Gecenin bir vakti Babüssaade’nin büyük demir tokmakları vurulur. Burası Osmanlı’nın
idare merkezi Topkapı Sarayı’nın orta kapısıdır ve bu kapıdan içeride padişahla
yakın adamları yaşamaktadır.Kapıağası Hasan Ağa, nöbet yerinden kalkar, Babüssaade’nin
demir kanatlarını aralar. Kalabalık halde gelenler Arap elbiseli, Arap sîmâlı
nûranî şahıslardır. Silah kuşanmışlar, ellerine bayrak almışlardır. Kapının
yanında da dört nûranî kimse durmaktadır. Bunların ellerinde de birer sancak
vardır. Kapıyı vuran şahsın elinde ise padişahın ak sancağı bulunmaktadır. Rüyasında
Hasan Ağa’ya der ki: “ Bu gördüğün Resul’ün (sas) ashabıdır . Bizi Resul (sas)
gönderip selam etti ve buyurdu ki; ‘Kalkıp gelsin! Haremeyn hizmeti ona verildi.
Bu gördüğün dört kimseden bu Ebu Bekr-i Sıddîk, bu Ömerü’l-Faruk, bu Osman-ı
Zinnureyn’dir. Seninle konuşan ben ise Ali bin Ebu Talib’im. Var Selim Han ’a
selam söyle.”
Birkaç saat sonra yanına geldiklerinde Hasan Ağa’yı gördüğü rüyanın ağırlığından
şaşkın halde bulurlar.
Önce hastalandığını sanırlar. Terden sırıksıklam olmuş
elbiselerini değiştirirler. Bu durumun gördüğü rüyanın ağırlığından olduğunu
anladıklarında bunu bir iş için oraya gelen padişahın nedimi Hasan Can’a da
anlatmasını isterler.
Zaten Yavuz Sultan Selim de sabahtan beri Hasan Can’ı gördüğü rüyayı anlatması
için sıkıştırmaktadır. Hasan Can, padişahın yanına döner; “Sultanım” der, “Sabahtan
beri sorduğunuz rüyayı bu Hasan değil, bir başka Hasan, Kapı Ağası Hasan kulunuz
görmüş!” der.
Rüyayı dinledikçe Yavuz’un gözleri yaşarır, yüzü kızarır. “Biz dememiş miydik
ecdadımız memur olmadıkça bir yere sefer etmezlerdi diye. Onların her biri evliyalıktan
nasipdar idi. Biz onlara benzemedik!” der.
Bu hadiseden sonra hazırlıklar tamamlanır, Mısır seferine çıkılır. Artık Mısır
ve Hicaz Osmanlı padişahlarının idaresindedir. Bunun ilk tescili de 20 Şubat
1517 Cuma günü gerçekleşir. Kahire’deki Melik Müeyyed Camii’nde hutbe Yavuz
Sultan Selim adına okunur. Hatib, hutbede yeni halifenin adını söylerken o zamana
kadar âdet olduğu üzere “Hâkimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn” sıfatını kullandığında
Yavuz seslenerek “Hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn” demesini ister. Yani Mekke
ve Medine’nin hakimi değil hadimi, hizmetçisi olarak görmektedir kendini.
Sefer dönüşü halkın tezahüratından kaçındığı için Üsküdar’dan bindiği bir kayıkla
gece yarısı gizlice sarayına giren Yavuz Sultan Selim, beraberinde Peygamber
Efendimiz’e ve mukaddes mekanlara ait bir kısım emanetleri de getirir. Topkapı
Sarayı’nda kendi yaşadığı ve Has Oda denilen taht odasına, başucuna yerleştirir.
Kendisiyle birlikte yaşayan en yakın kırk adamını muhafazasına tayin eder. Has
Odalılar devlet ve padişah hizmetlerinin yanı sıra Hırka-i Saadet’i muhafaza
edecekler, gereken hürmeti gösterecekler, yirmi dört saat yanında Kur’an-ı Kerim
okuyup nöbet tutacaklardır. Beş asırlık bu nöbet halen devam ediyor.
Günümüzde Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi’nde bulunan emanetlerin hepsi
Yavuz Sultan Selim’le birlikte gelmiş değil. Sahabilerin Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü
vesselâm Efendimiz’den hatıra olarak saklayıp rahmet-i ilahîye vesile bildikleri
emanetler kendilerinden sonra nesilden nesile taşınmıştı. Ailelerin ve resmi
kurumların elindeki bu emanetlerin önemli kısmı zaman içinde padişahlar nezdinde
toplandı. Kâbe ve Peygamber Efendimiz’in (sas) kabrinin tamirinden çıkan parçalar
ile geçmiş peygamberlere, Sahabilere ve İslâm büyüklerine ait hatıraların da
ilavesiyle 20’inci asra gelindiğinde Topkapı Sarayı’nda maddi ve manevi açıdan
değer biçilemeyecek bir hazine meydana gelmişti.
Emânât-ı Mübâreke, Osmanlı Sarayı’nda devamlı imtiyazlı bir mevkide bulunduruldu.
Hepsi kıymetli kumaşlardan som sırma işlemeli bohçalara sarılıp altından, gümüşten,
sedef kakmalı ahşaptan sandıklara konulurdu. Sandıklar padişahın mührüyle mühürlenir,
altın/gümüş anahtarları padişah namına silahdar ağada bulunurdu. Padişahlar
Rida-i Cenab-ı Peygamberî’nin (Hırka-i Saadet’in) muhafızı olmakla iftihar ederler,
gece gündüz tazim ve hürmette kusur etmezlerdi. Sarayda yanıbaşlarında bulundurdukları
gibi gittikleri seferlere de beraber götürürlerdi. Her yıl Ramazan ayının on
beşinde gerçekleştirilen Hırka-i Saadet ziyareti Osmanlı protokolünün en önemli
törenlerindendi.
Peygamber Efendimiz’in (sas) şanlı sancağı, saraydan çıkarılıp sancak alayı
ile harbe gönderilirdi. Padişahlar Hırka-i Saadet Dairesi’nde yaşadıkları gibi
vefatları vukuunda cenazeleri de burada yıkanıp kefenlenirdi.
İki Cihan Sultanı (sas), çeşitli devlet büyükleriyle birlikte Bizans İmparatoru
Herakliyus’a da bir elçi ile İslam’a davet mektubu göndermişti. Herakliyus,
gerçeği bildiği halde adamlarının kendisine inanmayacağından ve saltanatı kaybedebileceğinden
korktuğu için iman etmedi. Fakat Resulullah’ın (sas) mektubunu altın bir mahfazanın
içine yerleştirip sakladı. Peygamber Efendimiz (sas) Herakliyus’un inanmamakla
kendisine yazık ettiğini söyleyip, mektubunu muhafaza ettikleri müddetçe evlatlarının
saltanatının devam edeceğini bildirmişti. Tarihçiler hicretten 7 asır sonra
bile aynı ailenin bu mektuba gösterdikleri saygı sebebiyle saltanatta bulunduklarını
kaydeder. Ecdadımız da Allah’ın Habibi’nin (sas) izinde, gül kokusunu taşıyan
hatıralarının gölgesinde iken rahmet-i ilahiyyenin rüzgarından istifade edecekleri
itikadında idiler.
İngilizler, emanetler konusunu Lozan’da masaya getirmek istediler. Filizlenmekte
olan yeni Türk devleti böyle bir konuyu hiçbir şekilde tartışmaya açmadı.Mukaddes
Emanetlerin, milletimize tevdi edilmiş bir vedia olarak muhafazasına devam edildi.
1960’lı yıllarda bir kısmı Topkapı Sarayı Müzesi’ne bağlı olarak ziyaretçilere
açıldı. Birçoğu ise eskiden olduğu gibi kıymetli muhafazaları içinde kamuoyundan
gizli kaldı. mukaddes Emanetler ilk kez bir kitap ile günyüzüne çıkıyor. Topkapı
Sarayı müdür yardımcılarından Hilmi Aydın tarafından yazılan ve Işık Yayınları’nca
basılan “Hırka-i Saadet Dairesi ve mukaddes Emanetler” isimli kitap mukaddes
Emanetler’i arkalarındaki Asr-ı Saadet’e kadar ulaşan hikayeleriyle birlikte
anlatıyor. Hazırlanışında araştırmacı Ahmet Doğru’nun da önemli katkısı olduğu
belirtilen eserde emanetlerin birçoğunun ilk kez çekilmiş fotoğraları da yer
alıyor.
Birinci Dünya Savaşı’nda Medine’nin teslimi söz konusu olunca şanlı Medine
Müdafii Fahreddin Paşa, Mescid-i Nebevi’de bulunan bir kısım emanetler ile,
yüzyıllar boyunca hükümdarlar tarafından buraya vakfedilen ve Resûlullah’ın
(sas) komşuluğunu yapan kıymetli eşyaları zayi olmaması için trene yükledi ve
İstanbul’a gönderdi. İhtiyat mülazımlarından İdris Sabih Bey’in Medine Müdafaası
sırasında Hazreti Peygamberimiz’e (sas) hitaben yazıp, Fahreddin Paşa’ya ithaf
ettiği şiir, o günlerde yaşanan duygular kadar Emanât-ı Mübâreke’yi muhafaza
edenlerin gönül dünyasını yansıtması bakımından da kayda değer özellikler taşımaktadır:
Dünya ve âhiret EFENDİMİZ’sin
Bir ulü’l emr idin emrine girdik;
Ezelden bey’atli hakanımızsın.
Az idik, sâyende murada erdik,
Dünya ve âhiret sultanımızsın.
Unuttuk İlhan’ı, Kara Oğuz’u;
İşledik seni gözbebeğimize,
Bağışla ey şefî’ kusurumuzu
Bin küsûr senelik emeğimize.
Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur,
Şımardık müjde-i sahabetinle.
Gönlümüz ganîdir, gözümüz toktur,
Doyarız bir lokma şefaatinle.
Nedense kimseler dinlemez, eyvâh!
O kadar sâf olan dileğimizi
Bir ümmî isen de Yâ Resûlallah,
Ancak sen okursun yüreğimizi.
Suları tükendi gülâbdanların,
Dinmedi gözümüz yaşı, merhamet.
Külleri soğudu buhurdanların,
Aşkınla bağrını yakmada millet.
Gelmemiş Türkçe’de Lebid, Hassân’ın,
Yok bizde ne Bürde, ne Muallaka.
Yolunda baş veren Âl-i Osman’ın,
Lâl ile yazdığı tarihten başka.
Ne kanlar akıttık hep senin için,
O ulu Kitâb’ın hakkıçün aziz...
Gücümüz erişsin ve erişmesin,
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz.
Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz,
Can verir, cânânı veremez Türkler.
Ebedi hadim’ül haremeyniniz,
Ölsek de Ravza’nı rûhumuz bekler.
HIRKA-İ SAADET DAİRESİ
124 cm boyunda, siyah yünlü kumaştan hırkanın içi daha kaba şekilde dokunmuş
krem renk yünlü kumaşla kaplanmıştır. Yer yer yıpranmış durumdadır. Resulullah
(sas) tarafından Züheyr oğlu Ka’b’a verilen hırkadır.
Hırka-i Saadet Dairesi, adını Peygamber Efendimiz’in (sas) şair Ka’b bin Züheyr’e
huzur-ı saadetlerinde Müslüman olduğunda hediye ettiği hırkadan alıyor. Arapların
meşhur şairlerinden olan Ka’b, İslamiyet aleyhindeki şiirlerinden ve sözlerinden
dolayı Peygaberimiz’in (sas) nerede görülürse öldürülmesi emrine muhatap oldu.
Daha önce Müslüman olan kardeşinin ikazı üzerine, hakkındaki ölüm emrine aldırmadan
Medine’ye geldi, Mescid-i Nebevi’ye girdi. Peygamber Efendimiz’e Müslüman olan
bir kimsenin geçmiş hatalarının bağışlanıp bağışlanmayacağını sordu. Müspet
cevap alınca “Bu, Ka’b olsa da mı?” diye ilave etti. Allah Resûlü bu soruya
da olumlu cevap verdi. Ka’b (ra) kimliğini açıklayıp Kaside-i Bürde ismiyle
tarihe geçen eserini okumaya başladı. “Muhammed Aleyhisselâm kınından çıkmış
bir kılıçtır / Cihan onun nurundan feyz alır” mısraına gelince Efendimiz (sas)
sırtındaki hırkasını çıkardı, şairin sırtına bıraktı. Ka’b, Hazreti Peygamber’in
(sas) gül kokusunu taşıyan bu hırkayı ömrü boyunca muhafaza etti, çok yüksek
fiyat teklif edilmesine rağmen bir ipliğini feda etmedi. Muaviye tarafından
varislerinden alınıp halifelere geçen hırka, Yavuz’la birlikte İstanbul’a geldi.
Hırka-i Saadet sırma işlemeli yeşil atlastan bohçalara sarılıp altın bir çekmeceye
konulur. Bu çekmece de aynı şekilde bohçalara sarılıp büyük altın bir sandığa
yerleştirilir.
Peygamber Efendimiz’in (sas) zamanında yapılan harplerde ashaptan her birlik
ayrı bir sancak taşırdı. Bizzat Peygamber Efendimiz’e (a.s) mahsus olan Sancak-ı
Şerif ise Ukab ismini taşır. Hazreti Aişe’ye ait siyah yünlü bir kumaştan yapılmıştır.
Sancak-ı Şerif, Cenab-ı Peygamber’in (sas) âlem-i cemâli teşriflerinden sonra
sıra ile dört halifenin emanetinde olarak harplerde ordunun önünde taşındı.
Daha sonra da Emevi ve Abbasi halifelerine intikal etti. Bağdat’ın Moğollar
tarafından işgali üzerine Mısır’a kaçan Abbasi halifesi, Sancak-ı Şerif’i de
diğer emanetler ile birlikte Mısır’a götürdü. Mısır’ın Yavuz Sultan Selim Han
Cennetmekân tarafından alınması üzerine Osmanlılara geçti. Ukab, zamanla yıpranıp
adeta toz haline geldiği için Osmanlılar yeşil atlastan yenisini diktirip üzerine
aslından parçalar eklediler. Harpler sırasında Sancak-ı Şerif, Sancak Alayı
denilen bir törenle saraydan çıkarılır, orduyla birlikte sefere giderdi. Bu
sırada seyyidlerden oluşan bir cemaat tarafından yanı başında gece gündüz Fetih
Sûresi okunurdu.
Hz. Muhammed (sas) yabancı devlet reislerine İslam’a davet mektupları yazdırırken
taşı akikten, halkası gümüşten yüzük şeklinde bir mühür yaptırmıştı. Bu mühür
sıra ile Hz. Ebubekir’e, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a geçmiş, ancak Hz. Osman tarafından
Eris isimli kuyuya düşürülmüş ve günlerce aranmasına rağmen bulunamamıştır.
Tarihçiler bu mührün kaybolmasından sonra Müslümanlar arasındaki birliğin bozulduğuna,
devam edip gelen fitnelerin o zaman ortaya çıktığına dikkat çekerler. Hz. Osman
bunun üzerine aynı yazıyı taşıyan başka bir mühür yaptırarak kullanmıştır.mukaddes
Emânetler arasında bulunan ve Bağdat’ta ele geçirilerek İstanbul’a getirilen
mührün bu mühür olduğu tahmin edilmektedir. 1 cm. uzunluğunda olup, kırmızı
akik taşından yapılmıştır. Üzerinde kûfî hatla “Muhammed Resulullah” yazan bu
mühür hakkedilmiştir.
Hicret’in altıncı yılında Peygamber Efendimiz (sas) yabancı devlet reislerine
mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etti. Deri üzerine yazılan bu mektuplardan
birkaçı Hırka-i Saadet Dairesi’ndedir. Mektupların alt kısmında Resûllullah
aleyhisselâm’ın mührü bulunur. Emanetler arasında bu mektuplarla birlikte Kur’an-ı
Kerim’den bazı kısa sûrelerin vahiy kâtipleri tarafından yazılmış ilk nüshaları
da vardır.
Rasûlullah’ın (sas) arş üzre basan mübarek ayaklarına değmekle şereflenmiş sandalet
tarzı ayakkabılardır. Taban kısımları, birkaç kat tabaklanmış deri ya da köselenin
dikilmesiyle oluşur. Ayağı bilekten ve üstünden kuşatan kayışların yanı sıra
biri baş parmakla yanındaki parmak, diğeri de orta parmakla onun yanındaki parmak
arasından geçen iki tane bandın bulunması en bariz özellikleridir. Nalın-ı Saadetlerin
resminin bile berekete sebep olacağına inanılır, evlere, işyerlerine asılırdı.
Hırka-i Saadet Dairesi’nde Nalın-ı Saadetlerle birlikte bunların metal ve ahşaptan
modelleri de bulunmaktadır.
Cenab-ı Peygamber Aleyhisselâm traş olduğu zaman saç ve sakal telleri ashab
tarafından toplanır, hatıra olarak saklanırdı. Veda Haccı’nda traş olurken de
Resûlullah’ın (sas) saç telleri çevresindeki ashabı tarafından kapışılmıştı.
Bunlardan biri de alnına düşen saçları almak için Allah Resûlü’ne (sas) rica
eden Halid bin Velid’di. Halid bin Velid, bu saç tellerini ölünceye kadar sarığının
arasında taşıdı. Yemame Savaşı devam ederken başından sarığı düştü. Hazreti
Halid, yere düşen sarığını almak için canını düşünmeden düşmanlar arasına daldı.
Etrafındakiler bu hali garipseyerek ikaz ettiklerinde “Ben bunu başlığımın kıymetinden
dolayı yapmıyorum. Fakat onun içinde Peygamber Aleyhisselâm’ın saçı bulunduğu
için müşriklerin eline düşmesini istemiyorum. Ben onu hangi tarafa yönelttimse
orası fetholundu.” dedi.
Bugün birçok tarihi camide, hatta aileler, şahıslar elinde Sakal-ı Şerif bulunmaktadır.
Hırka-i Saadet Dairesi’nde de ellinin üzerinde Sakal-ı Şerif vardı. Cam mahfazalardaki
Sakal-ı Şerifler kırk kat bohçaya sarılarak saklanır. Mübarek gün ve gecelerde
salâvat-ı şerifeler okunarak ziyarete açılır, gönüllerdeki Peygamber (sas) sevgisi
tazelenir, dünya gözüyle görmeden kendisine iman edenler bir nebze olsun hasret
giderirler.
Hazreti İbrahim’e nispet edilen tencere, silindir bir kutu içerisinde olup kutunun
üzerindeki etikette “Padişahımız Sultan Mehmet Hazretleri huzur-ı hümayunlarında
Hasodabaşı Mustafa Ağa Kethüda’ya teslim eylediği İbrahim’in mermer kazganlarının
mahfazasıdır. Sene 1058” yazılıdır. Tencere, genellikle Suriye Bölgesi’nde bulunan
silisli (kumlu) granitten oyularak imal edilmiştir.
İlk dönem İslâm kaynaklarında bu konuda yazılı bir bilgi olmamasına rağmen Allah
Rasûlü’nün (sas) bir mucize olarak bazı defalar sert zemine bastığında ayak
izinin çıktığına inanılmakta, birçok yerde bulunan Kadem-i Şerif izleri buna
delil gösterilmektedir. Topkapı Sarayı mukaddes Emânetler Dairesi’nde taşlar
üzerine çıkmış altı adet Kadem-i Şerif nakşı muhafaza edilmektedir. Bunların
yanı sıra gümüş, tahta ve mukavva üzerine çizili birçok Kadem-i Şerif resmi
de mevcuttur. Sultan I. Ahmed, Hazreti Peygamber’in (sas) ayak izi şeklinde
altından bir sorguç yaptırmış, bunu mübarek günlerde ve törenlerde başında taşımıştır.
Hazreti Peygamber (sas) bir gün Medine’de bir yerden dönerken Benî Sâide Sofası
denilen mevkide ashabı ile istirahat etmek için oturmuştu. Bu sırada Sehl ibn
Sa’d’a dönerek “Ya Sehl, bizleri bir sulasan” buyurdular. Resulullah’ın (sas)
vefatında 15 yaşlarında bir delikanlı olan, Hicri 91 yılında 96 yaşında vefat
ettiğinde “Medine’de en son vefat eden sahabi” unvanını alan Sehl, o gün su
ikram ettiği ağaçtan mamul kadehi hatıra olarak saklamıştı. Yıllar sonra, bir
topluluğun içinde bu kadehi göstererek su ikram ettiğinde kadeh, orada
bulunan Ömer bin Abdülaziz tarafından istendi. Sehl de kadehi ona hediye etti.
