Articles by "İslam Tarihi"
İslam Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Gecenin bir vakti Babüssaade’nin büyük demir tokmakları vurulur. Burası Osmanlı’nın
idare merkezi Topkapı Sarayı’nın orta kapısıdır ve bu kapıdan içeride padişahla
yakın adamları yaşamaktadır.Kapıağası Hasan Ağa, nöbet yerinden kalkar, Babüssaade’nin
demir kanatlarını aralar. Kalabalık halde gelenler Arap elbiseli, Arap sîmâlı
nûranî şahıslardır. Silah kuşanmışlar, ellerine bayrak almışlardır. Kapının
yanında da dört nûranî kimse durmaktadır. Bunların ellerinde de birer sancak
vardır. Kapıyı vuran şahsın elinde ise padişahın ak sancağı bulunmaktadır. Rüyasında
Hasan Ağa’ya der ki: “ Bu gördüğün Resul’ün (sas) ashabıdır . Bizi Resul (sas)
gönderip selam etti ve buyurdu ki; ‘Kalkıp gelsin! Haremeyn hizmeti ona verildi.
Bu gördüğün dört kimseden bu Ebu Bekr-i Sıddîk, bu Ömerü’l-Faruk, bu Osman-ı
Zinnureyn’dir. Seninle konuşan ben ise Ali bin Ebu Talib’im. Var Selim Han ’a
selam söyle.”


Birkaç saat sonra yanına geldiklerinde Hasan Ağa’yı gördüğü rüyanın ağırlığından
şaşkın halde bulurlar.
Önce hastalandığını sanırlar. Terden sırıksıklam olmuş
elbiselerini değiştirirler. Bu durumun gördüğü rüyanın ağırlığından olduğunu
anladıklarında bunu bir iş için oraya gelen padişahın nedimi Hasan Can’a da
anlatmasını isterler.

Zaten Yavuz Sultan Selim de sabahtan beri Hasan Can’ı gördüğü rüyayı anlatması
için sıkıştırmaktadır. Hasan Can, padişahın yanına döner; “Sultanım” der, “Sabahtan
beri sorduğunuz rüyayı bu Hasan değil, bir başka Hasan, Kapı Ağası Hasan kulunuz
görmüş!” der.

Rüyayı dinledikçe Yavuz’un gözleri yaşarır, yüzü kızarır. “Biz dememiş miydik
ecdadımız memur olmadıkça bir yere sefer etmezlerdi diye. Onların her biri evliyalıktan
nasipdar idi. Biz onlara benzemedik!” der.

Bu hadiseden sonra hazırlıklar tamamlanır, Mısır seferine çıkılır. Artık Mısır
ve Hicaz Osmanlı padişahlarının idaresindedir. Bunun ilk tescili de 20 Şubat
1517 Cuma günü gerçekleşir. Kahire’deki Melik Müeyyed Camii’nde hutbe Yavuz
Sultan Selim adına okunur. Hatib, hutbede yeni halifenin adını söylerken o zamana
kadar âdet olduğu üzere “Hâkimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn” sıfatını kullandığında
Yavuz seslenerek “Hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn” demesini ister. Yani Mekke
ve Medine’nin hakimi değil hadimi, hizmetçisi olarak görmektedir kendini.


Sefer dönüşü halkın tezahüratından kaçındığı için Üsküdar’dan bindiği bir kayıkla
gece yarısı gizlice sarayına giren Yavuz Sultan Selim, beraberinde Peygamber
Efendimiz’e ve mukaddes mekanlara ait bir kısım emanetleri de getirir. Topkapı
Sarayı’nda kendi yaşadığı ve Has Oda denilen taht odasına, başucuna yerleştirir.
Kendisiyle birlikte yaşayan en yakın kırk adamını muhafazasına tayin eder. Has
Odalılar devlet ve padişah hizmetlerinin yanı sıra Hırka-i Saadet’i muhafaza
edecekler, gereken hürmeti gösterecekler, yirmi dört saat yanında Kur’an-ı Kerim
okuyup nöbet tutacaklardır. Beş asırlık bu nöbet halen devam ediyor.

Günümüzde Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi’nde bulunan emanetlerin hepsi
Yavuz Sultan Selim’le birlikte gelmiş değil. Sahabilerin Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü
vesselâm Efendimiz’den hatıra olarak saklayıp rahmet-i ilahîye vesile bildikleri
emanetler kendilerinden sonra nesilden nesile taşınmıştı. Ailelerin ve resmi
kurumların elindeki bu emanetlerin önemli kısmı zaman içinde padişahlar nezdinde
toplandı. Kâbe ve Peygamber Efendimiz’in (sas) kabrinin tamirinden çıkan parçalar
ile geçmiş peygamberlere, Sahabilere ve İslâm büyüklerine ait hatıraların da
ilavesiyle 20’inci asra gelindiğinde Topkapı Sarayı’nda maddi ve manevi açıdan
değer biçilemeyecek bir hazine meydana gelmişti.


Emânât-ı Mübâreke, Osmanlı Sarayı’nda devamlı imtiyazlı bir mevkide bulunduruldu.
Hepsi kıymetli kumaşlardan som sırma işlemeli bohçalara sarılıp altından, gümüşten,
sedef kakmalı ahşaptan sandıklara konulurdu. Sandıklar padişahın mührüyle mühürlenir,
altın/gümüş anahtarları padişah namına silahdar ağada bulunurdu. Padişahlar
Rida-i Cenab-ı Peygamberî’nin (Hırka-i Saadet’in) muhafızı olmakla iftihar ederler,
gece gündüz tazim ve hürmette kusur etmezlerdi. Sarayda yanıbaşlarında bulundurdukları
gibi gittikleri seferlere de beraber götürürlerdi. Her yıl Ramazan ayının on
beşinde gerçekleştirilen Hırka-i Saadet ziyareti Osmanlı protokolünün en önemli
törenlerindendi.


Peygamber Efendimiz’in (sas) şanlı sancağı, saraydan çıkarılıp sancak alayı
ile harbe gönderilirdi. Padişahlar Hırka-i Saadet Dairesi’nde yaşadıkları gibi
vefatları vukuunda cenazeleri de burada yıkanıp kefenlenirdi.


İki Cihan Sultanı (sas), çeşitli devlet büyükleriyle birlikte Bizans İmparatoru
Herakliyus’a da bir elçi ile İslam’a davet mektubu göndermişti. Herakliyus,
gerçeği bildiği halde adamlarının kendisine inanmayacağından ve saltanatı kaybedebileceğinden
korktuğu için iman etmedi. Fakat Resulullah’ın (sas) mektubunu altın bir mahfazanın
içine yerleştirip sakladı. Peygamber Efendimiz (sas) Herakliyus’un inanmamakla
kendisine yazık ettiğini söyleyip, mektubunu muhafaza ettikleri müddetçe evlatlarının
saltanatının devam edeceğini bildirmişti. Tarihçiler hicretten 7 asır sonra
bile aynı ailenin bu mektuba gösterdikleri saygı sebebiyle saltanatta bulunduklarını
kaydeder. Ecdadımız da Allah’ın Habibi’nin (sas) izinde, gül kokusunu taşıyan
hatıralarının gölgesinde iken rahmet-i ilahiyyenin rüzgarından istifade edecekleri
itikadında idiler.


İngilizler, emanetler konusunu Lozan’da masaya getirmek istediler. Filizlenmekte
olan yeni Türk devleti böyle bir konuyu hiçbir şekilde tartışmaya açmadı.Mukaddes
Emanetlerin, milletimize tevdi edilmiş bir vedia olarak muhafazasına devam edildi.
1960’lı yıllarda bir kısmı Topkapı Sarayı Müzesi’ne bağlı olarak ziyaretçilere
açıldı. Birçoğu ise eskiden olduğu gibi kıymetli muhafazaları içinde kamuoyundan
gizli kaldı. mukaddes Emanetler ilk kez bir kitap ile günyüzüne çıkıyor. Topkapı
Sarayı müdür yardımcılarından Hilmi Aydın tarafından yazılan ve Işık Yayınları’nca
basılan “Hırka-i Saadet Dairesi ve mukaddes Emanetler” isimli kitap mukaddes
Emanetler’i arkalarındaki Asr-ı Saadet’e kadar ulaşan hikayeleriyle birlikte
anlatıyor. Hazırlanışında araştırmacı Ahmet Doğru’nun da önemli katkısı olduğu
belirtilen eserde emanetlerin birçoğunun ilk kez çekilmiş fotoğraları da yer
alıyor.


Birinci Dünya Savaşı’nda Medine’nin teslimi söz konusu olunca şanlı Medine
Müdafii Fahreddin Paşa, Mescid-i Nebevi’de bulunan bir kısım emanetler ile,
yüzyıllar boyunca hükümdarlar tarafından buraya vakfedilen ve Resûlullah’ın
(sas) komşuluğunu yapan kıymetli eşyaları zayi olmaması için trene yükledi ve
İstanbul’a gönderdi. İhtiyat mülazımlarından İdris Sabih Bey’in Medine Müdafaası
sırasında Hazreti Peygamberimiz’e (sas) hitaben yazıp, Fahreddin Paşa’ya ithaf
ettiği şiir, o günlerde yaşanan duygular kadar Emanât-ı Mübâreke’yi muhafaza
edenlerin gönül dünyasını yansıtması bakımından da kayda değer özellikler taşımaktadır:



Dünya ve âhiret EFENDİMİZ’sin


Bir ulü’l emr idin emrine girdik;

Ezelden bey’atli hakanımızsın.

Az idik, sâyende murada erdik,

Dünya ve âhiret sultanımızsın.
Unuttuk İlhan’ı, Kara Oğuz’u;

İşledik seni gözbebeğimize,

Bağışla ey şefî’ kusurumuzu

Bin küsûr senelik emeğimize.
Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur,

Şımardık müjde-i sahabetinle.

Gönlümüz ganîdir, gözümüz toktur,

Doyarız bir lokma şefaatinle.
Nedense kimseler dinlemez, eyvâh!

