Articles by "Tarihi Hikayeler"
Tarihi Hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Birgün 4. Murad Sadrazamıyla birlikte tebdil-i kıyafet gezerken bir deri dükkanın önünde dururlar. Dükkan son derece kötü bir durumdaydı ve dericinin hali ise içler acısıydı.
İhtiyar derici sandalyesini çekmiş dükkanın önünde oturmaktadır.

Padişah: Selamun Aleyküm derici der.
Derici şöyle gelenlere göz atar ve hemen toparlanarak: -Aleyküm Selam Ya Cihan-ı Serdar der

Padişah: Yazı Kışa hiç katmadın mı?

Derici : Kattım ama hiç bir şey tutturamadım der..

Padişah: Peki geceleri hiç çalışmadın mı?

Derici: Çalıştım ama el aldı der.

Peki der Padişah sana bir kaz göndersem yolar mısın?

Derici yolarım der hem de hiç bağırtmadan..

Padişah dericinin yanından ayrılarak saraya döner. Sadrazam dayanamaz..

Haşmetlim der derici ile yaptığınız konuşmadan hiçbir şey anlamadım.

Padişah kızar Sadrazama dönerek.- Sen nasıl sadrazamsın der ne demek bir şey anlamadım. Derhal o dericinin yanına gideceksin ve ne konuştuğumuzu anlayacaksın. Eğer anlamazsan tez zamanda kelleni vurdururum der.

Korkuya kapılan sadrazam soluğu dericinin yanında alır.

Derici sadrazamın koşarak geldiğini görünce doğrularak.
—Hoş geldin der.

Sadrazam – Çabuk bana Padişahla ne konuştuğunuzu anlat der

Derici- Anlatırım ama bir kese altın vereceksin der

Sadrazam kelle korkusuyla kabul eder ve sorar

—Söyle bakalım gelenin padişah olduğunu nasıl anladın?

Derici- Padişah kılık değiştirmişti ama yeleğini değiştirmeyi herhalde unuttu üzerinde öyle kıymetli deriden yapılmış bir yelek vardı ki o yeleği ancak padişahlar giyebilirdi

Peki der sadrazam Yazı kış katmadın mı ne demek?

Derici- Anlatırım ama bir kese altın daha vereceksin der
Sadrazam mecburen kabul eder.
Derici- Padişah yazı kışa katmadın diye sordu yani yaz kış çalışıp kazanmadın mı ki sen ve dükkânın bu haldesiniz dedi bende çalıştım ama hiçbir şey tutturamadım dedim

Peki der Sadrazam. Geceleri hiç çalışmadın mı? Diye sordu

Derici -Anlatırım ama bir kese altın daha vereceksin der.
Sadrazam biraz da kızarak kabul etmek zorunda kalır.

Derici -Yani padişah geceleri çalışıp çocuk filan yapmadın mı özellikle oğlun yok muydu sana yardım edecek demek istedi. Bende yaptım ama oğlum olmadı kızlarım oldu onları da elin oğlu aldı dedim…

Peki der sadrazam Padişah sana bir kaz yollasam yolar mısın dedi o ne demek?..

İhtiyar derici elindeki altın keselerini şöyle hafifçe havaya atıp tuttuktan sonra…

Eee.. Onu da artık sen anla sadrazamım demiş.




Hazret-i Ömer’in Halifeliği (Devlet Başkanlığı) zamanıydı. Başkent Medine’ye yabancı bir kervan geldi. Develerini yıkıp, konakladılar… Halife her zaman olduğu gibi, gece şehri dolaşmaya çıktı. Yolda, Eshâb’dan (Sevgili Peygamberimizin arkadaşlarından) Hazret-i Abdurrahman’a rastladı. Ona dedi ki: - Ey Avfın oğlu! Gel, seninle bu gece misafirimiz olan kervanı bekleyelim. Onlar rahat uyusunlar. Çünkü yorgundurlar. Canları ve malları herhangi bir zarara uğramasın!..
Hazret-i Ömer bu teklifte bulununca, Hazret-i Abdurrahman da seve seve kabul etti. Birlikte kervanın etrafında göz-kulak olmaya başladılar. O sırada yakındaki bir evden çocuk ağlaması işitildi.Çocuğun sesi kesilmediği için,
Halife evin kapısına gitti. İçeride bulunanlara, ”Küçüğü susturmalarını rica” etti. Sonra dönüp geldi. Gece boyunca, çocuğun sesi işitildikçe, birkaç kere daha evin kapısına gitti.Çocuğun ağlaması bir türlü dinmiyordu. Seher vakti olunca, Hazret-i Ömer son defa oraya gitti. Çocuğun annesine:
Belli ki açtı!
- Sen ne biçim anasın! Bütün gece evlâdını ağlattın. Belli ki açtı! diye çıkıştı. Kadıncağız cevap verdi:
- Halimi anlamadan niçin beni azarlıyorsun? Hazret-i Ömer, kendini tanıtmadan sordu:
- Haline ne olmuş?
- Çocuğu sütten kesmiştim..
- Sütün yoksa başka şeyler yedirseydin.
- Evde onun yiyeceği bir şey yok ki, biz çok fakiriz…
- Çocuğun kaç yaşında?
- Daha yaşını doldurmadı. İşte bu cevap üzerine Hazret-i Ömer öfkelendi.
- Peki niçin bu kadar küçük bir yavruyu sütten kestin? Kadıncağız içini çekti:
- Halifemiz Hazret-i Ömer’e Cenâb’ı Hak insaflar versin. Çocuklar sütten kesilmeyince, bizim gibi bir fakire nafaka vermez. Fakirlik maaşı bağlamaz. Onun için yavrumu erkenden sütten kestim.Bunun üzerine Halife ağlayarak mescide girdi. Gözyaşları yüzünden namazı zorla kıldırdı. Selâm verdikten sonra cemâate döndü. Gene ağlayarak:
İşte Hz. Ömer’in (r.a.) adaleti
- Sizin Ömer’inize yazıklar olsun!.. Sizin Ömer’inize yazıklar olsun!.. diyerek kendini suçladı. Sonra bütün Medine halkına, tellallar (haberciler) çıkarttı. Onlar da bildirdiler ki:
- Hangi Müslümanın oğlu veya kızı dünyaya gelirse, hemen Halifeye bildirsin. Beytülmal’dan (hazineden) nafaka (maaş) verilecektir. Hiç kimse nafaka yüzünden evladını vaktinden önce sütten kesmesin!.. O günden sonra artık Medine’de, açlık sebebiyle ağlayan çocuk sesi işitilmedi.
.




Fransız General Guro savaş sonrası anılarında aynen şunları yazmıştır.
Çanakkale Savaşlarında Fransız kuvvetleri komuta eden, General Guro, savaş sırasında bir kolu ile bir bacağının kısmını, savaş sahasında bırakarak yurduna dönmüş. Daha sonra anlattığı bir savaş hatırasında aynen şöyle diyor:
Fransızlar, Türk'ler gibi mert bir milletle savaştıkları için çocuklarınızla daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Biraz evvel doğa çevremizde en nefis güzellikteydi. Su çiçekleri, papatyalar, peygamber çiçekleri, leylaklar bir gökkuşağı alemi yaratıyordu.Ve şimdi, savaş sahasında dövüş bitmiş, o güzelim tablo: kan revan içindeydi. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi.Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutmayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor,
bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile bir konuşma yaptık.
'Niçin öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun?'
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
Bu Fransız yaralanınca yanıma düştü.Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi! Anlamadım!... Ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok! İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün!...
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı!O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımın donduğunu hissettim! Çünkü, Türk askerinin göğsünde, bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yarayı bir tutam ot tıkamıştı.! ...
Az sonra ikisi de öldüler!!!
Bu generali anısına anlattığı Mehmetçik aynen ANADAN ŞEHİDE SON VEDA mısralarını anlatmaktadır.
Oğul;
Sen giderken,
Ardından baktığım oğul.
Seni gözledim,
Doğduğundan beri yaptığım gibi, Seni izledim.
Yüzüne çarparsa yel, yüreğim ürperir oğul,
Ayağına taş değerse, bağrım yanar oğlu,
Kıyamadım gülü ellemene,
Dikeni vardır diye.
Canımdan can, kanımdan kan oğul.
Ama…
Bugün git oğul.
Yoluna git.
Şu İslam toprağını gavur alacaksa,
Ezanların susacaksa,
El kemendini boynuna atacaksa ,
Çiğnenecekse şehit atanın mezarı,
Git oğul,
Git…

Bilesin ki RESUL önündedir.
Bilesin ki melekler ardındadır.
Bilesin ki dualarım semadadır.
Bilesin ki yolun ALLAH'adır.
Düşte gördüm oğul,
Bize artık vuslat,
Mahşerden sonrayadır.
 .





İstanbul’un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.

Durum Hazreti Fatih’e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih’e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:

- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.

Hazreti Fatih’in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi… Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.

Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:

- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.

Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.

Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik’e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:

Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;

- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.

Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:

- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.

Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.

Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul’a Hazreti Fatih’in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:

- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1) 
Kaynak:
1) Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi

,




• Ey oğul! Her işe besmele ile başla.
• Daima abdestli ve temiz ol.
• Namazlarında tembellik etme. Kaza ve kaderin Haktan olduğunu bil. Sana ulaşan nimete şükret, belaya sabret; sakın Allahü Teala’ya isyan eyleme.
• Kimseden incinerek sitem etme ve kimse de senden incinmesin. Kimsenin kalbini viran eyleme(yıkma).
• Kardeşine ulaşan nimete asla haset etme.
• Kimseyi kötüleme, yalan ve iftiradan sakın . Kardeşinin kusurlarını görme.
• Ananı ve babanı duadan ihmal etme. Senden büyük kimsenin önünde yürüme.
• Yalnız sefere çıkma.
• Çok uyumak hastalığa sebeptir.
• Geceler uyanık ol (namaz vezikirle meşgul ol), seher vakitlerinde Kuran-ı Kerim oku. Gece,gündüz   Allahü Teala’ya dua ve ilticada bulun.
• Allahü Teala’ya daima hamd et, azabından kork. Hep Salih kimselerle otur.
• Dünya sultanlarının iltifatıyla sevinme . Dünyanın geçici sevinci seni oyalamasın.
• İhsan ve ikramın bol olsun, sadakayı ihmal etme.
• Sırlarını ifşa eyleme.
• Kendini başkalarına medh eyleme.
• Bu günden yarının tasasını çekme.
• Na-mahreme sakın bakma, gaflet verir.
• Sofradan düşeni yemek , zenginliğe sebeptir.
• Daima edepli ol; ikram ettiğine de mütevazi ol.
• Dişini tırnağınla kurcalama.
• Evinde örümcek ağı olmasın.
• Elbiseni üzerinde iken dikme.
• Allahü Tealaya isyandan sakın ki hafızan ve zekan artsın.
• Sahipsiz mala elini uzatma.
• Ölümü aklından hiç çıkarma.
http://www.fazilettakvimi.com




Kafkas kartalı diye anılan Şeyh Şamil, çarlık Rusyasının düzenli ordularına karşı Kafkasyanın bağımsızlığı için bir avuç fedakar ve sadık adamıyla uzun yıllar çarpışmıştı... Onların her türlü imkana sahip orduları karşısında, çetin mücadeleler vermiş; ama kahraman askerleri de dahil olmak üzere eksilen hiçbir şeyi yerine koyamadığı için sonunda mağlup olup esir düşmüştü.Tabi ki Rus Çarı, cesaret ve kahramanlığına hayranlığından dolayı onu bir esir gibi değil, bir misafir gibi karşılamıştı. Üstelik sarayında Şeyh Şamil için bir de ziyafet düzenledi. Rus askerlerini de aileleriyle birlikte yemeğe davet etti...

    Dağlarda yaptığı mücadele esnasında aylardır tam olarak karnını doyuramamış olan Şeyh Şamil  yemeğini yiyordu ki; Rus Çarı onun bu haliyle istihza etmek istedi. Etrafındakilere;
   - Bu adam bu iştahla korkaım bizide yer!!! dedi.
   Çarın bu alaycı sözünü duyan Şeyh Şamil, bu lafın altında kalırmı? Gümbür gümbür cevap verdi :
   - Korkmanıza gerek yok! ELHAMDÜLİLLAH MÜSLÜMANIZ BİZ DOMUZ ETİ YEMEYİZ!!!!! dedi...




Yavuz Sultan Selim'in bu şiirinde aşağıda açıklandığı üzere; şiir soldan sağa okunduğu gibi sırasıyla birinci mısradan itibaren,bölünmüş kelimeleri alt alta

getirdiğimizde yine anlam bütünlüğü bozulmadan şiir bütünlük içinde yukarıdan aşağı da sırasıyla aynen okunmuş olur.Şiir sanatında bu ilk ve tektir.Şimdi yukarıdan aşağıya okunur durumuna bakalım.

1.) Sanma şahım/ herkesi sen/ sadıkhane / yar olur

2.) Herkesi sen/ dostum sandın/ belki ol/ ağyar olur

3.) Sadıkhane/belki ol/ alemde/ dildar olur

4.) Yar olur/ ağyar olur/ dildar olur/ serdar olur


soldan sağa 1.mısra,yukarıdan aşağıya 1. sırayı

soldan sağa 2.mısra,yukarıdan aşağıya 2. sırayı

soldan sağa 3.mısra,yukarıdan aşağıya 3. sırayı

soldan sağa 4.mısra,yukarıdan aşağıya 4. sırayı


oluşturur ve şiir soldan sağa ve yukarıdan aşağıya sırasıyla anlam ve sıralama değişmeden okunur.



YAVUZ SULTAN SELİM HAN BU BEYİTİ ŞAH İSMAİL'E YAZMIŞTIR. Hikayesi şöyledir:
Yavuz şiire, edebiyata ve satranç oynamaya meraklı biridir. Aynı şekilde Şah İsmail'de de bu özellikler vardır. Sarayında ünlü şairleri barındırır ve çok iyi satranç oynar. Bunu bilen Yavuz Şahın şahın bu özelliğinden yararlanmak ister. Tebdili kıyafetle (gezgin bir abdal kılığında) şahın ülkesine gider. Hanlarda , Kervansaraylarda satranç oynayarak önüne geleni yener. Haber şaha ulaşır. Şah der ki çağırın birde benimle oynasın. Yavuz Şah'ı da yener. Şah sinirlenir ve Yavuz'a der ki: " sen edep nedir bilmez misin? Hiç şahlar mat edilir mi?" Elinin tersiyle Yavuza bir tokat atar. Şahın kızdığını anlayan Yavuz onu yücelten şiirler okumaya başlar. İşte şahın huzurundan ayrılırkende bu şiiri okur. Ancak Şah İsmail hala onun Yavuz Sultan Selim olduğunu anlamamıştır.
Yavuz yediği tokatın acısını unutmaz. Birkaç sene sonra Çaldıran'da Şah İsmail'i yener ve ona bir mektup gönderir. Mektupta o günkü tokadın acısını aldığını söyler ve ilave eder: " Atacaksan tokadı böyle atacaksın. "




Yahya Efendi’nin Hızır ile buluşup görüştüğünü bilen Kanuni Sultan Süleyman, Yahya Efendi’den sürekli kendisini Hızır ile tanıştırmasını ister. Bir gün Yahya Efendi ve Kanuni, kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmışlar. Yahya Efendi yanında bir ahbabı ile gelip kayığa binmiş. Birlikte giderlerken, Yahya Efendi ahbabı ile sürekli  sohbet etmiş. Durumdan sıkılan Kanuni ise sürekli elindeki değerli yüzüğü ile oynuyormuş. Şeytanın işi yok ya, yüzük birden elinden fırlayıp Marmara’nın derin sularına gömülmüş. Kanuni duruma sıkılmış ama padişah olduğu için de bir şey belli etmek istememiş. Yüzüğünün denize düşmesini adamın can sıkıcı konuşmalarından yorulmuş.
Adam sürekli olarak Kanuni’ye bakıyormuş…
Bir müddet gittikten sonra, o zat inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaşmış. O zat ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultan’a uzatmış. Avucundaki suda, biraz önce denize düşürdüğü yüzüğü imiş.
Yahya Efendi hariç, kayıkta bulunan herkes çok hayrete düşmüşler.
Kanuni elini uzatıp yüzüğü alınca, adam birdenbire gözden kayboluvermiş.
Kanuni, Yahya Efendi’ye dönerek:
-Ağabey, neler . oluyor?” diye sormuş.
-O gördüğünüz Hızır Aleyhisselam idi, cevabını vermiş Yahya Efendi.
Kanuni bunun üzerine:
-Bizi niye tanıştırmadınız? diye sorunca, Yahya Efendi şöyle cevap vermiş:
-O kendini tanıttı; ama siz tanımakta geç kaldınız..



Bursa’da “Somun var müminler, somun var!” diye ekmek satan bir ulu kişi vardı.
Günlerden bir gün, Yıldırım Bayezid’in damadı Emir Sultan hazretleri, elindeki çömlekle birlikte bu zatın fırınına çıkageldi! Ekmeklerle birlikte çömlekteki yemeğin de pişirilmesini istiyordu.
Somuncu Baba, küreğin üzerine koyduğu çömleği fırına sürmeye çalıştı ama, nafile!
O küçük çömlek fırına bir türlü girmiyordu!..
Somuncu Baba, geride durup seyreden Emir Sultan’ın yüzüne baktı ve yüzünde beliren tatlı bir tebessümle konuştu:
-Anladım… Bu işi ancak sen başarabilirsin!
Emir Sultan küreği aldı ve kolayca içeri sürmeyi başardı. Ama fırının içinde ateş yoktu ve soğuktu. Soran gözlerle ama tatlı bir tebessümle Somuncu Baba’ya baktı. Somuncu Baba yine aynı eda ile konuştu:
- Bekle… Az sonra pişer!
Karşılıklı gösterilen kerametlerden sonra iki ulu kişi birbirlerini tanıyıp dost olmuşlardı.
Niğbolu zaferinin anısına Bursa Ulucami’yi yaptıran Yıldırım Bayezid, açılışı damadının yapmasının uygun olacağını düşünmüştü. Cuma günü, kalabalık cemaatin önünde seslendi:
- Ya Emir! Kapıları sen aç ve cemaata vaaz edip namaz kıldır. Veli kişi olduğun için bu şeref sana aittir!
- Hayır Sultanım! Bu şerefi Şeyh Ebü Hamideddin-i Aksarayi hazretlerine vermelisiniz!
- Bu zat kim ola ki?
- Belki duymuşsunuzdur Sultanım… Somuncu Baba derler bir ekmekçi koca vardır.
Ulu Cami işçilerine de ekmek satmıştır. İşte bu zat O’dur.
Somuncu Baba:
-Ne ettin Emirim, bizi ele verdin! diyerek bütün alçak gönüllülüğüyle camiyi açtı, kürsüye çıkıp vaaz ve nasihatlerde bulundu. Herkes O’na hayran olmuştu.

Rivayete göre Somuncu Baba camiin her kapısından aynı anda çıktı ve herkes elini öptü ve bir daha onu gören olmadı.



