Takvimler 13 Eylül 1967′yi gösterirken, gazeteler şu garip satırları düşüyorlardı birinci sayfalarına: “Başbakan Süleyman Demirel, Adakale’deki soydaşlarımızı yurda getirmek için Romanya’ya gitti.”
İyi de bu adada yaşayan “Türkler” nasıl olmuş da o bir asır süren Balkan kıyametini kazasız belasız atlatabilmiş, Berlin Kongresi’nden Lozan Antlaşması’na kadar pek çok sırattan hangi beceriyle sıyrılıp Başbakanlık uçağına kadar sağ salim ulaşabilmişlerdi? Bu adanın uzun yaşama sırrı nerede yatıyordu?
Fakat Adakale, ah Adakale! Cümle düğümler sende, senin pek cılız olan omuzlarına yığılıdır. Bir çözebilsek onları!
Ne zaman o yalazlı satırları okusam gözlerimde bir şeyler kaynar.
Ne de çabuk unuttuk Tuna’yı. Rumeli türkülerimiz de olmasa neredeyse hatırlayan çıkmayacak. Oysa Tuna bizim Avrupa’daki maceramızın etrafında toplandığı birkaç odaktan biriydi. Evet savaş, ama bir medeniyet
destanını dokudu ve okudu o aynı zamanda. Viyana’dan Karadeniz kıyısındaki Köstence’ye (haritalarda “Constanza” yazdıklarına bakıp da yabancı bir şehir sanmayasınız onu) uzanan bir latif şerittir Tuna ve aktıkça hikâyemizden sayfalar düşürür unutkan hafızamızın sularına. Ve dahi Tuna’nın haşarı evladı Adakale bu unutulmuş sayfalarından biridir tarihimizin.
Bugün Romanya ile Sırbistan toprakları arasında akan Gazi Nehir’de kayıplara karışmış bir ada olan Adakale, altı üstü 2 hektar yüzölçümündedir ve nüfusu bini bulmamaktadır. Nüfusun çoğunluğunu Türkler oluşturmakla birlikte Boşnaklar gibi farklı ırklardan Müslümanlar da vardır.
Ada ancak 17. yüzyılda, yani çevresi tamamen Osmanlı toprağı haline geldikten yaklaşık 2 asır sonra arşiv belgelerine göz kırpmaya başlar. Adakale, Avusturyalıların eline geçmiştir ve Belgrad’ın yeniden fethinden sonra sadece 400 kişilik bir birlik gönderilerek geri alınır (1691). Böylece Osmanlı ile ilk ayrılığı sona eren ada buna fazla sevinemeden ikinci bir ayrılık yaşar. 18. yüzyıl başlarında yeniden Avusturyalılarca ele geçirilen Adakale, 1738′de, I. Mahmud dönemindeki o son büyük Avrupa içi operasyonumuzda sınırlarımıza dahil edilir.
Mühimme Defteri’ndeki bir kayıtta Adakale, bizzat padişahın diliyle, “kilid-i memleket-i Erdel ve Macar ve miftâh-ı ülkât-ı Belgrad ve Tamışvar”, yani Macaristan’ın kilidi ve Sırbistan ve Romanya’nın anahtarı diye zikredilmiştir. Osmanlılar bu adada bir şeyler olduğunu ve olacağını kavramışlardır sanki. Bakalım Adakale hangi anahtarın kilidi, hangi kilidin anahtarıymış?
Osmanlı askerleri Sırbistan’daki garnizonlarından 1867′de çekilmiştir. Ancak Osmanlı askeri, çevresinden çekilse de, Adakale, tarihin çözülmez sırlarından birisine şahit olmaktadır: Balkanlardaki sınırlarımızın belirlendiği 1878 Berlin Kongresi’nde resmen unutulur ve böylece Adakale’nin Lozan’a kadarki benzersiz serüveni başlamış olur.
Tuna üzerinde unutulan ve çevresi boşaltıldığı halde Osmanlı sınırları dahilinde kalmaya devam eden Adakale’ye İstanbul’dan nahiye (bucak) müdürü ve kadı tayinine devam edilir. Hatta II. Meşrutiyet parlamento seçimlerine “ikinci seçmenleri”ni (müntehib-i sâni) göndermeyi dahi ihmal etmemiş ve Osmanlı sistemi içinde olduğunu bir kere daha göstermiştir.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra durum tamamen değişmiş, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Osmanlı Devleti gibi yenilmiş ve toprakları paylaştırılmıştır. Çevresiyle birlikte Romanya’ya bırakılan Adakale’nin bu ilhakını Osmanlı hükümeti hiçbir zaman kabul etmemiş ve oranın kendi toprağı olduğunda ısrar etmiştir. Garip gerçekten de. Daha da garip olanı, Ankara hükümetinin de bu ilhakı kabul etmeyişi.