Kadeh-i Şerif’in dışı muhafaza gayesiyle gümüşle kaplanmıştır.
Peygamber’imizin (sas) gasil suyunun muhafaza edildiği yeşil şişe zamanın tahribatına
dayanamamış, günümüze ancak kırık parçası ulaşmıştır.
Hazreti Hüseyin’e ait olduğu belirtilen cübbe, 130 cm boyundadır. Pikeye benzer
kumaştandır. Kısa kolludur. Yalnız ön ve etekleri beyaz astarlıdır. Önden ilikli
ve yuvarlak düğmelidir.
Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin anahtarı, Resulullah (sas) tarafından “Şüphe
yok ki Allah emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” âyetinin nüzûlü üzerine ailece eskiden
beri bu hizmeti görmekte olan Osman bin Talha’ya verildi. Halen aynı ailede
bulunan anahtarlar yenilendikçe eskileri İstanbul’a gelir, Miftah Alayı denilen
bir alayla karşılanırdı. İlk defa Mekke Şerifi Ebü’l-Berekât, Mısır’ın fethinden
sonra Harem-i Şerif’in anahtar ve kilidini oğlu vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim’e
göndermişti.
Dördüncü Murad tarafından Bağdat seferine götürülen Kâbe anahtarının yanındaki
mektupta ise ilginç bilgiler bulunmaktadır. Mektup, zamanın Mekke Emiri Zeyd
bin Muhsin tarafından Dördüncü Murad’a hitaben yazılmıştır. Peygamber Efendimiz
(sas), rüyasında Emir’e Kâbe’nin mevcut anahtarını Harem-i Şerif’in imamıyla
padişaha göndermesini, padişahın bu anahtarı Acem seferinde yanında taşımasını
emredip fetih ve zaferi müjdelemektedir. Ayrıca padişahın diğer seferlerde hatta
her oturup kalktığı yerde anahtarı yanından ayırmamasını istemekte, kendisinin
ve kendisine tabi olanların bu surette musibetlerden emin olacağını söylemektedir.
Padişah kendisi harbe gitmediği zamanlarda da güvendiği bir adamıyla anahtarı
ordunun önünde taşıtmalıdır. Allah’ın inayetiyle karşılarındaki düşmanları güç
yetiremeyip mağlup olacaklardır.
Medine’nin eski âdetlerinden biri de borcu olanların Hazreti Muhammed’in (sas)
kabrinin bulunduğu Hücre-i Saadet’e buğday takdim ederek O’nun (sas) ruhaniyetinden
yardım istemeleri idi. Borçlular, her yıl zilkade ayının 17. gecesi, borçları
miktarınca buğdayı beyaz bir kese içerisine koyarak Ravza-i Mutahhara’ya getirir,
Hücre-i Saadet’e takdim edilmesi için görevlilere verirdi. Biriken buğdayları
Harem-i Şerif ağaları alıp ekmek yapar ve bazı kimselere hediye ederlerdi. O
gün şehirde bayram havası eserdi.
MÜBAREK KILIÇLAR
Peygamber Efendimiz’den ve ashabdan yadigâr olan Süyûf-ı Mübareke, mukaddes
Emânetler içinde önemli bir grubu teşkil eder. Tabanları çelik olan kılıçların
üzerlerine daha sonraki dönemlerde kıymetli madenler ve taşlarla işlemeler yapılmış,
her bir yanı zamanla birer sanat şaheseri haline getirilmiştir. Osmanlı padişahları
tahta geçtikten sonra Eyüp Sultan Türbesi’nde merasimle bu kılıçlardan birini
kuşanırlardı. Kılıç alayı, Batılı yazarlarca kralların taç giyme törenlerine
benzetilmiştir.
