrazam konağı neredeyse yangın oradan başlamıştır.

Defalarca yanan ve yenilenen bu yapılar günümüze Stefan Kalfa’nın yatay kuruluşlu sade ampir cepheli yapılarıyla ulaşmıştır. Saray erkini temsil eden iki katlı Alay Köşkü’nün karşısında, barok saçak ve örtülü, çeşmeli bir zafer takı düzenindeki Bâb-ı âli kapısı sadrazam ve hükümette odaklanan yürütmenin sembolik ifadesini yansıtırken, Alay Köşkü’nden daha alçak olmasıyla da hiyerarşiyi mimaride de yaşatmaktadır. Bâb-ı âli, Osmanlı Devleti’ndeki ilk kamu binasıdır.

Stefan Kalfa’nın yaptığı bu yeni Bâb-ı âli, eskilerden kat döşemeleri hariç, kârgîr oluşu nedeniyle de ayrılmaktadır. Üzerinde çeşitli değişiklik ve yıkımlar yapılmışsa da mimarın yaptığı ana hatlar halen durmaktadır. Ancak eski mekan düzeni yalnızca bugün Vilayet konağı olarak kullanılan eski Sadaret Dairesi tarafında korunabilmiştir. Özgün halinde yapı, birbirlerine kuzeybatı- güneydoğu doğrultusunda bağlı, geniş sofalar çevresinde dizilmiş odalardan oluşuyordu. Yaklaşık 220 m. uzunluğundaki bu bölümlerin iki uçunda alçak, ortadaysa yüksek bir bölüm yer almaktaydı. Söz konusu alçak bölümler kuzeybatıda Sadaret, güneydoğuda Hariciye Nezareti, ikisi arasındaysa Şura-yı Devlet daireleri olarak yerleşmiştir.

Mimari açıdan eski Bâb-ı âli’den farklılaşsa da yeni yönetim merkezini var eden ana ilkelerin büyük oranda eski yaklaşımla bağlantılı oldukları görülür. Örneğin, klasik dönemden beri daima devletin merkezi mali yönetimiyle mülki yönetimi birbirinden özerk, ama kendi içlerinde iki büyük bürokratik kitle oluşturmuşlardır. Bu oluşum güçler ayrılığı ilkesinin eskiden beri yaşatıldığına da delildir.

1844’de yapılan yeni Bâb-ı âli’nin yeri işleviyle birlikte değişmiştir. Topkapı Sarayı’nın önemini yitirdiği ve yalnızca onama makamı olarak kaldığı bu tarihten sonra Alay Köşkü’ne bakan kapı işlevini yitirerek Ankara caddesine bakan yani Hariciye’nin bulunduğu güney kapısı önem kazanmıştır. Çünkü artık Osmanlı Devleti’nin işleyişini sürdüren hükümetin ismi Bâb-ı âli’dir. Hariciyenin önem kazanması ile birlikte haberin yakınında olan gazetecilerde buralara yerleşmiş ve uzun yıllar Türk basını ifade eden Bâb-ı âli deyimi anlam olarak yaşamaya başlamıştır.

Sonraki yıllarda Bâb-ı âli alanının içinde söz konusu ana kitleden başka iki önemli yapı gerçekleştirilmiştir. Birincisi İsviçreli-İtalyan mimar Gaspare Fossati tarafından tasarlanıp yapılmış olan Hazine-i Evrak Nezareti’nin kullanmış olduğu arşiv binasıdır. Fossati’nin duvarları kârgîr, kat döşemeleri, merdiven, kapı ve pencere kanatları demirden olan ve İstanbul Tersane’sinde üretilmiş olan binası Türkiye’deki ender Palladyen tasarımlardan biri oluşuyla da dikkat çekmektedir.

Bâb-ı âli içindeki ikinci yapı ise yaklaşık 1910’da Ankara Caddesi tarafında konumlanan ve I. Ulusal Mimarlık Akımı çizgisinde yapılan, yine arşivin kullandığı küçük bir yapıdır. Ana Bâb-ı âli yapısı 1844’teki yapımının ardından iki büyük yangın daha geçirmiştir. İlk yangında Ortada Şura-yı Devlet’i barındıran kesimin ve güneydoğu ucunun bir kısmı yanmış ve hızla onarılmıştır. 1911’deki ikinci yangında ise orta kesim yeniden yanmış bir daha onarılmayarak ortadan kaldırılmıştır. Böylece tek bir kitle değil birbirinden bağımsız iki ayrı yapı ortaya çıkmıştır. Yapıların iki ayrı kitleye ayrılması Bâb-ı âli’nin bürokratik örgütlenmesinin ifadesi olan ve Dolmabahçe Sarayı’na benzeyen hareketli, ancak tekil kitlesel ve işlevsel bütün oluşturan mimarisini de bozmuştur.

Cumhuriyetten itibaren eski Sadaret dairesi Vilayet Konağı olarak kullanılmaya başlamış, yapı üzerindeki neoklasik bezemeler kaldırılarak yalın bir biçimde sıvanmıştır. Vilayet Konağı, 1980’lerin sonlarında ve 1997 yılında yeniden eski görünümüne kavuşturulmak üzere bir dizi restorasyondan geçmiştir.

Kaynak: http://www.istanbul.gov.tr/Default.aspx?pid=47
Gitme imkanı olmayanlar için Sanal Tur: Tıkla



(II. Abdülhamid (Arapça: عبد الحميد ثانی `Abdü’l-Hamīd-i sânî)
(d.
21 Eylül 1842 – ö. 10 Şubat 1918). 34. Osmanlı padişahı ve 98. İslam halifesidir)
Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci'nin 24 Kasım 2007 Cumartesi tarihli saatlimaarif.com'da çıkan makalesidir. 5 yıl önce gazeteci 5 yıl sonra  tarihçi kesilenlere tokat niteliğindedir. Öyle araştırılmadan edilmeden mesnetsizce kim onu içmiş kim bunu çekmiş bol keseden ve fasulyeden sallamak kimsenin haddine değildir. İnsanlar boyunun aştığı hadiselere pek bulaşmamalıdır diyor hocamız.
Bu makaleyi konu hakkında atıp tutan, konu hakkında bilgisi olmayan, bilgisi olup da tam pekiştiremeyen herkes okumalıdır. Sözü şimdi Marmara Üniversitesi Türk Hukuk Tarihi Profesörü Ekrem Buğra Ekinci'ye bırakıyorum. Özellikle ülkemizdeki belli bir kesimin o beyinciklerine iyice kazıması gerekiyor..

***

Kendimizi bildik bileli işittiğimiz bir terâne bu. Son günlerde yine gündeme getirildi. Her şey yaşlı ve afili bir gazete köşe yazarının Osmanlı hanedanının en yaşlı âzâsından naklettiği bir sözle başladı.

Buna göre Sultan Hamid rom içermiş. Gazete yazarı, "Dedesini defalarca görmüş olan torunundan daha mı iyi bileceğiz?" diye de soruyor. Gel gör ki bunu söylediği iddia edilen Şehzâde Ertuğrul Efendi 1912 doğumludur. Sultan Hamid 1918 yılında vefat etti. Ertuğrul Efendi'yle biz de görüştük. Kendisinden bizzat işittiğimize göre, dedesi Sultan Abdülhamid"i ömründe bir defa, mahbus bulunduğu Beylerbeyi Sarayı"nda görmüş. O zamanlar beş yaşında imiş. Babası Şehzâde Burhaneddin Efendi ile beraber ziyaret etmişler. Dedeleri kendilerini kucağına alıp sevmiş. Ömründe bir defa o da beş yaşında iken gördüğü dedesinin rom içtiğini Ertuğrul Efendi bilir mi? Bunu nezaketen kendisine sormak istemedim. Belki başkasından işitmiştir. Ama Sultan Abdülhamid'i çok daha yakından tanıyan ve onu defalarca görmüş olan yakın çevresinden böyle bir şey işitilmiş değil.

İş burada bitecek iken, popüler bir gazetenin nevzuhur tarihçisi, Osmanlı padişahlarından hangisinin içki içtiğine dair bir yazı yazdı. Buradaki bilgiler onsekizinci asırda yaşamış bir şair-tarihçiden naklediliyordu. Osmanzâde Tâib, karışık hayatı sebebiyle müderrislikten atılmış; kulağı delik ve muhiti geniş bir müellifti. Sağdan soldan işittiklerini kitaplarına dercetmesiyle tanınır. Hele bu meselede Osmanzâde Tâib'in başlıca kaynağı olan Gelibolulu Âli'nin abartılı ifadeleri, ilmî çevrelerde çok ihtiyatla karşılanmıştır. Meselâ Şemsi Paşa"ya olan antipatisi, onu Sultan Murad'a rüşvet vermiş göstermeye kadar varmıştı. Osmanzâde"nin ikinci kaynağı ise dokuzuncu asırda yaşamış ve Mutezile mezhebine mensubiyetiyle tanınan Şiî Arap şairi Câhız. Bu da başka bir âlem. O zaman mahkemeye gitse, şâhidliği kabul edilmeyecek birisinin sözünü, şimdi biz mi kabul edelim?

Gelelim Osmanlı padişahlarının içki içip içmediği meselesine…

Bunu bilmek neredeyse imkânsız. Çünki Osmanlı padişahları, aileleri dâhil, hiç kimseyle beraber yemek yemezlerdi. Hatta buna dair Fatih kanunnamesinde hüküm bile vardır. Sultan Abdülhamid"in son senesine kadar da bu gelenek devam etti. Öyleyse padişahları içki içerken kimsenin görmesi mümkün değildir. Maamafih içmiş olabilirler. Peygamberler dışında hiç kimse masum sayılmaz. Herkes hatâ yapabilir, günah işleyebilir. Ama görmeden ve iyice bilmeden bir kimse hakkında hüküm de verilemez. Hele tarihçilerin sözüyle aslâ. Tarihçilerden bazıları belli kimselere yaranmak için tarihî hâdiseleri bile tahrif etmekten çekinmemişlerdir. Böylesine mahrem bir mevzuda, üstelik asırlar geçtikten sonra ne söyleyebilirler? Hele modern yazarların padişahların ağızlarına sayaç takmış edâsıyla konuşmalarına ne demeli! Maamafih ciddî Osmanlı tarihçileri, zaten böyle bir şey söylemiyorlar.

O halde bazı padişahların içki içtiğine dair rivayetler nereden çıkıyor? Bunlara itibar etmek mümkün mü? Asırlar öncesine ait hadiseleri bugün olmuş ve bizzat görmüşcesine hikaye etmek olacak iş mi? Halbuki İslâmiyet, kim olduğu bilinmeyen, hatta fâsık birisi bir haber getirirse, buna hemen inanmamayı emrediyor. Bir müslümanın gizli işlediği günahı bile gelip başkasına anlatan kimse fâsıktır. Sözüne inanılmaz, güvenilmez.
(I. Bayezid (Arapça: بايزيد الأول, Lakabı Yıldırım (Osmanlı Tükçesi: ییلدیرم)
(d. 1360, Edirne – ö. 1403). Dördüncü Osmanlı Padişahıdır)
Benzeri iddialar önceki müslüman hükümdarlar için de ortaya atılmıştır. Meselâ bazı Emevî ve Abbasî halifeleri için söylenmedik söz bırakılmamıştır. Halbuki bunların hepsi iman ve ahlâk sahibi âdil insanlardı. Evet, içlerinde tek tük nefislerine mağlup olup sefih bir hayat yaşayanlar çıkmıştır. Fakat, bunların da İslâmiyete zararları olmamış, nihayet nefislerine zulmetmişlerdir. Buna da etraflarındaki devlet ricâli sebebiyet vermişti. Sonra gelen bazı tarihçiler, zamanlarındaki idarecilere yaranmak için bunların hatâlarını şişirmiş: hatta bu uğurda hadîs bile uydurmuşlardır. Bazı Osmanlı tarihleri de, zaman yakınlığı ve sınır komşuluğu bakımından bu tarihlerden tercüme edilmiş ve onların tesiri altında kalmış olduğundan, aynı yanlışlıkları tekrarlamıştır. Nevzuhur tarihçimizin kaynağı, Ömer bin Hattab"ın içki içtiği için cezâ alanlardan birisi olduğunu yazıyor. Şarap haram edilmeden önce Hazret-i Ömer içki içmiş olabilir. Ama haram kılındıktan sonra içki içtiği, hele cezâ aldığı hiçbir yerde geçmez. İslâmiyetin peygamberlerden sonra en üstün tuttuğu ikinci zât için böyle bir iddiaya lâ havleden başka ne denir! Ancak Mutezile itikatı ve Şiî görüşlü Câhız"dan böyle bir şey beklenir.

Bugün çok sıradan insanlar, içkiyi haram bilip içmezken, hayatlarını İslâmiyeti yaymak uğrunda sarfetmiş, ülkeyi hayır eserleriyle donatmış, dindarlıklarıyla menkibe kitaplarına geçmiş ve aynı zamanda müslümanların halîfesi olan Osmanlı padişahlarının içki içecek kadar zayıf iradeli olduğuna inanalım mı? Zaten bunu yazanlar da bazı padişahların sonradan tövbe edip içkiyi bıraktığını söylüyor. Hatâsını anlayıp dönmek de bir fazilettir.

İçki içen ilk padişah yaftası yapıştırılan Yıldırım Sultan Bayezid, Bursa'da Ulu Cami'yi ve kendi adıyla anılan câmiyi binâ etmiştir. Bizans İmparatoruna, İstanbul'da bir müslüman mahallesi kurulup, câmi yapılarak kâdı tayinini kabul ettirmişti. Meşhur mutasavvıf Emir Sultan ile sohbet etmiş, hatta O"na kızını vermişti. Sırp kralının kızıyla evlendi diye Yıldırım Sultan Bayezid"e kızıp, kendisini bu kızın içkiye alıştırdığını söyleyenlere ne diyelim? Padişahı içki içerken kim görmüş, belli değildir. Yaptığı siyasî bir evlilikti. Belki bir araya bile gelmediler. Padişah, onun sözüyle içki içecek birisi miydi? Doğrusu çok söz götürür. Diyebilirsiniz ki câmi de yaptırır, içki de içer. Evet bu mümkün. Ama bugün bana gösterebilir misiniz çevrenizde hem câmi yaptıran, hem de içki içen kaç kişi var?
(II. Selim (Osmanlı Türkçesi: سليم ثانى Selīm-i sānī)
(d. 28 Mayıs 1524 – ö. 15 Aralık 1574) 11. Osmanlı Padişahıdır)
Üstelik bu âdeti anne tarafından Mevlâna Celâleddin Rûmî'nin torunu olup soyu Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebûbekr ve Hazret-i Ömer"e dek ulaşan Çelebi Sultan Mehmed, Sultan II. Murad, hatta İstanbul"u fethetmekle Hazret-i Peygamber"in övgüsüne mazhar olan Fatih Sultan Mehmed ve velî lakabıyla tanınan Sultan II. Bayezid de devam ettirmiştir. Sekiz senelik saltanatını Ehl-i sünneti korumak için Safevîlerle savaşmak ve müslümanların mukaddes beldesi Hicaz'ın fethiyle geçiren Yavuz Sultan Selim ara sıra içer, ama hemen sarhoş olurmuş. Osmanlı ülkesini hayır eserleriyle donatan ve adaletiyle tanınan Kanuni Sultan Süleyman önceleri içermiş, sonra bırakmış. Eh, bu sözlere de pes demekten öte geçilemez.

İslâm hukukunda gayrımüslimlerin içki içmesi yasak olmadığı gibi, bunların içki alıp satması ve meyhane açması da serbest idi. Kanunî Sultan Süleyman zamanında Müslümanların ekseriyette bulundukları mahallelerde gayrımüslimlerin meyhane açması yasaklanmış; Sultan II. Selim zamanında buna tekrar izin verilmişti. Nitekim gayrımüslimlerin meyhanelerinden ve içki satışlarından vergi alındığı da gizli bir bilgi değildir. İşin aslından habersiz bazıları, bunu padişahlardan ilkinin dindarlığına, diğerinin de şaraba düşkünlüğüne bağlamışlar; hatta kendisine Sarhoş Selim demişlerdir. Yangında yanıp tekrar yaptırdığı saray hamamını gezerken tansiyonu düşüp kaymış ve beyin kanamasından vefat etmişti. Buna rağmen, "Sarhoş halde hamamda kız kovalarken öldüğü" bile söylenip yazılmıştır. Halvetî tarikatına bağlılığı ile bilinen Sultan II. Selim"in dindarlığı Selimiye Camiini yaptırmasından bellidir. Ayasofya camiini de esaslı tamir ettirmişti. Zaten nevzuhur tarihçimiz de padişahın içki içtiği halde beş vakit namazını kıldığını; sonradan şeyhinin telkiniyle içkiye tövbe ettiğini; hatta ölürken kendisine verilen ilacı; içinde içki vardır diye reddettiğini de yazıyor.
Amansız içki ve tütün yasağıyla meşhur Sultan IV. Murad da içki içmediği halde, mübtelâ olduğu gut hastalığının ağrılarını hafifletebilmek için hekimbaşı tarafından verilen afyon hülâsalarını (morfin) alırdı. Bu da kendisinde halsizlik ve uyuşukluk yapardı. Sendeleyerek yürüdüğünü birkaç defa görenler padişahın içki içtiğine hükmetmekten çekinmemiştir. Babası gibi Üskürdarlı Aziz Mahmud Hüdâî'ye bağlıydı. Selden yıkılmış olan Kâbe-i Muazzama"nın bugünki binâsını yaptırmış; Karaköy Arab Câmiini harab bir binâ iken şimdiki hâle getirmiştir.

Nevzuhur tarihçiler, yaptıkları istatistiklerle, Sultan II. Mahmud'un içkiye en düşkün padişah olduğuna karar vermişler. Halbuki Osmanlı Devleti"ni mutlak felâketten kurtararak âdetâ yeniden kuran bu padişahın da dindarlığına çok deliller vardır. İstanbul'daki bütün Sahâbe-i kiram kabirlerini bulup yaptıran, öte yandan Tophâne'de zarif Nusretiye Câmiini, Eminönü'nde Hidâyet Câmiini, Üsküdarda Adliye Câmiini, Arnavudköy'de Tevfikiye Câmiini inşâ ettiren O'dur. Vehhâbîleri işgal ettikleri Hicaz"dan çıkararak Hazret-i Peygamber"in kabri üzerine yeşil kubbeyi yaptıran O'dur. Hele Medine'deki Hücre-i Seadete hediye gönderdiği altın şamdan münasebetiyle yazdığı ve "Şemdan eyledim ihdâya cür"et yâ resûlallah.." diye başlayan na'tta Hazret-i Peygamber"e olan sevgisini çok içli ve edebî biçimde terennüm etmiştir. Ağır verem hastası iken, Çamlıca"da kızkardeşinin köşkünde fenalaşmış, "Beni bir câmiye kaldırın da, bari orada vefat edeyim" demiştir. Yeniçeri Ocağı"nı ve bununla organik bağı sebebiyle Bektaşî tekkelerini kapattığı için malum dedeler tarafından "Gavur Padişah" diye anılmış; yeni düzende yemleri kesilenler de bu hakaret sözüne dört elle yapışmıştı. İçki içtiğini de muhtemelen yine bunlar uydurmuştur.
(IV. Murad (Osmanlı Türkçesi: مراد رابع Murād-i rābi‘)
(d.
27 Temmuz 1612 - ö. 8 Şubat 1640) 17. Osmanlı Padişahıdır)
Sultan Mahmud'un içki içtiği söylenen oğlu Sultan Mecid ise Medine'de Mescid-i Nebevî'nin bugünki hâlini yaptırmış; Kâbe-i Muazzamaya kâşî tuğla döşetmiş; Hırka-ı Şerif, Dolmabahçe, Ortaköy, Teşvikiyye gibi zarif câmiler binâ ettirmişti. Hasta yatağında iken Medine halkından gelen mektubu hürmeten ayağa kalkıp dinlediği meşhurdur. Üstelik Nakşî meşâyihinden Yanyalı İsmet Efendi'ye bağlıydı. Türbesinin Sultan Selim câmii avlusunda, ama Sultan Selim"inkinden daha alçak yapılmasını istemiş; Yanyalı İsmet Efendi tekkesi müridlerinin her Cuma gecesi türbesinde hatm-i hâcegân yapmasını vasıyet etmişti. Bu nâzik ve içli padişah, yine de iftiralardan kendisini kurtaramamıştır. Hele zamane bir tarihçisinin gözüyle görmüş gibi padişahın sarhoş olup hammallar tarafından küfeye konup saraya getirildiği sözüne ne denir! Sultan Mecid, içki içseydi, bunu müptezel şekilde yapmayacak kadar nâzik bir insan idi.
Yakışıklılığı, nazik ve demokrat tavırları ile modern Avrupa monarşilerindeki hükümdarları andıran Sultan V. Murad ise, amcası Sultan Abdülaziz"in feci ölümü üzerine ağır bir depresyon geçirmiş; şuuruna halel geldiği için tahttan indirilmişti. Bu halde bulunan bir insanın fiillerinden mesul tutulamayacağı âşikârdır. Kaldı ki kendisinin içki içtiği rivayeti, sağlam kaynaklarda geçmez. Nevzuhur tarihçinin de yazdığı gibi merhum Sultan Reşad içki içmezdi. Fakat keşke içki içseydi de, iktidarı İttihatçılara bırakmasaydı. Koca imparatorluk sayelerinde yıkıldı.

Hele, Üsküdar Yeni Câmiini ve şehrin iki yanında çok zarif iki çeşme inşâ ettiren, hattatlığıyla meşhur Sultan III. Ahmed ile Nuruosmaniye câmii inşaatını başlatan, Rumelihisarı, Kandilli, Yeraltı, Beşiktaş Arab İskelesi, Üsküdar Mahmudiye, Defterdarkapısı, Tulumbacılar Odası, Yalıköşkü câmi ve mescidlerini yaptıran Sultan I. Mahmud'un içki içtiğine dair hiç delil yoktur. Gelin görün ki yazar, Sultan Ahmed'in hangi balkonda hangi yastığa dayanarak kiminle rakı içtiğini, gözüyle görmüşcesine anlatıyor.

Günlük hayatı neredeyse saniyesi saniyesine malum bulunan Sultan Hamid'in içki, hatta rom içtiği bilinmiyor. Ama dinî hassasiyetinde hemen herkes müttefik. Zevcesi Behice Kadınefendi, padişahın helâdan çıkıp banyoya gidene kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm edecek derecede dindar olduğunu söylemiştir. İttihatçılar, II. Meşrutiyet"i müteakip, Sultan Hamid"i halkın gözünden düşürmek için neler söylemediler. Abdullah Cevdet, "Sultan Hamid hakkında yüz yalan uydurdum. Bazısına kendim de inandım" demekten kendisini alamamıştır.
Nevzuhur tarihçinin kaynağına göre, "Fatih Sultan Mehmed Han ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada ıyş ü nûş ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa'yı ışret sırasında katletmişti". Yazar ıyş ü nûş kelimesini içki âlemi; ışret kelimesini de içki diye tercüme etmiş. Sultan IV. Murad"ın şeyhülislâmı Zekeriyazâde Yahya Efendi'nin "Mescidde riyâmişler etsin ko riyayı/Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai" beytini yazarak "Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğiz?" diyor. Divan edebiyatından ve tasavvuftan biraz anlayan, bunu değerlendirmekte zorluk çekmez. Şair ve tarihçilerin kullandığı ıyş ve ışret, sâki ve bâde gibi kelimeleri şahid gösterip de bu hükmü vermek tamamen hatâlıdır. Divan şiirinde meyhane tekkeyi; sâki sevgiliyi ve şeyhi; bâde ve şarap ise ilahî aşkı sembolize eder.
Iyş, yaşamak; ışret, eğlence ve cümbüş demektir. İkisi de arapçadır. Eğlenmek illâ içki içmekle mi olur? Eşi dostuyla dinin izin verdiği şekilde eğlenmek yasak değil ki. Buna da ıyş ü ışret deniyor. Nûş, farsça içmek demek. Su için de kullanılır, şerbet için de. Dôlu eski türkçede içine su karıştırılan su dışındaki içecekleri anlatır. Ayrana da dôlu denirdi. Hatta Bursa'da askere ayran yapıp verdiği için Dôlu baba diye bilinen bir evliyânın kabri vardır. Sâki yalnızca içki dolduran değil, su veren kimse için de kullanılır. Zaten sâki, arapça sulayan demektir. Arapçada da "şarap" şürb edilen, yani içilen şey demektir. Şerbet, çorba, meşrubat, şurup gibi kelimeler hep aynı köktendir. Kur'an-ı kerimde içilmesi yasak olan hamr'dır. Fermantasyona uğramış içki demektir. Biz bugün buna şarap diyoruz. Ama eski metinlerde "şarap" içilecek her şey için kullanılır. Lisanını ve kelimelerini bilmeden bir devir hakkında rastgele hüküm vermek ne kadar hatâlı!

Üstelik İslamiyette üzüm ve hurmadan yapılan şarap ve bundan elde edilen alkol kesinlikle haram olan bir içkidir. Bunun dışında bazı alkollü içkiler vardır ki kimi âlimler bunların ilaç ve ihtiyaç için sarhoş etmeyecek mikdarını içmeye cevaz vermiştir. Rom da bu kabildendir. O halde neyin ne için içildiğini bilmeden ahkâm kesmemek lâzım.

Peki bu iddiaların maksadı ne olabilir? Muhtemelen muhafazakâr çevrelere mesaj verilmek isteniyor. Nasıl bir mesaj? İki ihtimal var: Birincisi, "Sizin çok övdüğünüz Osmanlı padişahlarının hâline bakın! İçki içerlermiş. Demek ki iyi insanlar değilmiş. Dolayısıyla temsil ettikleri değerler de böyleymiş. Gerçeği öğrenin!". İkinci ihtimal, "Bakın, dindarlıkları herkesçe malum olan Osmanlı padişahları bile içki içmiş. O halde siz de inad etmeyin, yolunda olduğunuzu söylediğiniz padişahlar gibi yapın!" Görülüyor ki bunlar abesle iştigalden başka bir şey değil. Her şey biraz da Osmanlı padişahlarını her istediğini yapabilen Avrupa krallarına benzetmekten kaynaklanıyor. El-insaf!
Son devir ulemâsının büyüklerinden Seyyid Abdülhakim Efendi hazretleri dermiş ki: "Osmanlı padişahları, kendilerinden önceki hükümdarlar gibi değildir. Hepsi dindar insanlar idi. Dini muhafaza ettiler. Dinin direği idiler. İçlerinde bir tane kötü yoktur. Ama aralarında derece farkı vardır." Sevdiği ve büyük bildiği atalarına hakaret edilmesi, insanları incitmez mi? O halde müslümana düşen hüsnü zan etmektir. Kendilerini savunacak durumda olmayan tarihî şahsiyetler hakkında ileri geri konuşmak insana yakışmaz. Hele dedikodu ve iftirâdan kaçınmak, sadece dinî değil, herkesin uyması gereken ahlâkî bir vecibe olduğu unutulmamalıdır.
Prof. Dr. Ekrem Ekinci
(Marmara Üniversitesi Türk Hukuk Tarihi Profesörü)




II.Bayezid döneminin ilk yıllarında kurulan Galata Sarayı Ocağı, Topkapı Sarayı içindeki Enderun öğrencilerinin ilk ve orta öğrenimlerini aldıkları bir kurumdur. Bilindiği üzere Enderun öğrencileri "acemioğlanlar" adı altında Edirne Saray Okulu, İbrahim Paşa Ocağı, İskender Çelebi Sarayları ve Galata Sarayı Ocağı 'nda eğitilen devşirme öğrenciler arasından seçilirlerdi. Bu okulların yetiştirdiği çocukların her alanda Osmanlı Devleti'ne uyum sağlayabilmeleri için, adı geçen okullarda; Türkçe, Arapça ve Farsça başta olmak üzere, öğrencilerin yeteneklerine göre musıki, güzel yazı dersleri ile ata binmek, cirit, ok atma gibi geleneksel oyunların da dahil olduğu spor dersleri verilmekteydi. Bu eğitimi başarıyla tamamlayanlar arasında yapılan seçimle de öğrencilerin
bir kısmı Enderun'a giderken bir kısmı ise Kapıkulu olarak görev alırlardı.
Osmanlı Devleti'nin bu açıdan uzun süreli en önemli kaynağı olan Galata Sarayı Ocağı, başarısını kuşkusuz iç düzeninde oluşturduğu disipline borçluydu. 200'er kişilik üç koğuşu, 1 camii, 1 hamamı ve 1 darülşifayı bünyesinde kapsayan ocak, biri "başağa" olmak üzere 22 ağa ile idare ediliyordu. Bunların dışında ocakta bir cerrah, bir hekim, bir eczacı, bir katip, bir imam, bir ekmekçi, bir tellak ve bir çamaşırcı bulunuyordu. Okulun eğitim kadrosu ise Saray'dan ödenekli hocalardı. Hocalar günde 7 akçe maaş alırlardı. Her öğleden sonra düzenli yapılan yarışlar ve spor çalışmaları dışında, okulda yaşanan en canlı günler her salı yapılan öğrenci - veli buluşma günleriydi.
17. yüzyılda başgösteren imparatorluk içi karışıklıklar ve ödenek yetersizliğinden, öğrencilerin bir kısmı kapıkulu ayaklanmasına katılırlar ve böylelikle ocak, İbrahim Paşa Sarayı Ocağı ile birlikte tasfiye edilir. III. Ahmed döneminde (1703 - 1730) 1715 yılında yeniden açılan ocak, doğrudan Silahtarağa'nın kontrolüne verilir. Ocak, büyük, orta ve küçük olarak üç sınıfa ayrılır. Okul tekrar eski önemini kazanırken, padişahlar da ocağı ödülllendirmeye başlarlar. Bu doğrultuda I. Mahmud döneminde (1730 - 1754) saraydan gönderilen yüzlerce kitapla zengin bir kütüphane kurulur. Ne varki, 1820'de çıkan Tophane Yangını'na kadar sorunsuz giden eğitim kısa bir kesintiye uğrar. II. Mahmud döneminde (1808 - 1839) kagir olarak yenilenen bina, Osmanlı sisteminde enderunun kaldırılmış olması nedeniyle, 1834 yılında dağıtılır. Binaların bir bölümü ise Mekteb-i Tıbbıye'ye verilirken, bir kısmı da kışla olarak kullanıma açılır. 1865'e gelindiğinde İstanbul'daki tüm askeri okulların (Bahriye, Harbiye, Tıbbıye ve Mühendishane) hazırlık sınıfları bu çatı altında toplanmıştır.
Kaynak: gizlenentarihimiz.blogspot.com