Neden garip? Şundan: Balkanlar nere, Anadolu’nun ortasında kurulan hükümet nere? Üstelik Adakale Misak-ı Milli sınırlarımız içinde değil…
İşte bizi tarihimize karşı körleştiren noktalardan biri daha. Adakale, kafalarımızdaki paslı bir kilidin içinde dönmeye başlıyor yavaş yavaş.
Aslında İstanbul’daki meclisin TBMM’nin kurucusu olduğunu, hatta Meclis-i Mebusan reisi Celaleddin Arif Bey’in 23 Nisan öncesinde Ankara’ya gelerek TBMM’nin kuruluşu için çalışmalarda bulunduğunu bilmezseniz tabii ki TC’nin Osmanlı’dan kopmuş olduğunu sanmakta mazursunuzdur. Ancak geçenlerde (27 Haziran 2006) Toktamış Ateş’in Bugün’deki köşesinde yazdığı gibi TBMM’nin çıkardığı 1 nolu yasanın Ağnam Vergisi Kanunu olduğunu, çünkü İstanbul Meclisi’nin toplantılarını ertelediği 18 Mart 1920 günü, gündeminin 1. maddesinde bu yasa tasarısının bulunduğunu, velhasıl TBMM’nin Meclis-i Mebusan’ın doğrudan doğruya devamı olduğunun farkında değilseniz, daha şaşıracak çok şeyiniz var demektir.
Nerede kalmıştık? Evet, İstanbul hükümeti de, TBMM hükümeti de sınırlarımızdan kilometrelerce uzakta kalan Adakale’yi bırakmaya razı değildir. O bir bakıma Balkanlardaki serhat günlerimizin tatlı bir hatırası olarak muhafaza edilmek istenmektedir. Peki bu nasıl bir iştir? Hem Misak-ı Milli’ye dahil değil, hem de üzerinde hak iddia ediyoruz. Lozan müzakereleri sırasında Türk tarafının bu ufacık gurbet adası üzerindeki ısrarı Romenleri bile şaşırtmış, yoksa bunların niyeti tekrar Balkanları ele geçirmek mi sorusunun delegelerin kafalarını kemirmesine yol açmıştır.
Ancak Ankara’dan Hüseyin Rauf (Orbay) imzalı bir telgraf, Türk tarafının Adakale’ye nasıl hakiki bir Osmanlı gözüyle baktığını pek güzel özetlemektedir:
“… Adakale elyevm câmi-i şerifi ile 600 kadar kâmilen Müslim ve Türk ahalisiyle ve Türk mebânisiyle tamamen Türk yurdunun nefis ve hazin bir nümunesi ve tarihimizin temelinde kurulmuş bir abide hâtıratını temsil etmekte ve Tuna’nın suları bu adacığın sevahiline eski devr-i azametin hikâyatını tevdi’ ederek cereyan eylemekte…”
Evet, Tuna’nın dalgaları sahillerine vurdukça tarihimizin parlak asırlarının hikâyeleri duyulmaktadır ondan ve anlaşılan, Ankara hükümeti, bu her nasılsa bize bağışlanmış olan sembolik ada üzerinde ısrar etmeyi bir şeref meselesi addetmiştir. İsmet Paşa’nın karşılaştığı bunaltıcı direnç karşısında gerilemesi üzerine tıkanan görüşmeler, Şubat 1923′te onu tekrar Ankara’ya getirecek ve TBMM yine ısrar edecektir. Hatta Adakale’ye bucak müdürü olarak atanan ama Romanyalıların itirazı üzerine görevine başlayamayan Firuz Bey’in görev yerine gönderilmesi talimatı bizzat Başbakan Rauf Bey tarafından İsmet Paşa’ya çekilen bir telgrafla verilecektir.
TBMM’nin bütün bu ısrarlarına rağmen Lozan’da İngiltere’nin baskıları sonuç verecek ve Ankara’dan gönderilen “gizli bir telgraf”la bu işin sonuca bağlanması emredilince Adakale resmi olarak kopacaktır ana vatandan. 1923′ten 1967′ye kadar adada yaşamaya devam eden nüfus, bu tarihte Adakale’nin, Tuna nehri üzerinde yaptırılan bir barajın suları altında kalma tehlikesi üzerine boşaltılır. Böylece son Osmanlı bakiyyesi de ana vatana kavuşmuş olur. Demirel adada kalan son Türkleri getirir ama Tuna üzerindeki asırlarımızı dikkatli gözlerle içmiş olan kediler unutulmuştur. Civar köylüler, barajın suyu yükseldikçe kedilerin günlerce acı acı miyavladıklarını ve tepelere tırmandıklarını, sonunda hepsinin boğulduklarını anlatırmış.
Bugün Adakale sular altında. Bekliyor günün birinde yeniden müjdeli şafaklar çaktırmayı hafızamıza. Yeter ki hafızamızın suları onun yankısından mahrum kalmasın.
Mustafa Armağan
Post A Comment:
0 comments: