Articles by "3.Ahmed"
3.Ahmed etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


(III. Ahmed, d. 30 Aralık 1673 – ö. 1 Temmuz 1736. 23. Osmanlı padişahıdır.)
Eskilerin dilinde "Kur'an-ı Kerim Mekke'de nazil oldu, Kahire'de okundu, İstanbul'da yazıldı" diye bir kelam-ı kibar gezerdi.

Burada İstanbul'da her bir hattatın nasıl birer nefis matbaa makinesi gibi çalıştıklarına da ima olsa gerek. O kadar ki, hattatlar en güzel Mushaflarını Peygamber Efendimiz'in (sav) türbesine konulmak üzere Medine'ye hediye ederlerdi. Buna III. Ahmed'in kendi eliyle yazdığı iki adet
Kur'an-ı Kerim de dahildir.

Matbaa Osmanlı topraklarına daha önce gelmesine rağmen Kur'an-ı Kerim'in basılmasına 19. yüzyılın son çeyreğine kadar izin verilmemiş olması ilginçtir. Burada muhakkak ki, asıl geçim kaynakları Kur'an-ı Kerim yazmak olan hattatları koruma gayesi rol oynamıştır ama sanırım temel kaygı şudur:

Yazma kitapta bir ayetteki hata silinip düzeltilebilirdi. Ancak basılı kitap, bitmiş bir kitaptı. Ona artık müdahale edilemezdi. Bu yüzden yapılacak en ufak bir hareke hatası geri dönülmez sonuçlara yol açar, ağır manevî sorumluluk gerektirirdi. Ayrıca Cevdet Paşa'nın dediği gibi, kutsal kabul edilen harflerin üzerine vurmak, ezmek, sıkıştırmak gibi o zamanki matbaacılık işlemlerinin Kur'an'a bir nevi saygısızlık anlamına geleceği korkusunun da rol oynadığını kabul etmeliyiz. Basılı formaların yerlere atılmaması, kırılıp katlanırken özenli davranılması ve basım süresi boyunca elemanların daima abdestli bulundurulması, hakikaten ciddi bir sorundu. Hatta eskiden Cağaloğlu'nda matbaası olan bir tanıdığım, sırf işçilerinin gereken titizliği göstermeyecekleri ihtimaline binaen Kur'an-ı Kerim basmıyordu.

Demek ki, matbaanın gelmesiyle her şey bitmiyor; bir de ona layık elemanları istihdam etmek, o dinî hassasiyete sahip kalfalar yetiştirmek de gerekiyordu. Ancak matbaacılar, özellikle kilit rolü oynayan mürettipler çoğunlukla gayrimüslimlerden yetişirdi. Bu durumda diyelim Karabet Matbaasına Kur'an'ın basım izni nasıl olup da verilecekti? Alın size bir dinî mesele...
(Çemberlitaş'ta bugünkü sinemaların bulunduğu yerdeki Osman Efendi Matbaası.)

Nihayet Cevdet Paşa'nın öncülüğünde ilk Kur'an, Abdülaziz devrinde (1875) basılırsa da, bu işin kurumlaşması için birkaç sene daha beklemek gerekecektir. Anlaşılan, Devlet Matbaası'nda matbu Kur'an'a yönelik yoğun talep karşılanamaz. Abdülhamid de Kur'an'ın basım işini özelleştirmeye karar verir.

Kur'an'ı, yalan yanlış basıp ülkeye sokan Avrupalı tacirlerin elinden kurtarmak gerekmektedir ve bunun için de onu hem bol sayıda, hem de hatasız basabilecek bir Müslüman matbaacı bulunmalıdır. Ama nasıl?

İşte Abdülhamid'in uzun aramalardan sonra üzerinde karar kıldığı isim, aynı zamanda köklü bir hattat ailesinden gelen Matbaacı Hafız Osman Zeki Efendi'dir. Sarayın Başmabeynciliğine, yani bir bakıma Genel Sekreterliğine kadar yükselen Osman Efendi ile Abdülhamid'in dostlukları çocukluk günlerine dek uzanır. Abdülhamid içini dışını gayet iyi tanıdığı Osman Efendi'ye Kur'an basma ayrıcalığını (imtiyazını) vermekten öte, teşvik etmiştir.

1878'de kurulan "Matbaa-i Osmaniye", 6 yıl sonra Çemberlitaş'taki yerine taşınır. İki katlı, dikdörtgen şeklinde bir binada faaliyet gösteren matbaada buharla çalışan 18 baskı makinesi vardır. Kur'an-ı Kerim'e vakıf bir hattat ailesinden gelen Osman Efendi, gereken saygı ve titizliği göstermekte olup matbaada tashih işini alimler yürütmektedir. Provası alınan formalar ilim adamlarınca titiz bir redaksiyondan geçirildikten sonra basılmaktadır. 1889'da ise hiç hata kaldırmayan bu işin güzelce tamamlanabilmesi için bu defa Hafızlar Meclisi'nin kurulduğunu görüyoruz. Unutmadan söyleyelim ki, bu meclis, Diyanet'in Mushafları İnceleme Kurulu'nun öncüsüdür.

Bundan sonra sürprizlere hazır olun derim:

İlk sürpriz: Şişli'deki Osmanbey semti Kur'an'dan kazanılan paralarla, yine Abdülhamid'in teşvikiyle matbaacı Osman Efendi tarafından kurulmuştur.

İkinci sürprizi bir soruyla sunayım: Devlet Matbaası'ndaki baskıyı saymazsak, bu ilk Kur'an matbaasının yeri nerededir? Cevap: Çemberlitaş'ın tam karşısında, altında sinemaların, alışveriş merkezinin bulunduğu devasa binanın yerinde. Üst katlarında ise FEM Dershanesi ile Fırat Kültür Merkezi faaliyettedir.

Doğrusu, defalarca konferans verdiğim, toplantılara katıldığım bu binanın yerinde bir zamanlar gece gündüz Kur'an-ı Kerim basan bir matbaanın bulunduğunu bilmek garip duygular uyandırdı içimde. Hatıralarımın yayını gerdi. Bir de sinsi bir soru hortladı: Acaba FEM ile FKM için burası özellikle mi seçilmişti?

Ancak yazıyı yazarken aradığım muhterem Uğur Derman beyefendi telefonda beni çarpan bir bilgiyi ışınladı satırlarıma. Hocası Necmeddin Okyay bir gün kendisine demiş ki: "Abdülhamid bu matbaanın kirli suyu için ayrı bir suyolu yaptırmıştır." Sebebi mi? Elbette Kur'an-ı Kerim basılan sayfaların tozunun diğer kirli sularla birlikte kanalizasyona karışmaması için.

Abdülhamid üzerinde neden bu kadar duruyorsun diyenlere daha sıkı bir cevap veremezdim herhalde.

Bu yazıda Osman Efendi'nin torunlarından N. Kuran Burçoğlu'nun "Tarih ve Toplum"un Mayıs 2001 sayısındaki makalesinden yararlanılmıştır.

Mustafa Armağan
(Zaman, 11.10.2009)




II.Bayezid döneminin ilk yıllarında kurulan Galata Sarayı Ocağı, Topkapı Sarayı içindeki Enderun öğrencilerinin ilk ve orta öğrenimlerini aldıkları bir kurumdur. Bilindiği üzere Enderun öğrencileri "acemioğlanlar" adı altında Edirne Saray Okulu, İbrahim Paşa Ocağı, İskender Çelebi Sarayları ve Galata Sarayı Ocağı 'nda eğitilen devşirme öğrenciler arasından seçilirlerdi. Bu okulların yetiştirdiği çocukların her alanda Osmanlı Devleti'ne uyum sağlayabilmeleri için, adı geçen okullarda; Türkçe, Arapça ve Farsça başta olmak üzere, öğrencilerin yeteneklerine göre musıki, güzel yazı dersleri ile ata binmek, cirit, ok atma gibi geleneksel oyunların da dahil olduğu spor dersleri verilmekteydi. Bu eğitimi başarıyla tamamlayanlar arasında yapılan seçimle de öğrencilerin
bir kısmı Enderun'a giderken bir kısmı ise Kapıkulu olarak görev alırlardı.
Osmanlı Devleti'nin bu açıdan uzun süreli en önemli kaynağı olan Galata Sarayı Ocağı, başarısını kuşkusuz iç düzeninde oluşturduğu disipline borçluydu. 200'er kişilik üç koğuşu, 1 camii, 1 hamamı ve 1 darülşifayı bünyesinde kapsayan ocak, biri "başağa" olmak üzere 22 ağa ile idare ediliyordu. Bunların dışında ocakta bir cerrah, bir hekim, bir eczacı, bir katip, bir imam, bir ekmekçi, bir tellak ve bir çamaşırcı bulunuyordu. Okulun eğitim kadrosu ise Saray'dan ödenekli hocalardı. Hocalar günde 7 akçe maaş alırlardı. Her öğleden sonra düzenli yapılan yarışlar ve spor çalışmaları dışında, okulda yaşanan en canlı günler her salı yapılan öğrenci - veli buluşma günleriydi.
17. yüzyılda başgösteren imparatorluk içi karışıklıklar ve ödenek yetersizliğinden, öğrencilerin bir kısmı kapıkulu ayaklanmasına katılırlar ve böylelikle ocak, İbrahim Paşa Sarayı Ocağı ile birlikte tasfiye edilir. III. Ahmed döneminde (1703 - 1730) 1715 yılında yeniden açılan ocak, doğrudan Silahtarağa'nın kontrolüne verilir. Ocak, büyük, orta ve küçük olarak üç sınıfa ayrılır. Okul tekrar eski önemini kazanırken, padişahlar da ocağı ödülllendirmeye başlarlar. Bu doğrultuda I. Mahmud döneminde (1730 - 1754) saraydan gönderilen yüzlerce kitapla zengin bir kütüphane kurulur. Ne varki, 1820'de çıkan Tophane Yangını'na kadar sorunsuz giden eğitim kısa bir kesintiye uğrar. II. Mahmud döneminde (1808 - 1839) kagir olarak yenilenen bina, Osmanlı sisteminde enderunun kaldırılmış olması nedeniyle, 1834 yılında dağıtılır. Binaların bir bölümü ise Mekteb-i Tıbbıye'ye verilirken, bir kısmı da kışla olarak kullanıma açılır. 1865'e gelindiğinde İstanbul'daki tüm askeri okulların (Bahriye, Harbiye, Tıbbıye ve Mühendishane) hazırlık sınıfları bu çatı altında toplanmıştır.
Kaynak: gizlenentarihimiz.blogspot.com