Tarih kitaplarına Hindistan fatihi olarak adını yazdıran Gazneli Sultan Mahmud, Hint seferlerinden birindeydi.
Dağlar, tepeler aşıp iki ordunun karşılaşacağı umulan ovaya! vardığında,
Hint ordusunun son derece kalabalık ve güçlü olduğunu gördü.
Bu durum, haliyle, canını sıktı, şaşırttı ve endişeye şevketti.
Sultan Mahmud, Hint ordusunun gücü
karşısında, zaferi kendilerine bahşetmesi
için Allah'a bir adakta bulundu. ,
"Allahım!" dedi. "Eğer bu orduyu alte-dersem,
elde edeceğim ganimetlerin tamamını fakirlere dağıtacağım."
Nihayet, ordular savaş düzenini aldılar. Çetin bir çatışma yaşandı.
Sonunda, galip gelen Sultan Mahmud'un ordusu oldu. ,
Yenik düşen Hint ordusu, savaş meydanını terkederken, geride dağlar gibi ganimet bırakmıştı.
Ganimetler arasında, sarrafların değer biçmekte zorlanacağı nadide elmaslar,
yakutlar ve zümrütler de vardı.
Gazneli Sultan Mahmud, üstüste yığılmış ganimetleri görünce, derhal adamlarından birini çağırıp:
"Bu ganimetleri yoksullara dağıt" dedi. "Çünkü savaştan önce Allah'a adakta bulunmuştum.
Simdi adağımı yerine getirmem gerek."
Sultanın bu sözlerini duyan vezirleri ve kumandanları, hayret ve feveran içinde:
"Bu kadar mal, bunca altın, değer bilmez
bir avuç fakire Mİ verilir?" diye söylenmeye başladılar.
"Vereceksen, ya askere ver, memnun olsun, bundan sonraki savaşlara şevkle hazırlansın;
veyahut emir buyur, hazineye koysunlar"
Bu sözler Sultan Mahmud'u tereddüde düşürdü.
"Adağımı yerine getirip ganimeii fakirlere mı dağıttırayım, yoksa dedikleri gibi mi yapayım?"
diye, ortada kalakaldı.
Sultanın ordusunda savaşan erler arasında, Ebu'l-Hüseyn adıyla bilinen bir meczup vardı.
Ebu'l-Hüseyn, meczup olmasına meczuptu, ama ummadık zamanda söylediği
zekice sözlerle nam salmıştı.
Sultan Mahmud, tam da ne yapacağına karar verememişken,
ordunun içinde dolanmakta olan Ebu'l-Hüseyn'i farkettı. Komutanlarına
ve vezirlerine de gösterip:
"Tamam" dedi. "Su Ebu'l-Hüseyn'i yanıma getirteyim,
durumu bir de ona sorayım ve o ne derse onu yapayım "
Sonra da ekledi:
"Çünkü o ne asker tanır, ne padişah. Ne mal derdindedir,
ne de mülk. içinden geldiği gibi konuşur,
söyleyeceği sözü hesapsız ve garazsız olarak söyler."
Sonuçta, Sultan Mahmud onu huzuruna çağırttı ve hadiseyi olduğu gibi anlattı.
Ebu'l-Hüseyn, birkaç dakika durup düşündükten sonra:
"Sultanım!" dedi. "Eğer bir daha Allah'a isin düşmeyecekse, merak etme. adağını düşünme,
bunların dediklerini yap! Yok eğer bir vakit gelecek de yine Allah'a işin düşecekse,
O'ndan utan da bunların dediklerine kulak asmadan adağını yerme getir!"
Böylece, Sultan Mahmud ganimetlerin hepsini Allah'a söz verdiği şekilde
fakirler arasında dağıttırdı...
Karakalem Dergisinden alınmıştır.
Hindistan'ı İslamla tanıştıran Gazneli Mahmut, tarihte "Sultan" ünvanını ilk alan kişiydi



Yüzbaşi Sirri Bey, ikindi vakti yeni gelen erati teftiş ederken, içlerinde bir tanesinin saçinin bir tarafi kinalanmiş oldugunu görür ve takilir: “Hiç erkek kinalanir mi? Mehmetçik: Buraya gelmeden evvel, anam kinalamişti komutanim” der ve sebebini bilmedigini ilave eder.Komutanin istegi üzerine anasina haber salar, “Niye benim saçimi kinaladin?” Gelen cevabi mektupta şunlar yazar:

Ey gözümün nuru Hasan’ım,

Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor.Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın... Ben, senin anan isem.Beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü.Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor...

Sen bu ailenin seçilmiş kurbanisin...

Hasan’ım, söyle zabit efendiye... Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır... Ben de seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım.Onun için saçını kınalamıştım...

El-hükmü billah. Allah, seni İsmail Peygamber’in yolundan ayırmasın.

Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktir. Gözlerinden öperim...

Anan - Hatice



21 Ağustos 1915 günü savaşın en şiddetli ve son anlarında Anzak Suula Koyu 60. tepede gün ağrırken gök berraktı.Görünürde altı veya sekiz tane, hepsi birbirinin eşi olan ekmek somunu biçimindeki bulut, 60. Tepe in üzerinde yayılmış duruyordu. O sırada saatte 6 veya 8 kilometrelik bir hızla güneyden esen meltem olmasına rağmen, bu bulutların ne biçimleri ne de yerleri değişmiyordu.
Meltemin etkisiyle kayıp gitmediler. Bunlar bulunduğumuz yere göre 60 derecelik bir yükseklikte asılı duruyorlardı. Bulut kümesinin tam altına
gelen yerde toprağın üstünde duran aynı biçimde bir bulut daha vardı. Yaklaşık 250 metre uzunluğunda, 65 metre yüksekliğinde ve 60 metre genişliğindeydi. Bu bulut oldukça yoğundu. Yapısı katı maddeymiş gibiydi. İngilizlerin bulunduğu bölge savaş yerine 1000 metre kadar uzaklıktaydı. Bütün bunları Yeni Zeland kıtasının birinci sahra birliğine bağlı 3. bölükteki 22 asker öldü. Aralarında biz de vardık.İçinde bulunduğumuz siperden güneybatı doğrultusunda yere inmiş bulut duruyordu.
Bulunduğumuz yer 60. Tepeye göre 90 metre daha yukarıda olduğundan üstten görebiliyorduk.Bu bulut daha sonra Kayaçık Dere denilen kuru bir derenin yatağına doğru ilerlediğinde onun daha önce durduğu zemine bütünüyle görebildik. Bu bulut diğerleri gibi açık gri renkteydi. Daha sonra 4. Norfolk Taburu un bu kuru dere yatağında harekete geçerek 60. Tepeye doğru uygun adım yürüyüşe geçtiğini fark ettik. Buluta vardıklarında hiç çekinmeden dosdoğru içine girdiler. Ama tekrar içinden çıkıp 60. Tepede savaşa katılan hiç bir kimse olmadı.
Bir süre sonra askerlerin sonuncusu da görünmez olunca , bulut sanki yükünü almışcasına yerden yükseldi.Herhangi bir bulut gibi yukarıda duran diğerlerine ulaşıncaya kadar yavaş yavaş havalandı.Bu ana kadar yukarıdaki bulutlar yerlerinde duruyorlardı Yerdeki bulut yükselip aynı hizaya gelir gelmez birden kuzeye doğru uzaklaşmaya başladılar.Trakya istikametine doğru gittiler. Bir saat içinde de gözden kayboldular. Savaş sonunda bu tabur kayıp veya yok edilmiş sayıldı.Anzak çıkarmasının 50. Yılında geç de olsa aşağıda imzası olan bizler anlattığımız bu olayın kelimesi kelimesine doğru olduğunu beyan ederiz.
İstihkam eri 4/165 künyeli, F. Reichardt. Malata Bay Of Plenty
İstihkam eri 13/416 künyeli , D.Nevnes . 157 King Street Cambridge.
J.L. Newman, 75 Freyberg Street Octumoctai Tauranga.

NOT :
1- İngiliz baş komutanı General Hamilton, bu olayın vuku bulduğu günü korkunç itirafı, yine bir gün sonra günlüğüne şöyle geçirir: "22 Ağustos 1915 günü Çalılık arazi içinde cereyan eden karşılıklı düello korkunç bir şekilde hükmünü sürdürdü. Sis ve topçu ateşi yönünden, Allah dün Türklerden yana idi..." der.
2- Savaştan sonra 1918 yılında İngiltere hükümeti, Türkiyeye resmi bir yazı gönderir.v Ve kaybolan alayın akibetini sorar.Ve Türkiye şöyle bir cevap verir: "Türkiye ne onları esir etmiştir, ne de ölüm kayıtları vardır.Hiçbir şekilde, bu askerlerle ilgili bir bilgiye sahip değildir."
3- Bu olayın görgü tanıkları olan yukarıdaki üç Yeni Zelandalı asker savaştan tam 50 yıl sonra basın önünde bu itirafta bulunmuşlardır.



Bir gün İran hükümdarı şah İsmail düşmanı olan Yavuz Sultan Selim hana bazı hediyeler yollar. Bu hediyeler çok değerli hediyeler halılar altınlar gümüşler yakutlar deve deve yemişler ve bir de sandık hediyeler yavuza getirilir açılır ama o da ne içeriyi bir koku kaplar ama çok kötü bir koku nedir bu diye herkes aramaya başlar birde bakarlar ki sandığın dibinde insan dışkısı konulmuş.
    Yavuz Sultan Selim hemen buna bir cevap vermek için ulemalarını hocalarını toplar. Buna iyi bir şekilde cevap verilmesi gerekmektedir ve yine cevabı kendisi bulur aynı hediyelerden kendiside hazırlatır ve vezirine kendisine bir kutu gül lokumu getirmesini ister ve lokumun altınada bir not
yazar elçiyle şah ismaile yollar.
    Şah ismail hediyeleri kabul eder ama içinde bir tereddüt acaba o bana ne dışkısı yoladı diye düşünürken içeriyi birden lokum kokusu sarar çok güzel kokmaktadır.Vezir lokumu ikram eder şah önce başkaları tatsın enson ben tadarım diyerek kendine göre önlem alır herkes lokumları yedikten sonra sıra şah ismaile gelir şah lokumu yer ve altındaki not gözüne ilişir.
Notta şöyle yazmaktadır:
İSMAİL HERKES KENDİ YEDİĞİNDEN İKRAM EDER.




Osmanlı ordusu Mısır seferine giderken haliyle bağlık - bahçelik yerlerden geçiliyordu. Salkım üzümler, olgunlaşmış elmalar, armutlar ve daha türlü türlü meyveler vardı.
Ordu Gebze yakınlarında konakladığı zaman, Yavuz Sultan Selim’in içine bir şüphe düştü: “Acaba askerim sahibinden izinsiz üzüm ve elma koparmış olabilir mi?” diye düşünüyordu. Hemen Yeniçeri Ağası’nı çağırdı ve durumun araştırılmasını emretti.
Heybeler - torbalar araştırıldı, iyice soruldu ama, asker üzerinde hiç bir iz bulunamadı. Yeniçeri Ağası gelip durumu söylediğinde Padişah rahatlamıştı. El açıp dua etti:
Ey Allah’ım!.. Bana haram yemeyen bir ordu ihsan ettiğin için Sana şükürler olsun.”
Sonra Yeniçeri Ağası’na dönüp şunları söyledi:
“Eğer askerlerim içinde bir tek kimse sahibinden izinsiz bir meyve koparıp yese idi, Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü ağa, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olamaz!..”




Çanakkale Savaşlarının henüz araştırılmayı bekleyen bir çok siyasal, sosyal ve askeri yönünün daha olduğu bir gerçek. Örneğin; bu savaşların bizde belki de hiç bilinmeyen bir diğer yönü, Çanakkale’de bazı Türk kadın savaşçılarının da çarpıştıklarıdır.

Konuyla ilgili ilk belgesel bilgilere Avustralya ve Yeni Zelanda arşivlerinde, Anzac askerlerinin Çanakkale’de siperlerde yazdıkları . günlük ve mektuplarda rastlanmaktadır. Örneğin, The Age adlı Avusturalya gazetesinde, 8 Eylül 1915 tarihinde şu başlıkta bir haber yer almaktadır.

Kadın bir keskin nişancı: ilk günkü çarpışmada vuruldu: J. C. Davies adlı bir asker annesine yazdığı mektupta şöyle demektedir:

“… Vurulduğum 18 Mayıs günü, keskin nişancı bir Türk  kızı vardı. Güzel, iri yapılı ve 19-21 yaşları arasında görünüyordu. Günün uzunca bir bölümünde sürekli olarak ateş etti. Gerçi bir çok adamımızı vurdu ama gün bitiminden önce Avusturalyalı bir asker tarafından vurulunca, gene de üzüldüm. Ölüsünü ele geçirdiğimizde yanında bir Türk erkeğinin cesedini de bulduk. Kadının vücudunda tam 52 kurşun  vardı… Bu savaş korkunç”
Arşivlerde aynı konuyu dile getiren birkaç mektup ve günlük daha bulunmaktadır. 




Tarihte hiçbir cihangirin-imparatorun-kralın geçemediği Sina Çölü'nden, Büyük Cihangir Yavuz Sultan Selim onbinlerce askeri ve 300 ağır topu ile Sina Çölü'nü 13 günde geçmiştir. Sina çölü, gece ve gündüz  ısı farkının 40 derecenin üzerindedir. Burada kum o kadar incedir ki etkilemediği  hiçbir şey yoktur. Yumurta bir kaç dakika içinde kaynar. Böylebir çölde Yavuz Sultan Selim ancak deha bir askeri yeteneğe sahip  cihangir gerçekleştirebilirdi.  Buradaki güç padişah başta olmak üzere ordunun inancı (imanı), Yavuz Sultan Selim'in dehasıdır.

Mercidabık savaşı ( 1516) kazanılmış sıra Mısır‘ın fethine gelmiştir. Osmanlı ordusu Mısır‘a doğru hareket etmiş ve karşılarına Mısır‘a ulaşmaları için doğal bir engel olan Sina çölü çıkmıştır. Osmanlı askerleri 1,5 senedir seferde bulundukları için yorgun düşmüşler ve vezirlerden bazılarıda bu çölün geçmenin imkansız olabiliceğini geçilse bile çok asker kaybı olacağını düşündükleri için pek istekli olmamamışlardı. Bunu hisseden Yavuz ordusuna hitaben bir konuşma yaptıktan sonra atı Karaduman‘ı Sina Çölüne sürmüş ver arkasından Osmalı ordusuda çöle doğru yürüyüşe geçmiştir. Çölde yürüyüş çok çetin olmuş su idareli kullanılmış teyemmüm ile abdest alınmıştı. Çölü geçiş sırasında bir ara Yavuz Sultan Selim atından inerek yürümeye başlayınca doğal olarak padişahın yürüdüğü bir sırada kimsenin at sırtında olamayacağından bütün orduda at sırtında olanlar vezirler, beyler  ve sipahiler atlarından inerek yürümeye başladılar. Son derece cevval ve heybetli Yavuz Sultan Selim derin bir huşu içerisinde önüne bakarak yürüyordu, vezirler ve askerler bu durumu merak etmişlerdi acaba sultan neden yürüyordu? Hemen vezirler padişahın nedimesi, sohbet arkadaşı ve sırdaşı olan Hasan Can‘a müracaat ederek durumu öğrenmesini istediler Hasan Can  padişahın yanına yaklaşarak;

- Hayırdır inşaallah Sultanım bütün ordu merak eyler; Devletlü padişahımız, aceb niçin yaya yürürler?diye telaş ederler,dedi.

Yavuz Sultan Selim büyük bir maneviyat ve huşu içerisinde Hasan Can‘a dönerek;

-”İki cihan sultanı Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem önümüzde yaya yürürlerken biz nasıl at üzerinde olabiliriz Hasan Can?…

Bir müddet bu şekilde giden Selim Han, tekrar atına binmesiyle geri kalanlarda atlarına binerek yollarına devam ettiler.

Ve geçilmez denilen Sina Çölü 13 gün gibi kısa bir sürede geçilmiş, yaklaşık 100 yıldır yağmur yağmayan çöle ordunun geçiş sırasında yağmur yağmıştır...

***

Bir defa da sen, hocanın önünde yürüyordun. Itırla yıkanmış cübbene, onun atının ayağından bir damla çamur sıçramıştı. Sen o gün bir hükümdardın. Dün­yayı iki hükümdara az gören bir hükümdar.. İranlı kapıkulun, Memlukler köle­lerindi. “Şiirler pençe-i kahrinden olurken lerzân”, sen tutdun, o çamurlu cübbenin tabutuna sarılmasını tavsiye ettin. Sen nesin! Sofi misin? Derviş misin? Yoksa yer de gezen bir melek misin? Ve ey Şirpençe! Nerdesin?.

(Son paragraf: M. F.Gülen, Nerdesin)



Kutsal toprakların huzuru kavuşturulması için düzenlenen bu sefer sırasında götürülen para yetmediği için bir bezirgandan borç alınmıştı. Defterdar, bezirgana teşekkür ettikten sonra bir arzusunun olup olmadığını sordu ve şu cevabı aldı:

“- Verdiğim altmış bin altını istemem; hazineye kalsın. Yalnız, bunun yerine oğluma günde iki akçe ile orduda cebecilik verilsin!”
Defterdar bezirganın bu isteğini Padişaha iletince Yavuz Sultan Selim öfkelendi ve şöyle haykırdı:
“- Böyle kanunsuz bir teklif getirdiğin için seni ve o bezirganı katlederdim ama, el - alem, “Mekke ve Medine fatihi olan Sultan Selim bir bezirganın malına tamah ettiği için bezirganı ve defterdarını öldürttü’ derler. Bundan . kaçınırım. Tek elden bezirganın parasını verin ve bana bir daha böyle kanuna uymaz işler getirmeyin!”




Cihan padisahı Yavuz Sultan Selim, Şam yakınına otagını kurdurarak burada üç ay kadar kalmıs. Bir Türkmen kızı da, zaman zaman padisahın çadırına gelerek, otagın temizlik islerini yapar, hünkâr çadırını tertibe ve düzene sokarak sıradan gündelik islerle mesgul olurmus…
Yine bir sabah temizlik için geldiginde, Sultan Selimi görmüs. Türkmen güzelinin gönlü sultana, su gibi anîden akıvermis gönlünü kaptırmıs ona.- Hani kalbin, her an bir halden baska bir hale geçmek, gibi anlamları da vardır ya- Zamanla kalbinin içini, ince bir sızı sarmıs genç kızın ve baslamıs kalbi için için göynümeye.

Bir gün, gözü, hünkâr çadırının diregine ilismis. Diregin üst kısmına askın gücü ona, söyle bir satır yazma cesareti vermis:



"Seven insan neylesin"
Yavuz Sultan Selim, otagına yatmaya gelince, birden direkteki yazıyı fark etmis,” Bu da ne ola ki” diyerek uzun bir muhakemeden sonra, bir vehim ve bin endise derken… Almıs eline kalemi söyle bir satır da o düsmüs aynı direkteki dizenin altına.

"Hemen derdin söylesin"
Türkmen kızı, ertesi gün gelip baktıgında otagın diregine, sevincinden aglamıs, o küçücük kalbi heyecandan gögsüne sıgmaz olmus, yer de onun olmus âdeta gök de… Fakat koskoca cihan sultanına ilân-ı askta bulunmanın, atesle oynamak, ates girdabına bilerek atlamak gibi ölümcül bir tehlikesi de varmıs. “Varsın olsun bu ask, buna deger diye düsünmüs.” Aldıgı mesajı heyecanla hemen cevaplandırmaktan kendini alamamıs ama yine de içinde bir korku kurdu varmıs ki genç güzelin, yüregini her gün dis dis, burgu burgu kemiren... Askın gücü, zoru ve korkuyu nefes nefes yasayan o gencecik yüregin imdadına yetismis derhâl. Bir satır daha yazmıs aynı direge

"Ya korkarsa neylesin"
Yavuz sultan selim, aksam, çadıra döndügünde, not düstügü direkteki satır gelmis aklına. Bakmıs ve okumus ki askın heyecanın ve korkunun karıstıgı, tezat dolu sözcüklerin bulustugu satırlar, bir mızrak gibi durmakta karsısında. Hemen o satırın altına bir mısra daha eklemis, aska yenik düsen koca padisah:

"Hiç korkmasın söylesin"
Bir aşkın buluşan, karmaşık ve bulanık duyguları şöyle dizilmis direğin üzerine:
“ Seven insan neylesin
Hemen derdin söylesin
Ya korkarsa neylesin
Hiç korkmasın söylesin”
Sabahın olmasını sabırla beklemis padisah. Seher vakti sırdası Hasancan’ı çagırtmıs, derhâl bir emir vererek:” Biz dahi merak edip onu görmek isteriz tîz elden bu kızı huzura getirin.” Emir derhâl yerine getirilmis ki Ahu gözlü, endamı hos, alımlı, nazenin, ceylân gibi bir Türkmen güzeli… Hünkârın emriyle derhâl bir dügün alayı tertip edilmis. Eglenceler, yemeler içmeler…
Dügünün son gecesi, sırlarla dolu bu askın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülmüs, Çözülen bu kara baht çıkınından yayılan acı haber, saskına çevirmis herkesi, yer gök âdeta üzüntüye, mateme bogulmus. Ahu gözlü Türkmen dilberinin

”Selim” diye çarpan saf ve küçük yüregi, bu büyük cihan sultanın askındaki sırrı kaldıramamıs ve birden duruvermis.
O çadırın diregi, bu olayın canlı fakat ketum sahidi olmus asırlardır. Bu dünya hayatında vuslat nasip olmadıgı gibi o gencecik yürege, buna fani alemde bir çare de bulunamamıs. Bu hazin gönül çarpılmasının ve gönül yangınının sonunda derler ki:

“ Koca hünkâr, aglamıs” ve Türkmen kızına yaptırdıgı mezarın mermer tasına, su dörtlügü kazdırarak, dünyaya, askın gücünün karsısındaki çaresizligini en güçlü orduları yenen koca hünkâr söyle haykırmıs:

"Merdüm-i dideme bilmem ne füsun etti felek
Giryemi füzun eşkımı hun etti felek
Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek
"
Günümüz Türkçesi:
Bilmem ki gözlerime felek nasıl bir büyü yaptı ki
Gözümü kan içinde bıraktı, askımı artırdı
Benim pençemin( gücümün) korkusundan arslanlar(bile) titrerken
Felek beni bir ahu gözlüye esir etti.
YAVUZ SULTAN SELİM HAN