O kadar sâf olan dileğimizi

Bir ümmî isen de Yâ Resûlallah,

Ancak sen okursun yüreğimizi.

Suları tükendi gülâbdanların,

Dinmedi gözümüz yaşı, merhamet.

Külleri soğudu buhurdanların,

Aşkınla bağrını yakmada millet.
Gelmemiş Türkçe’de Lebid, Hassân’ın,

Yok bizde ne Bürde, ne Muallaka.

Yolunda baş veren Âl-i Osman’ın,

Lâl ile yazdığı tarihten başka.
Ne kanlar akıttık hep senin için,

O ulu Kitâb’ın hakkıçün aziz...

Gücümüz erişsin ve erişmesin,

Uğrunda her zaman döğüşeceğiz.
Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz,

Can verir, cânânı veremez Türkler.

Ebedi hadim’ül haremeyniniz,

Ölsek de Ravza’nı rûhumuz bekler.


HIRKA-İ SAADET DAİRESİ



124 cm boyunda, siyah yünlü kumaştan hırkanın içi daha kaba şekilde dokunmuş
krem renk yünlü kumaşla kaplanmıştır. Yer yer yıpranmış durumdadır. Resulullah
(sas) tarafından Züheyr oğlu Ka’b’a verilen hırkadır.
Hırka-i Saadet Dairesi, adını Peygamber Efendimiz’in (sas) şair Ka’b bin Züheyr’e
huzur-ı saadetlerinde Müslüman olduğunda hediye ettiği hırkadan alıyor. Arapların
meşhur şairlerinden olan Ka’b, İslamiyet aleyhindeki şiirlerinden ve sözlerinden
dolayı Peygaberimiz’in (sas) nerede görülürse öldürülmesi emrine muhatap oldu.
Daha önce Müslüman olan kardeşinin ikazı üzerine, hakkındaki ölüm emrine aldırmadan
Medine’ye geldi, Mescid-i Nebevi’ye girdi. Peygamber Efendimiz’e Müslüman olan
bir kimsenin geçmiş hatalarının bağışlanıp bağışlanmayacağını sordu. Müspet
cevap alınca “Bu, Ka’b olsa da mı?” diye ilave etti. Allah Resûlü bu soruya
da olumlu cevap verdi. Ka’b (ra) kimliğini açıklayıp Kaside-i Bürde ismiyle
tarihe geçen eserini okumaya başladı. “Muhammed Aleyhisselâm kınından çıkmış
bir kılıçtır / Cihan onun nurundan feyz alır” mısraına gelince Efendimiz (sas)
sırtındaki hırkasını çıkardı, şairin sırtına bıraktı. Ka’b, Hazreti Peygamber’in
(sas) gül kokusunu taşıyan bu hırkayı ömrü boyunca muhafaza etti, çok yüksek
fiyat teklif edilmesine rağmen bir ipliğini feda etmedi. Muaviye tarafından
varislerinden alınıp halifelere geçen hırka, Yavuz’la birlikte İstanbul’a geldi.



Hırka-i Saadet sırma işlemeli yeşil atlastan bohçalara sarılıp altın bir çekmeceye
konulur. Bu çekmece de aynı şekilde bohçalara sarılıp büyük altın bir sandığa
yerleştirilir.


Peygamber Efendimiz’in (sas) zamanında yapılan harplerde ashaptan her birlik
ayrı bir sancak taşırdı. Bizzat Peygamber Efendimiz’e (a.s) mahsus olan Sancak-ı
Şerif ise Ukab ismini taşır. Hazreti Aişe’ye ait siyah yünlü bir kumaştan yapılmıştır.
Sancak-ı Şerif, Cenab-ı Peygamber’in (sas) âlem-i cemâli teşriflerinden sonra
sıra ile dört halifenin emanetinde olarak harplerde ordunun önünde taşındı.
Daha sonra da Emevi ve Abbasi halifelerine intikal etti. Bağdat’ın Moğollar
tarafından işgali üzerine Mısır’a kaçan Abbasi halifesi, Sancak-ı Şerif’i de
diğer emanetler ile birlikte Mısır’a götürdü. Mısır’ın Yavuz Sultan Selim Han
Cennetmekân tarafından alınması üzerine Osmanlılara geçti. Ukab, zamanla yıpranıp
adeta toz haline geldiği için Osmanlılar yeşil atlastan yenisini diktirip üzerine
aslından parçalar eklediler. Harpler sırasında Sancak-ı Şerif, Sancak Alayı
denilen bir törenle saraydan çıkarılır, orduyla birlikte sefere giderdi. Bu
sırada seyyidlerden oluşan bir cemaat tarafından yanı başında gece gündüz Fetih
Sûresi okunurdu.


Hz. Muhammed (sas) yabancı devlet reislerine İslam’a davet mektupları yazdırırken
taşı akikten, halkası gümüşten yüzük şeklinde bir mühür yaptırmıştı. Bu mühür
sıra ile Hz. Ebubekir’e, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a geçmiş, ancak Hz. Osman tarafından
Eris isimli kuyuya düşürülmüş ve günlerce aranmasına rağmen bulunamamıştır.
Tarihçiler bu mührün kaybolmasından sonra Müslümanlar arasındaki birliğin bozulduğuna,
devam edip gelen fitnelerin o zaman ortaya çıktığına dikkat çekerler. Hz. Osman
bunun üzerine aynı yazıyı taşıyan başka bir mühür yaptırarak kullanmıştır.mukaddes
Emânetler arasında bulunan ve Bağdat’ta ele geçirilerek İstanbul’a getirilen
mührün bu mühür olduğu tahmin edilmektedir. 1 cm. uzunluğunda olup, kırmızı
akik taşından yapılmıştır. Üzerinde kûfî hatla “Muhammed Resulullah” yazan bu
mühür hakkedilmiştir.


Hicret’in altıncı yılında Peygamber Efendimiz (sas) yabancı devlet reislerine
mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etti. Deri üzerine yazılan bu mektuplardan
birkaçı Hırka-i Saadet Dairesi’ndedir. Mektupların alt kısmında Resûllullah
aleyhisselâm’ın mührü bulunur. Emanetler arasında bu mektuplarla birlikte Kur’an-ı
Kerim’den bazı kısa sûrelerin vahiy kâtipleri tarafından yazılmış ilk nüshaları
da vardır.


Rasûlullah’ın (sas) arş üzre basan mübarek ayaklarına değmekle şereflenmiş sandalet
tarzı ayakkabılardır. Taban kısımları, birkaç kat tabaklanmış deri ya da köselenin
dikilmesiyle oluşur. Ayağı bilekten ve üstünden kuşatan kayışların yanı sıra
biri baş parmakla yanındaki parmak, diğeri de orta parmakla onun yanındaki parmak
arasından geçen iki tane bandın bulunması en bariz özellikleridir. Nalın-ı Saadetlerin
resminin bile berekete sebep olacağına inanılır, evlere, işyerlerine asılırdı.
Hırka-i Saadet Dairesi’nde Nalın-ı Saadetlerle birlikte bunların metal ve ahşaptan
modelleri de bulunmaktadır.


Cenab-ı Peygamber Aleyhisselâm traş olduğu zaman saç ve sakal telleri ashab
tarafından toplanır, hatıra olarak saklanırdı. Veda Haccı’nda traş olurken de
Resûlullah’ın (sas) saç telleri çevresindeki ashabı tarafından kapışılmıştı.
Bunlardan biri de alnına düşen saçları almak için Allah Resûlü’ne (sas) rica
eden Halid bin Velid’di. Halid bin Velid, bu saç tellerini ölünceye kadar sarığının
arasında taşıdı. Yemame Savaşı devam ederken başından sarığı düştü. Hazreti
Halid, yere düşen sarığını almak için canını düşünmeden düşmanlar arasına daldı.
Etrafındakiler bu hali garipseyerek ikaz ettiklerinde “Ben bunu başlığımın kıymetinden
dolayı yapmıyorum. Fakat onun içinde Peygamber Aleyhisselâm’ın saçı bulunduğu
için müşriklerin eline düşmesini istemiyorum. Ben onu hangi tarafa yönelttimse
orası fetholundu.” dedi.
Bugün birçok tarihi camide, hatta aileler, şahıslar elinde Sakal-ı Şerif bulunmaktadır.
Hırka-i Saadet Dairesi’nde de ellinin üzerinde Sakal-ı Şerif vardı. Cam mahfazalardaki
Sakal-ı Şerifler kırk kat bohçaya sarılarak saklanır. Mübarek gün ve gecelerde
salâvat-ı şerifeler okunarak ziyarete açılır, gönüllerdeki Peygamber (sas) sevgisi
tazelenir, dünya gözüyle görmeden kendisine iman edenler bir nebze olsun hasret
giderirler.


Hazreti İbrahim’e nispet edilen tencere, silindir bir kutu içerisinde olup kutunun
üzerindeki etikette “Padişahımız Sultan Mehmet Hazretleri huzur-ı hümayunlarında
Hasodabaşı Mustafa Ağa Kethüda’ya teslim eylediği İbrahim’in mermer kazganlarının
mahfazasıdır. Sene 1058” yazılıdır. Tencere, genellikle Suriye Bölgesi’nde bulunan
silisli (kumlu) granitten oyularak imal edilmiştir.


İlk dönem İslâm kaynaklarında bu konuda yazılı bir bilgi olmamasına rağmen Allah
Rasûlü’nün (sas) bir mucize olarak bazı defalar sert zemine bastığında ayak
izinin çıktığına inanılmakta, birçok yerde bulunan Kadem-i Şerif izleri buna
delil gösterilmektedir. Topkapı Sarayı mukaddes Emânetler Dairesi’nde taşlar
üzerine çıkmış altı adet Kadem-i Şerif nakşı muhafaza edilmektedir. Bunların
yanı sıra gümüş, tahta ve mukavva üzerine çizili birçok Kadem-i Şerif resmi
de mevcuttur. Sultan I. Ahmed, Hazreti Peygamber’in (sas) ayak izi şeklinde
altından bir sorguç yaptırmış, bunu mübarek günlerde ve törenlerde başında taşımıştır.


Hazreti Peygamber (sas) bir gün Medine’de bir yerden dönerken Benî Sâide Sofası
denilen mevkide ashabı ile istirahat etmek için oturmuştu. Bu sırada Sehl ibn
Sa’d’a dönerek “Ya Sehl, bizleri bir sulasan” buyurdular. Resulullah’ın (sas)
vefatında 15 yaşlarında bir delikanlı olan, Hicri 91 yılında 96 yaşında vefat
ettiğinde “Medine’de en son vefat eden sahabi” unvanını alan Sehl, o gün su
ikram ettiği ağaçtan mamul kadehi hatıra olarak saklamıştı. Yıllar sonra, bir
topluluğun içinde bu kadehi göstererek su ikram ettiğinde kadeh, orada
bulunan Ömer bin Abdülaziz tarafından istendi. Sehl de kadehi ona hediye etti.
Kadeh-i Şerif’in dışı muhafaza gayesiyle gümüşle kaplanmıştır.


Peygamber’imizin (sas) gasil suyunun muhafaza edildiği yeşil şişe zamanın tahribatına
dayanamamış, günümüze ancak kırık parçası ulaşmıştır.


Hazreti Hüseyin’e ait olduğu belirtilen cübbe, 130 cm boyundadır. Pikeye benzer
kumaştandır. Kısa kolludur. Yalnız ön ve etekleri beyaz astarlıdır. Önden ilikli
ve yuvarlak düğmelidir.


Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin anahtarı, Resulullah (sas) tarafından “Şüphe
yok ki Allah emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” âyetinin nüzûlü üzerine ailece eskiden
beri bu hizmeti görmekte olan Osman bin Talha’ya verildi. Halen aynı ailede
bulunan anahtarlar yenilendikçe eskileri İstanbul’a gelir, Miftah Alayı denilen
bir alayla karşılanırdı. İlk defa Mekke Şerifi Ebü’l-Berekât, Mısır’ın fethinden
sonra Harem-i Şerif’in anahtar ve kilidini oğlu vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim’e
göndermişti.
Dördüncü Murad tarafından Bağdat seferine götürülen Kâbe anahtarının yanındaki
mektupta ise ilginç bilgiler bulunmaktadır. Mektup, zamanın Mekke Emiri Zeyd
bin Muhsin tarafından Dördüncü Murad’a hitaben yazılmıştır. Peygamber Efendimiz
(sas), rüyasında Emir’e Kâbe’nin mevcut anahtarını Harem-i Şerif’in imamıyla
padişaha göndermesini, padişahın bu anahtarı Acem seferinde yanında taşımasını
emredip fetih ve zaferi müjdelemektedir. Ayrıca padişahın diğer seferlerde hatta
her oturup kalktığı yerde anahtarı yanından ayırmamasını istemekte, kendisinin
ve kendisine tabi olanların bu surette musibetlerden emin olacağını söylemektedir.
Padişah kendisi harbe gitmediği zamanlarda da güvendiği bir adamıyla anahtarı
ordunun önünde taşıtmalıdır. Allah’ın inayetiyle karşılarındaki düşmanları güç
yetiremeyip mağlup olacaklardır.


Medine’nin eski âdetlerinden biri de borcu olanların Hazreti Muhammed’in (sas)
kabrinin bulunduğu Hücre-i Saadet’e buğday takdim ederek O’nun (sas) ruhaniyetinden
yardım istemeleri idi. Borçlular, her yıl zilkade ayının 17. gecesi, borçları
miktarınca buğdayı beyaz bir kese içerisine koyarak Ravza-i Mutahhara’ya getirir,
Hücre-i Saadet’e takdim edilmesi için görevlilere verirdi. Biriken buğdayları
Harem-i Şerif ağaları alıp ekmek yapar ve bazı kimselere hediye ederlerdi. O
gün şehirde bayram havası eserdi.


MÜBAREK KILIÇLAR


Peygamber Efendimiz’den ve ashabdan yadigâr olan Süyûf-ı Mübareke, mukaddes
Emânetler içinde önemli bir grubu teşkil eder. Tabanları çelik olan kılıçların
üzerlerine daha sonraki dönemlerde kıymetli madenler ve taşlarla işlemeler yapılmış,
her bir yanı zamanla birer sanat şaheseri haline getirilmiştir. Osmanlı padişahları
tahta geçtikten sonra Eyüp Sultan Türbesi’nde merasimle bu kılıçlardan birini
kuşanırlardı. Kılıç alayı, Batılı yazarlarca kralların taç giyme törenlerine
benzetilmiştir.


Hazreti Davud’un (as) kılıcı

mukaddes Emanetler Dairesi’nde Hazreti Yusuf’un (as) sarığı, Hazreti Musa’nın
(as) asası, Hazreti İbrahim’in (as) tenceresi gibi geçmiş peygamberle ait hatıralar
da bulunmaktadır. Bunlardan biri de Davud Aleyhisselâm’ın kılıcıdır. Son derece
kaliteli bir çelikten yapılan kılıcın üzerinde Davud Aleyhisselâm’ın Calut’un
kafasını kesmesi ve Yusuf Aleyhisselâm’ın taht üzerine oturması resmedilmiştir.
Yanında bulunan ve Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a girmesinden önce hazırlanan
kitabede ise kılıcın hikayesi anlatılmakta, şifreli olarak bu kılıcın Mısır’ı
fethedecek Yavuz’a ulaşacağı, saltanatları müddetince onların elinde kalacağı,
daha sonra bir karmaşalığın zuhur edeceği ve nihayet kılıcın Hazreti İsa’ya
(as) ve Mehdi Aleyhisselâm’a ulaşacağı anlatılmaktadır.



Üzeri Arap üslûbunda ve kafes tarzı oymalarla süslü küçük boydaki ahşap sandığın
“Hazreti Fatıma Radıyallâhü Teâlâ Anhâ’nın el sandığı” olduğu kayıtlıdır. Ufak
tefek malzemeler koymaya mahsus olmalıdır.


97 cm uzunluğundadır. Kabza namlu kuyruğunun iki tarafından perçinlenmiş, siyah
boynuzdan iki levha halindedir. Dilimli bir tepeliği vardır. Balçağı çeliktendir.
Taban yassılaştırılmış oval kesitlidir. Kını ağaç üzerine siyah deri kaplıdır.


Emanetlerin listesi
Bir kısım emanetler şunlar:
Hırkai Saadet, Sancak-ı Şerif, Nalın-ı Saadet, Kadeh-i Şerif, Kadem-i Şerifler,
Sakal-ı Şerifler, kılıçları, yay, Uhud’da kırılan diş, teyemmüm edilen toprak,
Mühr-i Şerif vs. gibi Hazreti Peygamber’e (s.a.v) ait eşyalar. Hz. İbrahim’in
(as) tenceresi, Hz. Yusuf’un (as) sarığı, Hz. Musa’nın (as) âsâsı, Hz. Davut’un
kılıcı, Hz. Ebubekir’e ait sakal teli, Hz. Osman’ın okuduğu esnada şehit edildiğine
inanılan Kur’an-ı Kerim, sahabe kılıçları, Hz. Fatıma’nın gömleği, duvağı, hırkası,
Hz. Hüseyin’in cübbesi, hırka parçası, sarığı, İmam-ı Azam’ın cübbesi, Veysel
Karani’nin külâhı, Abdülkadir Geylâni Hazretlerinin, İmam-ı Şarani’nin tâcları,
Hz. Mevlânâ’nın kâseleri. Kâbe-i Muazzama’nın altın olukları, Hacerü’l Esved’in
altın ve gümüş mahfazaları, Tevbe Kapısı kanadı, Kâbe kilidi ve anahtarları,
Kâbe örtüleri, Kâbe’de ve Mescid-i Nebevi’de kullanılmış askı ve kandil, buhurdan,
gülabdan gibi objeler, buraların tamirlerinden getirilmiş tahta, taş, cam, çini
vb. parçaları, Hz. Peygamber’in kabrine ait örtüler, kabir toprakları, Kabri
Saadet’in temizliğinden getirilmiş Cevher-i Saadet denilen tozlar, vs. gibi
Kâbe-i Muazzama ve Mescid-i Nebevî’ye ait hatıralarla yukarıda bahsedilen Emânetlerin
Kâbe’den veya Mısır’dan naklinde ve zaman içinde muhafazasında kullanılmış olan
sandık, çekmece, yazılı ve yazısız örtüler, bohçalar, kılıç kılıfları, Kur’an
mahfazaları ile Has Oda’nın hizmetinde kullanılan süpürgeler, faraşlar, mumlar,
öd ağaçları, ünlü hattatlara ait ya da padişah ketebeli levhalar, hilye-i saadetler,
seccadeler, tesbihler, bakır ve gümüş taslar, kandiller, tarikat başlıkları,
zemzem sürahileri, destimaller ve destimal kalıpları..

İstanbul, Zaman

EVLÂD-I OSMANLI



Başbakan Erdoğan grup toplantısında Selahaddin Eyyubi’nin “gerçek torunları”nın teröre karşı tavır aldıklarını söyledi.

Bunun üzerine “Selahaddin Eyyubi’nin gerçek torunları” vurgusuyla yalnızca Kürtleri mi yoksa genel olarak bu topraklarda yaşayanları mı kastettiği noktasında kafalar karıştı. Öte yandan da Selahaddin Eyyubî Kürt müydü?sorusu yayından çıkan bir ok gibi ak sayfalara düşmüş oldu.


Ben Türkiye’de etnik kökenleri tartışmanın anlamsızlığına inanan biriyim. Zira ailemizin bir kolu Şam’dan, öbür kolu Amasya’dan, diğeri Hilvan’dan vs. gelip Urfa’da buluşmuşlar. Çok sonraları annemin dilindeki birçok kelimenin Dede Korkut Kitabı’nda geçtiğini öğrenmek şaşırtıcı olmuştu benim için. Kürt mü, Arap mı, Türk mü? olduğum, sıcak suyla soğuk suyun bir kovaya döküldükten sonra ayrıştırılamaması gibi neredeyse tespiti imkânsız bir bilmecedir.

Elbette Kürtlerin dünya ve İslam tarihinin en büyük şahsiyetlerinden birine sahip çıkması önemli. Ama bu, onu bir ırka indirgeme yanlışına dönüşmemeli. O İslamın, hatta insanlığın ortak değeridir. Unutmayalım ki, Fransızlar bile Fransız bir anne uydurarak onu sahiplenmek istemişlerdi. Demek ki, paylaşılamayan bir güzelliğin odağındadır Selahaddin Eyyubi.

Kürtler onun Kürt, Araplar Arap, Türkler de Türk olduğunu iddia ederler. Bu bir kavga sebebi olmamalı. Bir evrensel değeri sahiplenme uğrunda girişilen rekabetin güzelliğini yakalamalıyız onun şahsında.

Selahaddin Eyyubi Kafkasyalı mı?
Selahaddin Eyyubi’nin Kürt olduğunu iddia eden 4-5 Arapça kaynak var elimizde. Üstelik İbn Hallikan gibi bir asır sonra onun soyağacını araştırmış bir tarihçi de çıkmış ki bu bakımdan şanslı sayılırız. İbn Hallikan şöyle diyor:

Tarihçiler Selahaddin Eyyubi’nin babası ve ailesinin Azerbaycan’ın en ucunda bulunan Duvin şehrinden olduğunda anlaşmışlardır. Burası Gürcüler ülkesinde ve Arran yolundadır. Onlar Kürttü ve Ravâdiye aşiretine mensuplardı ki, bunlar büyük Hezbaniye aşiretinin bir koludur. Babası Duvin’de doğmuştur. Dedesi Şâdi, Şirkûh ve Necmeddin Eyyub adlı oğullarıyla birlikte önce Bağdat’a, sonra da Tikrit’e yerleşmiş. Dedesi Tikrit’te ölmüş ve adına bir türbe yapılmıştır. Onların soyağacını dikkatlice inceledimse de, Şâdi’den daha geriye gidemedim.” (Minorsky’nin “Prehistory of Saladin” adlı incelemesinden, s. 125)

İbn Hallikan’ın dediklerinden çıkan sonuçlar: 1) Selahaddin Eyyubi’nin kökeninin Kafkasya’da Müslümanların kilit noktalarından biri olan Duvin yakınlarında Azanakan köyü olduğu, 2) Kürt oldukları, 3) Hezbanilerin bir kolu olan Revâdi aşiretine mensup olduklarıdır.

Aynı şekilde Kürt tarihçi Şerefeddin’in “Şerefnamesi” de, İbnu’l-Esir gibi tarihçiler de onun “Duvinli Revanda (Revadi) Kürtleri”ne mensup olduğunu yazarlar. Ancak Minorsky’nin dikkatimizi çektiği bir nokta önemlidir:

Kafkasya, Revâdi aşiretinin asıl vatanı değildi. Hezbani Kürtlerinin Aras vadisine, 10. yüzyıldan önce dalgalar halinde yerleştikleri bilindiğine göre buraya muhtemelen Erbil taraflarından gelmişlerdi, zira Hezbani kelimesinin Erbil’le kadim bir bağlantısı mevcut.

Minorsky’nin bu kısa analizinden Eyyubi ailesinin asıl vatanının Azerbaycan olmadığını anlıyoruz. Öyleyse nereden gelmişlerdi oraya? Erbil’den mi?

Selahaddin Eyyubi üzerine dünyadaki en muteber uzmanlardan birisi, Türkiye’de yaşıyor. Tarihçi camiası dışında neredeyse meçhul kalan bu mütevazı isim, Prof. Ramazan Şeşen’dir. Selahaddin Eyyubi üzerine yazdığı iki muhteşem kitabında onun etnik kökeni konusuna ışık tutan bir araştırmaya girişen Şeşen, bize diğer tarihçilerin dikkatini çekmeyen bir pencere açıyor.

Buna göre Selahaddin Eyyubi muazzam bir şöhrete sahip olarak öldükten sonra hakkında çeşitli şecereler uydurulmuştur. Hatta kimisi Kureyş’e, kimisi de Emevilere kadar çıkarmıştır soy zincirini.

Yemen’den Azerbaycan’a
Ancak tarihçi Yakubî’nin bir kaydına göre Revadî Kürtleri, Revvâd b. El-Musanna el-Ezdî’den gelir ve bu şahıs da 758 yılında Basra’dan Azerbaycan’a yerleştirilen Yemen Araplarındandır. Selahaddin Eyyubi’nin aşireti Revâdiler önce Tebriz civarına yerleştirilmiş, kuvvetlendikten sonra Tebriz şehrinin yönetimini ele geçirmişler ve 10. yüzyılda o bölgede yaşayan Hezbanî Kürtleriyle karışarak zamanla kendilerini “Kürt” saymışlardır. Dolayısıyla Selahaddin Eyyubi’nin uzak ataları Araptır ve zamanla Kürtleşmişlerdir.

Şimdi Eyyubilerin Türk ayağına geliyoruz. Selahaddin’in abisinin ismi Turanşah, bize ailenin Türklerle de karışmış olduğunu gösteren ufak bir misal sunar. Küçük kardeşlerinden birinin ismi Tuğtekin, öbürününkü Böri’dir (Türkçe “kurt” anlamında). Üç kardeşinin Türkçe isimler taşıması bir tesadüf olabilir mi? Ancak dayısının isminde geçen “Tüküş” (Türkçe “tokuş” kelimesi Arapçada böyle yazılır) kelimesinden ve ailenin bildiğimiz kadınlarının Türkçe isimler taşımalarından yola çıkarak “anne tarafı Türk olmalıdır” hükmüne varan Prof. Şeşen, eniştelerinden Muzafferüddin Gökbörinin de Türk olduğunu ekliyor sözlerine. (Dr. Rıza Nur ise “Türk Tarihi”nde Selahaddin Eyyubi’nin ölmeden önce devletin topraklarını çocukları arasında bölüştürmesinin bir Türk devlet teamülü (“ülüş”) olduğundan hareket ederek bunu onun Türklüğüne delil gösterir.)

Ramazan Şeşen hocanın şu sözleri çok anlamlı:
Ayrıca Kürt ırkı Türklerin Suriye, Mısır, Anadolu ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki hakimiyetlerinin tesisinde daima Türklerle beraber hareket etmiştir. Şah İsmail ve İran’da bulunan birçok Türk şii olup İranlılığa hizmet ettikleri halde, Doğu Anadolu’daki Kürtler Osmanlılara sadık kalarak, birçok Türk kabilelerinin aksine, Türklüğe hizmet etmişlerdir.

Dolayısıyla Selahaddin Eyyubi melez bir aileden gelir ve bu melezliği de hem Türkiye Müslümanları, hem dünya Müslümanları açısından mutlak bir avantajdır. Uzak ataları Araptır, evet, bunlar zamanla Kürtleşmiş ve kendilerini Kürt saymaya başlamışlardır. Lakin bünyesinde çalıştıkları ve sonunda devraldıkları Nureddin Zengi’nin devletindeki Türklerle etkileşime girip zamanla Türkleşmeler de olmuştur. Zira Zengi, Eyyubi ve Memluk devletlerinde devlet ve ordu teşkilatı Türklerin, bürokrasi ise Arapların elindeydi. Ayrıca ordularında hatırı sayılır oranda Kürt askeri de bulunuyordu.

Sonuçta bence Selahaddin Eyyubi hem Arap, hem Kürt, hem de Türktü. Bu yapay ve bizi bölecek tanımlardan da kurtulalım derim. İslam dünyasının temel problemini politik ahlaksızlaşma olarak gören ve buna isyan eden Selahaddin Eyyubi, İslam dünyasını tek bir bayrak altında birleştirme davasına kendini adamış biriydi. Gibb’in deyişiyle, İslamı siyasi cesaretsizlik batağından çıkararak ahlakî bir ideal etrafında yeniden kenetlenmenin yolunu açmıştı. Bugün onun aziz hatırası niye aynı işi göremesin?

Mustafa Armağan
(Zaman, 06.11.2011)





Kadir Suresini Dinlemek için tıklayın

Kadir Suresi Yazılı Metni -

Bismillahirrahmanirrahim

İnnâ enzelnâhü fî leyletil kadr. Ve mê edrâke mê leyletül kadr. Leyletül kadri hayrum min elfi şehr. Tenezzelül melâa-iketü ver-rûhu fîhê bi izni rabbihim* min kulli emr. Selâmün* hiye hattâ meTleıl fecr.


Altı çizgili olan (z) ve (s) peltek okunacak,
Altında çizgi olan (h) hırıltılı okunacak,
Üzerinde (^) işareti olan harfler ince bir şekilde çekerek okunacaktır.
(ê) ince okunacak harflerin çekerek okumasında kullanılmıştır. (e) ve (a) arası bir sesle uzatarak okunur.
(â) a kalın ve çekerek okunacak
(û) u kalın ve çekerek okunacak
Bu işaretlerle okunduğu zaman daha az yanlışsız okunur.
Bütün bunlara rağmen Kur'an-ı Kerimi yanlışsız okumak için arapçasından okumak şarttır.
Türkçesinden okuyanlar mutlaka bir hocaya dinleterek yanlışlarını düzeltmelidir.


Kur'ân-ı Kerim'in inmeye başladığı Ramazan ayı'nın yirmi yedinci gecesi. İslâm'da en kutsal ve faziletli gece Kadir gecesidir. Kadir gecesi, içerisinde Kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlıdır.
Kur'ân-ı Kerim de bu gecenin faziletini belirten müstakil bir sûre vardır. Bu sûrede yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Doğrusu biz Kur'ân'ı Kadir gecesinde indirmişizdir. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece, tanyerinin ağarmasına kadar bir esenliktir. " (Kadir sûresi, 97/ 1-5)

Bu sûrenin inişi hakkında değişik rivâyetler vardır. Bunlardan biri şöyledir:

Bir kere Rasûlüllah (s.a.s) Ashab-ı Kirâma İsrailoğullarından birinin, silahını kuşanarak Allah yolunda bin sene cihad ettiğini bildirmişti. Ashabın buna hayret etmeleri üzerine Cenabı Hak bu Kadir sûresini indirmiştir (Tecrîd-Sarîh Tercemesi, VI, 313).

Bu geceye Kadir gecesi denilmesi şeref ve kıymetinden dolayıdır. Çünkü:

a) Kur'ân-ı Kerim bu gecede inmeye başlamıştır.

b) Bu gecedeki ibadet, içerisinde Kadir gecesi bulunmayan bin ayda yapılan ibadetten daha faziletlidir.

c) Gelecek bir seneye kadar cereyan edecek olan her türlü hadiseler Allah Teâlâ'nın ezelî kaza ve takdiri ile ilgili meleklere bu gece bildirilir (Tecrîdi Sarih Tercemesi, VI, 312).

d) Bu gecede yeryüzüne Cebrail ve çok sayıda melek iner.

e) Bu gece tanyerinin ağarmasına kadar esenliktir, her türlü kötülükten uzaktır. Yeryüzüne inen melekler uğradıkları her mü'mine selam verirler.

Kadir gecesinin hangi gece olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber genellikle Ramazan'ın yirmi yedinci gecesinde olduğu tercih edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) bunun kesinlikle hangi gece olduğunu belirtmemiş, ancak; "Siz Kadir gecesini Ramazan'ın son on günü içerisindeki tek rakamlı gecelerde arayınız" (Buhârî, Leyletü'l-Kadir, 3; Müslim, Sıyam, 216) buyurmuştur.

Zir b. Hubeyş diyor ki, Übey b. Ka'b'a sordum: Kardeşin Abdullah b. Mes'ud: "Yıl boyunca ibadet eden Kadir gecesine isabet eder" diyor, dedim.

Übey b. Ka'b dedi ki: "Allah İbn Mes'ud'a rahmet eylesin. O, insanların Kadir gecesine güvenmemelerini istemiştir. Yoksa Kadir gecesinin, Ramazanda, Ramazanın da son on günü içerisinde yirmi yedinci gecesinde olduğunu biliyordu" dedi.

"- Bunu neye dayanarak söylüyorsun, Ey Ebü'l-Münzir (Übey b. Ka'b'ın lakabı)" dedim. Übey;

"- Ben bunu Rasûlüllah (s.a.s)'in bize haber vermiş olduğu alametle söylüyorum ki, o da, "o gün güneş şuasız olarak doğar" dedi (Müslim, Sıyam, 220).

İslâm kaynaklarında belirtildiğine göre Allah Teâlâ bir takım hikmetlere dayanarak Kadir gecesini ve onun dışında daha bazı şeyleri de gizli tutmuştur. Bunlar:

Cuma günü içerisinde duanın kabul olacağı saat; beş vakit içerisinde Salât-ı vusta; ilâhî isimler içerisinde İsm-i Azam; bütün taatlar ve ibadetler içerisinde rızay-ı ilâhî; zaman içerisinde kıyamet ve hayat içerisinde ölümdür. Bunların gizli tutulmasından maksat mü'minlerin uyanık, dikkatli ve devamlı Allah'a ibadet ve taat içerisinde olmalar]. sağlamaktır. Mü'minler bu geceyi gaflet içerisinde geçirmemeli, ibadet ve taatle değerlendirmelidir. Ebû Hüreyre (r.a)'ın rivâyet etmiş olduğu hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kim Kadir gecesini, faziletine inanarak ve alacağı sevabı Allah'tan bekleyerek ibadet ve taatla geçirirse geçmiş günahları bağışlanır" (Buhârî, Kadir, 1).

Kadir gecesinde neler yapılabilir:

Kadir gecesini, namaz kılarak, Kur'ân-ı Kerim okuyarak, tevbe, istiğfâr ederek ve dua yaparak değerlendirmeli.

Üzerinde namaz borcu olanların nafile namazı kılmadan önce hiç değilse beş vakit kaza namazı kılmaları daha faziletlidir. Kazası yoksa nafile kılar.

Süfyan-ı Sevrî: "Kadir gecesi dua ve istiğfar etmek namazdan sevimlidir. Kur'ân okuyup sonra dua etmek daha güzeldir." (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 313) demiştir.

Hz. Aişe validemiz demiştir ki; Rasûlüllah (s.a.s)'e:

"- Ey Allah'ın Rasûlü! Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?" diye sordum. Rasûlüllah (s.a.s):

"- Allahümme inneke afüvvün tühıbbü'l-afve fa'fu annî: Allah'ım sen çok affedicisin, affi seversin, beni affet." diye dua et, buyurdu (Tecrîd-i Sarih Tercemesi, VI, 314).

Bu gecenin öyle bir anı vardır ki o anda yapılan ibadet ve dualar mutlaka makbul olur. Bu önemli anı yakalamak için gecenin bütününü tevbe ve istiğfar ile geçirmek gerekir. Bu da kişinin imanını tazeler. Gecenin bütününü ibadetle geçiremeyenler en azından teravihten sonra bir miktar oturup dua etmelidirler.


HaberVakti



Müslümanların bugünkü vakıası, her müslümanın hissettiği gibi, hiçbir beyan ve izaha muhtaç değildir. Memleketleri küfür nizamları ile yönetilmektedir. Onun için bu yerler kesinlikle ve tartışmasız “Dar-ül Küfür” dür. Şöyle ki, İslâm memleketleri bu günkü durumda; kırktan fazla devlete, emirliğe, şeyhliğe ve sultanlığa ayrılmış olduğundan, kafirlere karşı duracak bir vaziyette değildirler. Binaenaleyh, müslüman memleketlerinden her birinin davası, varlığını “Dar-ül İslâm” a çevirerek diğer İslâm memleketleriyle birleşmeye çalışmaktır. Bu dava hayatî bir davadır. Hatta bütün hayatî davaları içine alan
ana hayatî davadır. Bu mesele ile ilgili icraatlar ölüm-kalım icraatı olarak algılanmalıdır. Yalnız bu hayatî dava, yani İslâm memleketlerini “Dar-ül İslâm”a çevirmek ve diğer İslâm memleketleriyle birleştirmek meselesi, gerçekleşmesi için çalışılan bir hedeftir. Bunun gerçekleşmesi için takip edilecek yol, Hilâfet'i tekrar kurmaktır. Bugün müslümanların üzerine borç olan en mühim mesele, İslâm memleketlerini Dar-ül İslâm'a çevirebilmek için Hilâfet'i yönetim sistemi olarak iş başına getirmektir. Sonra bu memleketleri Dar-ül İslâm’a çevirerek diğer İslâm memleketleriyle birleştirmektir.
Yalnız bugün müslümanların karşılaştıkları husus iyi anlaşılmalıdır. Bugünkü vazife, İbn-i Ömer'in Nebî (s.a.v)'den rivayet ettiği;

“Kim, başında cemaatı birleştiren bir imam yok iken ölürse onun ölümü cahiliye ölümü olur.” hadisine binaen, hayatî bir dava olmayan farz-ı kifaye üzerine bir Halife belirlemek değil, aksine Hilâfet'i yeniden kurmaktır. Yani Hilâfet nizamını bir yönetim sistemi olarak getirmektir. Bu halife seçimini gerektirmekle beraber halife seçiminden ayrı bir meseledir.

Hilâfet'i kurmak kesin olarak hayatî bir davadır. Bu, memleketlerimizi “Dar-ül Küfür”den “Dar-ül İslâm”a çevirerek küfür nizamlarını yıkmak suretiyle açık küfrü ortadan kaldırmak demektir. Böylece bu, hayatî bir davadır. Çünkü Resul (s.a.v) şöyle demiştir:

“Ancak, açık küfür görürsen.” Ve aynı hadiste: "Ey Allah'ın Rasulü onlara karşı gelmeyelim mi?” denilince, dedi ki, “Sizlere namazı ikame ettikleri müddetçe hayır."

Bundan dolayı müslümanları, hayatî davalarının gerçekleşmesine götüren yol, yine hayatî bir davadır. Çünkü Sürmef'den alınan şer'î delil, bunun hayatî dava olduğuna dalâlet ediyor. Bundan dolayı bu konu ile ilgili davranışların ölüm-kalım davranışları olması zaruridir.

Yalnız, küfrün hükümlerinin kabus gibi çökmesinden ve müslümanların yönetimlerini; kafirlerin, münafıkların ve mürtedlerin ele almalarından itibaren onlar, daimî olarak küfür sultasından ve onun sahiplerinin ve yardımcılarının tahakkümünden kurtulmaya gayret sarf ediyorlar. Yalnız onlar, mücadele ettikleri bu meselenin hayatî bir dava olduğunu, uğrunda ölüm-kalım mücadelesi lazım geldiğini idrak edemediler. Müslüman topluluğundan bu idrakin kalkması, ümmet olmaları itibariyle hayati davalarla uygun mücadelede, normal kabul edilmesi gereken fakirlik, yıkım ve ölüm dışında; işkencelere, zindanlara ve eziyetlere katlanmak için gereken yeteneği bile kaldırdı. Bunun için bu teşebbüsler, kesin başarısızlıklara uğradılar. Uğrunda mücadele edilen davaya, doğru bir adım dahi atamadılar.

Müslümanlar bu davalarının hayati bir dava olduğunu anlamaları için uzun uzadıya tefekkür ve araştırmaya muhtaç değildirler. Bu dava, gözleri görenlere ilk andan beri gayet açık olduğu gibi daima da açıktır. Kafirler aklen ve adeten, İslâmiyet'in siyasî hayata/yönetime dönmesine asla müsaade etmezler. Ve bu davayı gerçekleştirmek isteyenlere karşı koymak için ellerinde zerre kadar imkan varsa bunu kullanmaktan asla geri durmazlar. Bu mevzuda mürted ve münafıklar da kafirlerden geri kalmazlar. Onlar, Allah'ın haramlarını, Allah’ın hadleriyle korumak ve O’nun hükümlerini yürürlüğe koymak için yönetimi ellerinden almak isteyen müminlere karşı, ellerinden gelen kuvveti kullanmaktan geri kalmayacaklardır.

Buna binaen meseleyi/davayı uğrunda ölünmesi icabeden bir dava olarak görmedikçe, müslümanlar bu davanın gerçekleşmesi için ne kadar gayret sarfetseler de semere vermeyeceği muhakkaktır. Müslümanlar, mücadelenin tabiatını kavrayamadıkları ve bu husustaki Allah'ın hükmünün hakikatini idrak edemedikleri için davalarını hayatî davalar seviyesine çıkmayan basit davalar seviyesinde algıladılar. Ve bu uğurdaki gayretleri ölüm-kalım seviyesinde olmadığından kendilerini kurtarmak için boşuna çalışıp durdular. Hakikatte ise küfür sistemini kaldırıp yerine İslâmî sistemi yerleştirmek gibi varlığı hayatî olan davalar bu seviyeye ulaşsın veya ulaşmasın onun hayatiyetini nazarı itibare alarak ölüm-kalım mücadelesi yapmadıkça, kuvvetleri de kadar olursa olsun ve ne kadar gayret sarfederlerse etsinler, hiçbir kimse bu gayeyi gerçekleştiremeyecektir. Bunun için müslümanlar fert ve toplum olarak küfürle aralarındaki mücadelede mutlaka ölüm-kalım seviyesinde mücadele etmelerinin gerekli olduğunu açık bir şekilde bilmelidirler. Zira onların davalarının tabiatı, bu çeşit icraatı gerektiriyor. Şeriat, Kitap ve Sünnet’te böyle emretmektedir.

Rasul (s.a.v), davamızı sınırlandırmamızı ve hayati davalar uğrunda, ölüm-kalım mücadelesi etmemizi öğretti. O (s.a.v), Allah'tan kendisine İslâm elçiliği gelmesine müteakip daveti, fikrî mücadele ile tebliğ etmeğe başlayınca davasını İslâm'ın izhariyle sınırlandırdı ve bunun için ölüm-kalım mücadelesi verdi. Resul (s.a.v)'den rivayet edildiğine göre Amcası Ebu Talip, Kureyş’in isteğini kendisine anlattığı sırada ona, yani Muhammed (s.a.v)'e, şöyle dedi: "Sen kendine ve bana bak. Ve bana kalkamayacağım bir yük yükleme.” Rasul (s.a.v) buna cevaben şöyle dedi:

"Ey amcam. Onlar bu davadan vazgeçmem için sağıma güneşi, soluma da ayı koysalar, yine vallahi vazgeçmem. Allah, ya bu dini muzaffer kılacak yahut da ben bu uğurda öleceğim.”

Yine devleti kurup kılıçla cihad etmeye başlayınca, davasının, İslâm’ı üstün çıkarmak/hakim kılmak olduğunu açıkça beyan etti. Bu gayeyi gerçekleştirmek için ölüm-kalım mücadelesi yaptı. Resul (s.a.v)'den rivayet edildiğine göre; Hudeybiye vakasının cereyan ettiği Umre'ye giderken Mekke'ye iki konaklık mesafede olan Asfan denilen yere varınca, Ben-i Ka'b'dan bir adamla karşılaştı. Ondan Kureyş hakkında malumat istedi. O adam cevaben: "Kureyş senin hareketini duydu. Kaplan derileri giyerek Zî Tava denilen yerde karargah kurdular. Seni, Mekke'ye sokmamak için Allah'a and içiyorlar. Halid bin Velid'i ise, süvarilerinin başında Kura El Gamîm denilen yere kadar gönderdiler." dedi. Bunun üzerine Rasul (s.a.v) şöyle dedi:

"Yazık Kureyş'e, harp onları mahvetti. Ne olurdu benimle diğer Arapları baş başa bıraksalar. Eğer Araplar bana galip gelirse zaten istedikleri olur. Eğer ben galip gelirsem rahatça İslâm'a girerler ve girmezlerse kuvvetli oldukları müddetçe savaşırlar. Kureyş ne zannediyor?... Allah'a and olsun ki, Allah İslâm’ı muzaffer kılıncaya veya şu baş, bu vücuttan ayrılıncaya kadar gönderildiğimin uğrunda cihad edeceğim."

Ve bundan sonra yoluna devam ederek Hudeybiye'ye kadar vardı.

Bu her iki halde de; yani İslâm'a davetin, fikrî mücadele ve kılıç ile cihad yaparak yüklenilmesi halinde Rasul (s.a.v), davasının İslâm’ı zafere ulaştırmak olduğunu ve bu davanın hayati bir dava olduğunu sınırlandırdı. Her iki halde Ölüm-kalım seviyesinde mücadele etti. Birinci halde, “Allah, İslâm’ı muzaffer edinceye veya bu uğurda ölünceye kadar bu davayı bırakmam" dedi. İkincisinde ise, “Allah, İslâm’ı muzaffer kılıncaya veya bu baş, bu vücuttan ayrılıncaya kadar mücadeleyi bırakmayacağını" söyledi. Eğer Rasul (s.a.v), bu davayı hayatî bir dava saymasaydı ve davranışları ölüm-kalım seviyesinde olmasa idi, gerek fikrî mücadele safhasında, gerekse kılıçla mücadele safhasında, İslâm muzaffer olmazdı.

Müslümanların, bugün içinde bulundukları vakıa da aynıdır. Küfür nizamları, onların üzerine tahakküm etmiş durumdadır. Yine üzerlerinde kafirlerin ve münafıkların baskısı hakimdir. Eğer bu davalarının hayatiyetini düşünmezler ve bu uğurda ölüm-kalım mücadelesi yapmazlarsa, çalışmalarından hiçbir semere elde edemezler. Ve bir adım dahi ilerleyemezler.

Bundan dolayı, İslâm memleketlerine tahakküm eden bu küfür ortamı içindeki her müslümana, memleketlerini “Dar-ül İslâm”a çevirmek ve diğer İslâm memleketleriyle birleştirmek maksadıyla Hilâfet’i kurmak için çalışmaya, İslâm'ı muzaffer kılmak için bütün dünyaya İslâm davetini taşımaya ve sadık bir insan, aydın ve hakiki bir anlayışla Rasul (s.a.v)'in;

"Onlar bu davadan vazgeçmem için sağıma güneşi, soluma da ayı koysalar, vallahi yine vazgeçmem. Allah, ya bu dini muzaffer kılacak yahut da ben bu uğurda öleceğim."

Ve Resul (s.a.v)’in; "Allah'a and olsun ki; Allah, İslâm’ı muzaffer kılıncaya veya şu baş, bu vücuttan ayrılıncaya kadar gönderildiğimin uğrunda cihad edeceğim" sözlerini hatırlatmaya ve idrak etmeye davet ediyoruz.

.



Mü'min kardeşlerinizle bağlarınızı koparmayın. Birbirinize iyilikte bulunun, birbirinize sırt çevirmekten, aranızdaki ilişkileri koparıp ayrılıklara düşmekten sakının. Günah ve düşmanlık üzere değil, iyilik ve takva üzere yardımlaşın. Allah'a karşı gelmekten sakının.

Hz. Ali'nin vasiyetine kulak verelim
Hz. Ali, hain bir el tarafından yaralandığında oğlu Hz. Hasan ağlayarak yanına girer. Hz. Ali: "Seni ağlatan nedir oğlum?" der. "Nasıl ağlamayayım, sen vefat etmek üzeresin." der. Hz. Ali: "Yaptığında sana zarar vermeyecek sekiz tavsiyemi ezberle oğlum" der ve sözlerine şöyle devam eder:

"Zenginliğin en iyisi akıl zenginliğidir. En büyük fakirlik de ahmaklıktır. En büyük yalnızlık kendini beğenmektir. En büyük şeref güzel ahlâktır." Hz. Hasan, "Babacığım bu dört
tanesi. Bana diğer dördünü öğret." dediğinde ise
Hz. Ali şöyle buyurur:

"Ahmakla arkadaş olmaktan sakın. Sana faydalı olmak isterken zararı dokunur. Yalancı ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o sana uzağı yakın, yakını uzak gösterir. Cimri ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o kendisine en çok ihtiyaç duyduğun anda senden uzaklaşır. Fâsıkla, kötü kimse ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o, çok değersiz bir şeye seni satar."

Hz. Ali, oğulları Hasan ve Hüseyin'e, özetle takvalı olmalarını, namaz kılmalarını, zekat vermelerini, öfkelerini yutmalarını, dost ve akrabalarına ziyarette bulunmalarını, affedici olmalarını, Kur'ân'a bağlı yaşamalarını, komşularıyla iyi geçinmelerini, kardeşleri Muhammed b. Hanefiye'ye iyi davranmalarını vasiyet eder.

ALLAH'IN İPİNE SARILIN, DAĞILMAYIN! 
Hz. Ali evlatlarına şu vasiyette bulunur:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bu, Ebu Talib oğlu Ali'nin vasiyetidir ki, o, Allah'tan başka ilah bulunmadığına, O'nun ortaksız olduğuna, Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet eder. Puta tapanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah'tır. Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur.

Böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim. Ey Hasan, ey bütün oğullarım ve ey bu yazımın kendisine ulaştığı herkes; Allah'a karşı takvalı olmanızı, ancak Müslüman olarak ölmenizi size vasiyet ediyorum. Hepiniz topluca Allah'ın ipine sarılın, dağılmayın.

Akrabalarınıza bakın. Namazınızı kılın ki, Allah hesabınızı kolaylaştırsın. Yetimlere haksızlık etmekten sakının. Onları dinlemezlik etmeyin. Onlara haksızlık edilmesin. Komşularınıza haksızlık etmeyin. Çünkü onlar, peygamberinizin size emanetidir. Onlar hakkında o kadar vasiyette bulundu ki, biz onları bize mirasçı kılacağını sanmıştık. Kur'ân'ın emirleri dışına çıkmayın. Sizden başkaları sizden önce Kur'ân'la amel etmesin. Önce siz amel edin.

NAMAZINIZA DİKKAT EDİN!
Namazınıza dikkat edin. Çünkü o, dininizin direğidir. Rabbinizin Beyt'inden uzak durmayın. Issız kalmasın. Hayatta bulunduğunuz sürece onu ziyaret edin. Eğer onu metruk bırakırsanız, size rahmet nazarıyla bakılmaz. Ramazan ayına dikkat edin. Çünkü o ayda tutulan oruç, Cehennem ateşine karşı bir kalkandır. Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla cihad etmeye bakın. Zekât ödememezlik yapmayın. Çünkü zekât, Rabbin öfkesini söndürür. Peygamberinizin ashabını da kollayın. Çünkü Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlara iyilik yapılmasını vasiyet etmiştir. Yoksullara ve düşkünlere yardımcı olun, onları geçiminize ortak edin.

Mü'min kardeşlerinizle bağlarınızı koparmayın. Birbirinize iyilikte bulunun, birbirinize sırt çevirmekten, aranızdaki ilişkileri koparıp ayrılıklara düşmekten sakının. İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah, azabı şiddetli olandır. Allah, sizi ehl-i beytin şikâyetinden muhafaza etsin. Peygamberiniz, onları sizin üzerinize bekçi kılmıştır. Sizi Allah'a emanet ediyor, size selam söylüyorum. Allah'ın rahmeti üzerinize olsun."

Hz. Ali'nin bu vasiyeti bizim için bir yol haritasıdır. Ne mutlu bu yol haritasına uyup istikametten ayrılmayanlara! 





 
Hazret-i Fatıma-tüz-Zehra
 
Hazret-i Cafer-i Tayyar
 
Hazret-i Halid bin Velid


 
Hazret-i Amr bin As
 
Hazret-i Rumeysa
 
Hazret-i Musab bin Umeyr

Kaynak



Osmanlı Devleti’nde fotoğrafçılığın en büyük destekçisi olan Sultan II. Abdülhamid’in bizzat çektirdiği Mekke ve Medine’ye ait ilk fotoğraflar Yitik Hazine Yayınları tarafından “II. Abdülhamid Yıldız Albümleri Mekke-Medine” ismiyle yayınlandı.

Albümü hazırlayan Mehmet Bahadır DÖRDÜNCÜ yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Dünya dengelerinin tamamen Osmanlıların aleyhine döndüğü bir devirde tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı coğrafyasını fotoğraflardan takip etmiştir.
Günümüzdeki MOBESE sisteminin bir benzerinin bizzat padişah tarafından fotoğraflarla yapıldığını görmekteyiz.
Fotoğraflar sayesinde Mısır’dan Balkanlar’a, Arabistan’dan Kafkaslar’a kadar geniş bir coğrafyayı tanıma imkânına sahip olan sultan, kendisinin gitme imkânı bulamadığı yerleri ve buralarda yapılan faaliyetleri fotoğraflardan öğrenmiştir.”
Osmanlıların Mekke ve Medine’ye yaptıkları hizmetlerin özet olarak anlatıldığı bölümde bölgede bulunan Osmanlı eserleri, Surre Alayları ve Hicaz Demiryolu da kısaca anlatılıyor. Yazıların kısa tutulmasındaki amaç; albümün yazılara boğulmasını önlemek ve fotoğrafları ön planda tutmak olarak açıklanmış.
Giriş kısmının son kısmında ise bölgenin Osmanlının elinden çıkışı anılarla anlatılıyor. Özellikle Medine Müdafii Fahrettin Paşanın destansı savunmasından bahsediliyor. Konu anlatımları Sultan Abdülhamid’in çektirdiği fotoğraflarla zenginleştirilmiş.
Mehmet Bahadır DÖRDÜNCÜ, Abdülhamid için fotoğrafın önemini Abdülhamid’in bir sözü ile anlatıyor. “Her resim bir fikirdir. Bir resim yüz sayfalık yazı ile ifade olunamayacak siyasi, hissî manaları telkin eder. Onun için ben, tahrir-i mündericattan (yazılı bilgilerden) ziyade, resimlerden istifade ederim.” Özellikle Mekke ve Medine’nin ilk fotoğrafları olan Albay Sadık Bey’in çektiği fotoğrafların çok yıpranmış olduğunu belirten DÖRDÜNCÜ, fotoğraflarda zaman içinde oluşan nemlenme ve mantarlanma dolayısıyla fotoğrafların bazılarının dijital ortamda temizlendiğini ve uygulanan filtrelerle daha görünür hale getirildiğini belirtiyor.
Mekke Medine Albümü son yüzyıl içinde Mekke ve Medine’nin yaşadığı değişimi göstermesi bakımından da ayrı bir önem taşıyor. Fotoğrafların pek çoğunda bulunan Osmanlı eserleri günümüzde bulunmuyor. Mekke’yi koruyan Hint ve Fülfül Kalelerinden sonra 2001 yılında Ecyad Kalesi’nin de yıkılması ile Mekke’deki Osmanlı izleri iyice azalmış bulunuyor. Tavaf alanının içinde bulunan Kütüphane, Muvakkithane (Namaz vakitlerinin belirlendiği yer), Minber, mezheplere ait yerler ve diğer yapılar tamamen kaldırılmış durumda. Tavaf alanında Osmanlıdan geriye Revaklar ve Kâbe’nin üzerinde bulunan Altınoluk’tan başka bir eser kalmadığı görülüyor.

Mekke’de bulunan ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) annesi Hz. Âmine; eşi Hz. Hatice; amcası Ebu Talip ve Mekke’de vefat eden diğer yakınlarına ait Cennet’ül Mualla Mezarlığı fotoğrafında Osmanlıların yaptırmış olduğu türbeler gözükürken günümüzde Cennet’ül Mualla Mezarlığı dümdüz bir vaziyette bulunuyor. Bu gün Medine’de Mescid-i Nebevi’de bulunan Osmanlı eserlerinin pek çoğu kaldırılmış durumda. Kanuni zamanında yaptırılan surlar yıkılmış, karakolhaneler, kışlalar da ortadan kaldırılmıştır.


Osmanlı dönemi ile günümüzün Mekke Medine’si arasında bu kadar fark olmasının nedenini Mehmet Bahadır DÖRDÜNCÜ şöyle anlatıyor: “Bizim bu albümü hazırlamaktaki amacımız bir kimseyi veya devleti suçlamak değildir eserin hazırlanmasındaki amaç; bu eserlerden günümüz insanının da haberdar olmasıdır. Evet, günümüzdeki Mekke Medine, Osmanlı dönemine göre çok büyük farklılıklar gösteriyor. Bazı mezheplerin anlayışları ve bazı maddi kaygılardan dolayı Osmanlıdan sonra bölgede çok büyük değişiklikler olduğu muhakkak. Tarih boyunca bir bölgeye hâkim olan üstün kültür o bölgeden çekilince yerine gelen kültür eskisinin boşluğunu dolduramadığı zaman ondan geriye kalan eserleri ortadan kaldırmaya çalışır. Bunun tarih boyunca pek çok örneği var: Persler ve Moğollar gibi… Sanırım bu coğrafyalarda da benzer bir durum söz konusu.
II. Abdülhamid yıldız albümlerinin padişah için de çok büyük manalar taşıdığını bu fotoğrafların bulunduğu albümlerin diğerlerinden daha ihtimamla hazırlanmış olduklarını belki de hacca gidemeyen padişahın bu fotoğraflarla Mukaddes Topraklara duyduğu hasreti giderdiğini belirtiyor.

Albümde yer alan ilginç bilgilerden birkaçı şöyle:

Medine’de Hz. Peygamberin kabrinin bulunduğu Yeşil Kubbe, II. Mahmud zamanında yapılmış

Medine’de, Osmanlıların peygambere duyduğu saygıdan dolayı, hiçbir binanın Ravza-ı Mutahhara’dan daha yüksek olmasına izin verilmemiş.

Medine’de yer alan Mescid-i Nebevi’nin inşaatında kullanılan eserlerin en kaliteli malzemeden yapılmasına çalışılmış. Mescit içinde Türk çinileri kullanılmış.

Mescid-i Nebevi’nin zemininde yer alan Hindistan seccadeleri kaldırılmış yerine Uşak, Hereke, Isparta ve Gördes’ten getirtilen özel yapım Anadolu halıları serilmiş.

Sel baskınları ile tahrip olan Kâbe IV. Murad, II. Mustafa ve Mehmed Reşad tarafından tamir ettirilmiş.

Çelebi Mehmed’den itibaren Osmanlılar Kutsal Topraklara Surre Alayları göndermişler. Yavuz’dan Vahdettin’e kadar Osmanlı padişahları bölgeye yardımlarda bulunmuş ya bina yaptırmış ya da mevcut binaları tamir ettirmişler.

Kanuni zamanında Mekke’ye ilk medreseler yaptırılmış ve bu medreselerin planları Mimar Sinan’a çizdirilmiş.

Osmanlılar Mekke ve Medine’de gerek Hz. Peygamberin gerekse Sahabilerin anılarını yaşatmak için bazı mekânlara mescitler yapmışlar.

Ecyad Kalesi’nde dalgalanan Osmanlı Sancağını, Mekke’yi bekleyen Türk askerlerini, Bölgeye yapılan onlarca Osmanlı eserini Kâbe çevresinin ve Mekke’nin Medine’nin hiç bir ticari kazanç uğruna kirletilmediği en saf hâllerini, develer ile gelen Hac kafilelerini, Surre Alaylarını, Hicaz Demiryollarını görmek mümkündür.



Bismillahi Teala;
Hadislerle Berat Kandili
Ebu Hüreyre Radıyallahu And’dan rivayet edildiğine göre: Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimiz şöyle buyurmuştur:
—“Şaban ayının on beşinci gecesinin ilk vaktinde Cebrail (a.s) bana geldi; şöyle dedi:
—“Ya Muhammed, başını semaya kaldır. Sordum.
—“Bu gece nasıl bir gecedir? Şöyle anlattı:
—“Bu gece, Allah-u Teala, rahmet kapılarından üç yüz tanesini açar. Kendisine şirk koşmayanların hemen herkesi bağışlar. Meğer ki, bağışlayacağı kimseler büyücü, kahin, devamlı şarap içen, faizciliğe ve zinaya devam eden kimselerden olsun. Bu kimseler tövbe edinceye kadar, Allah-u Teala onları bağışlamaz.


Gecenin dörtte biri geçtikten sonra, Cebrail yine geldi ve şöyle dedi: "Ya Muhammed başını kaldır. Bir de baktım ki, cennet kapıları açılmış.

Cennetin birinci kapısında dahi bir melek durmuş şöyle sesleniyor: "Ne mutlu bu gece rüku edenlere.

İkinci kapıdan dahi bir melek durmuş şöyle sesleniyordu: "Bu gece secde edenlere ne mutlu".

Üçüncü kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu: "Bu gece dua edenlere ne mutlu."

Dördüncü kapıda duran melek dahi şöyle sesleniyordu: -"Bu gece, Allah'ı zikredenlere ne mutlu".

Beşinci kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu: "Bu gece Allah korkusundan ağlayan kimselere ne mutlu."
Altıncı kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu: "Bu gece Müslümanlara ne mutlu."

Yedinci kapıda da bir melek durmuş şöyle sesleniyordu: "Günahının bağışlanmasını dileyen yok mu ki, günahları bağışlansın.

Bunları gördükten sonra, Cebrail'e sordum: "Bu kapılar ne zamana kadar açık kalacak?
Şöyle dedi: "Ya Muhammed, Allah-u Teala, bu gece, Kelp kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısı kadar kimseyi cehennemden azat eder."

Berat Gecesinin beş ayrı özelliği vardır.
1. Bütün hikmetli işlerin ayırımına başlanması.
2. Bu gecede yapılacak ibadetlerin diğer vakitlere nispetle kat kat sevaplı olması.
3. İlâhi rahmetin bütün âlemi kuşatması.
4. Allah'ın af ve bağışlamasının coşması.
5. Peygamberimize tam bir şefaat yetkisinin verilmiş olması.
Bir rivayette bildirildiğine göre Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam Şâban'ın onüçüncü gecesi ümmeti hakkında şefaat niyaz etti, üçte biri verildi. Ondördüncü gecesi niyaz etti üçte ikisi verildi. Onbeşinci gecesi niyaz etti, hepsi verildi. Ancak Allah'tan devenin kaçması gibi kaçanlar başka...
Zemzem kuyusunun bu gecede açık bir şekilde coşup çoğalması da bu manaları kuvvetlendiren kutsal bir işaret olarak yorumlanmaktadır.
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde Berat Gecesinin feyiz ve bereketini çeşitli şekillerde nazara vermektedir.
"Şâban'ın 15. gecesi geldiğinde geceyi uyanık ibadetle, gündüzü de oruçlu olarak geçirin. O gece güneş battıktan sonra Allah rahmetiyle dünya semasına tecelli eder ve şöyle seslenir:
"İstiğfar eden yok mu, affedeyim ve bağışlayayım. "Rızık isteyen yok mu, hemen rızık vereyim.
"Başına bir musibet gelen yok mu, hemen sağlık ve afiyet vereyim.

"Böylece tan yerinin ağarmasına kadar bu şekilde devam eder."
Çünkü o gece İlâhi rahmet coşmuştur. Berat Gecesi beşer mukadderatının programı çizilirken insanlara verilen eşsiz bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirip günahlarını affettirebilen, gönlünden geçirdiklerini bütün samimiyetiyle Cenab-ı Hakka iletip isteklerini Ondan talep eden ve belalardan Ona sığınan bir insan ne kadar bahtiyardır. Buna karşılık, her tarafı kuşatan rahmet tecellisinden istifade edemeyen bir insan ne kadar bedbahttır.

Bu Gece Af Dışı Kalanlar
Peygamber Efendimiz bu gecede af dışı kalanları şu hadisleri ile bildirmektedir:"Muhakkak ki, Allah Azze ve Celle Şâban'ın onbeşinci gecesinde rahmetiyle yetişip herşeyi kuşatır. Bütün mahlukatına mağfiret eder. Yalnızca müşrikler ve kalbleri düşmanlık hissiyle dolu olup insanlarla zıtlaşmaktan başka bir şey düşünmeyenler müstesna."  "Yüce Allah bu gece bütün Müslümanlara mağfiret buyurur, ancak kâhin, sihirbaz yahut müşahin (çok kin güden) veya içkiye düşkün olan veya ana babasını inciten yahut zinaya ısrarla devam eden müstesna."
"Allah Teâlâ Şâban'ın onbeşinci gecesi tecelli eder ve ana-babasına asi olanlarla Allah'a ortak koşanlar dışında kalan bütün kullarını bağışlar." Üç aylara ayrı bir ruh ve mâna içinde giren Peygamber Efendimiz özellikle Şaban ayına özel bir özen gösterir, başka zamanlarda görülmemiş bir derecede ibadete ve âhiret işlerine yönelirdi. Bu ayın çoğu günlerini oruçlu geçirirken, geceleri de diğer gecelerden çok farklı bir şekilde ihya ederdi.
Bir Berat Gecesinde uyanıp da Resulullah Aleyhissalâtü Vesselamı yanında bulamayan Hz. Âişe kalkarak Efendimizi aramaya başladı. Sonunda Peygamberimizi Cennetü'1-Bakî mezarlığında başını semaya kaldırmış halde buldu.
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam mübarek hanımına Berat Gecesinin faziletini şöyle anlattı:
"Muhakkak ki, Allah Teâlâ Şâban'ın onbeşinci gecesinde dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve Benî Kelb Kabilesinin koyunlarının kılları sayısınca insanları mağfiret eder."
İşlenen sevaplı amellerin değeri başka zamanlarda on ise, Berat Kandilinde yirmi bindir. Meselâ başka zamanlarda okuduğumuz bir tek Kur'ân harfine on sevap veriliyorsa, bu gecede her bir harfine yirmi bin sevap verilmektedir.
Bu bakımdan tam bir ihlâsla çalışıp ihyasına gayret gösterebildiğimiz takdirde Berat Kandili elli bin senelik bir ibadet hayatının sevabını bir gece içinde bize kazandırabilir. "Onun için elden geldiği kadar Kur'ân ve istiğfar ve salavatla meşgul olmak büyük bir kârdır."
 Tek kişinin çalışma ve kazanma gücü maddi hayatta olduğu gibi manevi hayatta da sınırlıdır diyorsak, bunun çaresi vardır. Aynı gayeyi paylaşan ve dünyada aynı maksatla yaşayan mü'min kardeşlerimizle birlikte teşkil ettiğimiz manevi şirket; bize hesabından âciz kalacağımız sonsuz bir manevi serveti kazandırabilir. Üstelik maddi kazançlarda kâr, ortaklar arasında bölünerek küçüldüğü halde mânevi kârda böyle bir şey kesinlikle söz konusu değildir. Çünkü manevi faaliyetler nurludur. Nur ise maddi eşya gibi küçülmez ve bölünmez.

Berat Gecesi ibadeti
Gecenin manevi değeri dolayısıyla namaz, Kur'ân tilaveti, zikir, teşbih ve istiğfarla geçirilmesi, bu gece vesilesiyle muhtaçlara yardım ve benzeri hayırlı amellere özel bir önem verilmesi müstehaptır.
İmam-ı Gazali Hazretleri el-İhyâ'da, Berat Gecesinde yüz rekât namaz kılınması hakkında bir rivayete yer verse de, hadis âlimleri bu namazın sünnette yerinin olmadığını, böyle bir namazın Hicretten 400 sene sonra Kudüs'te kılınmış olduğu tesbitinde bulunurlar. Hatta İmam Nevevi böyle bir namazın sünnette bulunmadığı için bid'at bile olduğunu ifade eder.
Bunun yerine kaza namazının kılınması daha isabetli olacaktır. Bununla beraber kılındığı takdirde de sevabının olmadığı anlamına gelmez.
Çünkü ibadet alışkanlıklarının iyice azaldığı zamanımızda insanların bu vesileyle namaza yönelmelerini hoşgörü ile karşılamak faydalı olacaktır.

Berat Gecesi Duası
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bu gece Rabbine şöyle dua etmiştir:
"Allahım, azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen Kendini sena ettiğin gibi yücesin."11Berat 

ALLAH(cc) Bizleri bu mübarek geceden hakkı ile istifade edenlerden eylesin İNŞAALLAH.

Kaynaklar
1 Hülâsâtü'l-Beyân. 13:5251.
2 Şualar, s,426.
3 TDİ."Berat" maddesi.
4 Hak Dini Kur an Dili, 5:4295
5 İbni Mâce, İkame, 191.
7 et-Tergîb ve't-Terhib, 2:118.
8 İbni Mace, İkametü's-Salât, 191; Tirmizî, Savm, 38.
9 Tirmizî, Savm:39.
10 Şualar, s.426.
11 et-Tergib ve't-Terhîb, 2:.119, 120.
12 Ra’d Suresi, 39; Mecmuatü’l-Ahzab, 1:597.