Hazreti Davud’un (as) kılıcı
mukaddes Emanetler Dairesi’nde Hazreti Yusuf’un (as) sarığı, Hazreti Musa’nın
(as) asası, Hazreti İbrahim’in (as) tenceresi gibi geçmiş peygamberle ait hatıralar
da bulunmaktadır. Bunlardan biri de Davud Aleyhisselâm’ın kılıcıdır. Son derece
kaliteli bir çelikten yapılan kılıcın üzerinde Davud Aleyhisselâm’ın Calut’un
kafasını kesmesi ve Yusuf Aleyhisselâm’ın taht üzerine oturması resmedilmiştir.
Yanında bulunan ve Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a girmesinden önce hazırlanan
kitabede ise kılıcın hikayesi anlatılmakta, şifreli olarak bu kılıcın Mısır’ı
fethedecek Yavuz’a ulaşacağı, saltanatları müddetince onların elinde kalacağı,
daha sonra bir karmaşalığın zuhur edeceği ve nihayet kılıcın Hazreti İsa’ya
(as) ve Mehdi Aleyhisselâm’a ulaşacağı anlatılmaktadır.
Üzeri Arap üslûbunda ve kafes tarzı oymalarla süslü küçük boydaki ahşap sandığın
“Hazreti Fatıma Radıyallâhü Teâlâ Anhâ’nın el sandığı” olduğu kayıtlıdır. Ufak
tefek malzemeler koymaya mahsus olmalıdır.
97 cm uzunluğundadır. Kabza namlu kuyruğunun iki tarafından perçinlenmiş, siyah
boynuzdan iki levha halindedir. Dilimli bir tepeliği vardır. Balçağı çeliktendir.
Taban yassılaştırılmış oval kesitlidir. Kını ağaç üzerine siyah deri kaplıdır.
Emanetlerin listesi
Bir kısım emanetler şunlar:
Hırkai Saadet, Sancak-ı Şerif, Nalın-ı Saadet, Kadeh-i Şerif, Kadem-i Şerifler,
Sakal-ı Şerifler, kılıçları, yay, Uhud’da kırılan diş, teyemmüm edilen toprak,
Mühr-i Şerif vs. gibi Hazreti Peygamber’e (s.a.v) ait eşyalar. Hz. İbrahim’in
(as) tenceresi, Hz. Yusuf’un (as) sarığı, Hz. Musa’nın (as) âsâsı, Hz. Davut’un
kılıcı, Hz. Ebubekir’e ait sakal teli, Hz. Osman’ın okuduğu esnada şehit edildiğine
inanılan Kur’an-ı Kerim, sahabe kılıçları, Hz. Fatıma’nın gömleği, duvağı, hırkası,
Hz. Hüseyin’in cübbesi, hırka parçası, sarığı, İmam-ı Azam’ın cübbesi, Veysel
Karani’nin külâhı, Abdülkadir Geylâni Hazretlerinin, İmam-ı Şarani’nin tâcları,
Hz. Mevlânâ’nın kâseleri. Kâbe-i Muazzama’nın altın olukları, Hacerü’l Esved’in
altın ve gümüş mahfazaları, Tevbe Kapısı kanadı, Kâbe kilidi ve anahtarları,
Kâbe örtüleri, Kâbe’de ve Mescid-i Nebevi’de kullanılmış askı ve kandil, buhurdan,
gülabdan gibi objeler, buraların tamirlerinden getirilmiş tahta, taş, cam, çini
vb. parçaları, Hz. Peygamber’in kabrine ait örtüler, kabir toprakları, Kabri
Saadet’in temizliğinden getirilmiş Cevher-i Saadet denilen tozlar, vs. gibi
Kâbe-i Muazzama ve Mescid-i Nebevî’ye ait hatıralarla yukarıda bahsedilen Emânetlerin
Kâbe’den veya Mısır’dan naklinde ve zaman içinde muhafazasında kullanılmış olan
sandık, çekmece, yazılı ve yazısız örtüler, bohçalar, kılıç kılıfları, Kur’an
mahfazaları ile Has Oda’nın hizmetinde kullanılan süpürgeler, faraşlar, mumlar,
öd ağaçları, ünlü hattatlara ait ya da padişah ketebeli levhalar, hilye-i saadetler,
seccadeler, tesbihler, bakır ve gümüş taslar, kandiller, tarikat başlıkları,
zemzem sürahileri, destimaller ve destimal kalıpları..
İstanbul, Zaman
EVLÂD-I OSMANLI
Post A Comment:
0 comments: