Temmuz 2012

Eyyubiler haritası
MISIR’DA KURULAN TÜRK-İSLAM DEVLETLERİ
Eyyubiler (1174–1250)
>Mısır’da bulunan Fatimiler Haçlılara karşı Musul Atabeyliği’nden yardım isteyince Şirguh komutasındaki ordu ile haçlı saldırıları önlenince Şırguh vezirliğe getirildi.
>Şirguh’un ölümü üzerine yerine yeğeni Selahaddin Eyyubi geçti.
>Selahaddin Eyyubi Fatımi Devleti’ne son vererek, hutbeyi Abbasi halifesi adına okuttu. 1174’te ise bağımsızlığını ilan etti.
>1187 Hıttin Savaşı’nda Haçlıları yenerek Kudüs’ü fethetti (Bu olay 3.Haçlı Seferine neden oluştur).
>Suriye, Irak, Güneydoğu Anadolu ve Filistin’e hâkim oldu.
>Ordu komutanlarında Aybeg, Eyyubi Devleti’ne son vererek MemlukDevleti’ni kurdu (1250).

Arama sözcükleri: Eyyubiler hakkında kısa bilgi, eyyubi devletini kim kurdu nerede kurdu ne zaman kurdu, Selahaddin eyyubi kimdir, Selahaddin eyyubi nereleri fethetti, eyyubilerin hakimiyet alanları, hıttin savaşının tarihi nedir, hıttin savaşı kimler arasında neden oldu, Kudüs ü fetheden türk devleti, Kudüs fethinin neden olduğu olay savaş hangisi, Aybeg kimdir, Şırguh kimdir.

İhşidler (Akşitler) haritası
MISIR’DA KURULAN TÜRK-İSLAM DEVLETLERİ
İhşidler (Akşitler) (935–969)
-Fergana Türklerinden ve Abbasilerle Tolunoğullarının hizmetinde bulunan Muhammed Bin Togaçtarafından Mısır’da kurulmuştur.
-Tolunoğulları Devleti’nin yerini almışlardır.
-Mekke ve Medine’ye hakim olan ilk Türk devletidir.
>Not: Tolunoğulları ve İhşidler Abbasilerde merkezi otoritenin zayıflamasıyla kurulmuşlardır. Yönetim ve ordu Türklerden oluşurken halkın çoğunluğu Araplardan oluşmaktaydı. Bu durum yıkılışlarını kolaylaştırmıştır. Mısır’da başlayacak bin yıllık Türk tarihinin temellerini atmışlardır.
-İhşidler’e Fatimilertarafınfan son verilmiştir.

Arama sözcükleri: ihşidler akşitler hakkında kısa bilgi, ihşitler kim tarafından nerede ne zaman kuruldu akşitler ne zaman yıkıldı kim yıktı, Tolunoğulları devletinin yerine ondan sonra kim geldi aldı, Mekke ve medineye hakim olan ilk türk devleti kimdir, devlet Mekke Medine hakim kim ilk.




MYNMAR VE ARDINDA YATAN GERÇEK

Kemâl Kaplan
28 Temmuz 2012

Eski adı Burma olan Mynmar  bir süredir Müslümanların katledilmesiyle yeniden gündeme geldi. Burma ve Arakan adını 95-96 yıllarında yine aynı sebepten duyuyorduk. O yıllarda da, Arakan bölgesinde binlerce Müslüman katledilmişti. Aradan yıllar geçmiş 2007 yılına geldiğimizde bu defa Budist rahiplerin ayaklanması Burma’yı dünya gündemine oturtacaktı. İktidar tarafından yüzlerce rahip öldürüldü.
1962’den bu yana iktidarda bulunan askeri cuntanın eziyeti altında inleyen 50 milyonluk Burma’lıya kimse özgürlük ve demokrasi götürme peşinde değil(!)

Dünya gündemine rejimin halkı katletmesiyle gündeme gelen Burma’nın nerede olduğunu bile pek az insan bilir. Güney Asya’nın önemli bir ülkesi olmasına ve Müslüman halkın bulunmasına rağmen ülkemizde bilinmediği gibi merak da edilmeyen bir ülkedir.

Size dehşet veren gerçek bir hikâyeden yola çıkarak Burma’yı ve aldatılarak sömürülen Burma halkını anlatacağım.
Değerli taş ve altın madenlerinin çokça bulunduğu Burma’da, dini inançların halkın kandırıp sömürülmesi için kullanıldığını bu hikâyeyi okurken, hayretler içinde kalarak öğreneceksiniz.

Hikâye, 2002 yılında Münih’te tanıştığım taş bilimci ve aynı zamanda gazeteci meslektaşım olan Dr. Claude Mazloum’a ait. Davetim sonrası İstanbul’a gelen Mazloum’a bir taraftan İstanbul’u gezdiriyor, diğer taraftan da her biri macera filmi olacak seyahatlerini dinliyordum. Merkezi Beyrut’ta olan fakat Avrupa’da da yayınlanan 'Collection' adlı derginin de yayın yönetmeni olan Dr. Mazloum, bir defasında Burma’ya yaptığı seyahati anlattı.

Dr. Claude Mazloum anlatıyor:

TAŞ BİLİMCİ GENERAL

Mineraloji Müzesi’ni ziyaretim esnasında etrafı askerle çevrili bir general bana yaklaşarak, “Dr. Mazloum. Claude Mazloum. Rangoon ve özellikle ülkemizin doğal kaynaklarının en bol olduğu burada sizi görmek ne güzel. Kendimi tanıtabilir miyim? Ben Mineralojist General Ko Wai Taungyi. Birkaç yıl önce Almanya’da düzenlediğiniz konferanslardan birine katılmıştım ve tüm kitaplarınızı okudum. Sizinle burada tanışmak benim için büyük şeref” Ve hemen akabinde bana askeri selam vererek, “Size nasıl yardımcı olabilirim” diye sordu.

Gerçeği söylemek gerekirse, ziyaretimin ilk günlerindeydim ve doğrusu kötü başlamıştı. Müze görevlisi, beni hiç de iyi karşılamamıştı. Sadece içeri de fotoğraf çekmeme izin vermemekle kalmadı, aynı zamanda uluslar arası geçerliliği olan basın kartına sahip olmama rağmen benden giriş ücreti aldı. Daha kötüsü müzede bulunan sanat ürünleriyle ilgili bana herhangi bir dokümantasyon vermeyi reddetti.

Ziyaretimi bitirmeyi düşünmeden, Rangoon’daki dünyanın en büyük Pagodasına şöyle bir baktım. Herhangi bir programım yoktu. Avrupa’ya geri dönmek için yirmi dört saatim vardı.
Generalin arkasındaki sergide iki büyük altın külçesi, gözüme ilişti ve hemen dönerek, “Burma’da altınınız var mı generalim” diye sordum. Bana cevabı, “Çook... Bir altın madenini ziyaret etmek ister misiniz?” oldu.

TANRI VE KADINLARIN VADİSİ

Altın şehir Valenza’nın yeni elçisi olarak böyle bir madeni ziyaret etmemin benim için olumlu olacağını düşündüm. Daha sonra müzeyi de ziyaret ederek, seyahatimi sonaerdirecektim.
Bir saat sonra kendimi, hiç konuşmayan askerlerin bulunduğu bir askeri kamyonette kumlu yollar üzerinde ilerlerken buldum.
Ormandan geçtikten sonra, kamyonet Pagode’nin önünde durdu. Askerler aşağıya yalnız inmem gerektiğini söylediler. Çünkü tapınağın hemen yanındaki bu bölgeye askeri şahısların girmesi yasaktı.

Genç, güler yüzlü ve güzel bir hizmetli beni karşılayarak, ikinci kapıdan içeriye soktu. Mükemmel güzelliğine rağmen, bana bir kelime bile söylemedi.
Tam o sırada, mimiklerle talimat aldığımı hissettim. Şaşırmıştım. Benden ayakkabı ve çoraplarımı çıkarmamı istiyorlardı. Hizmetliyle beraber, denileni yaptık. Beni elimden tutarak, geleneksel kimono kıyafetine bürünmüş karşılama komitesine doğru götürdü.

Bu düğün töreni gibi karşılamanın haricinde, ne yapabileceğimi anlamış değildim. El ele tutuşur halde baş rahip önünde diz çöktük ve rahibin konuşmasına başımızı sallayarak cevap verdik. O anda gerçekten benliğimi bir panik sardı. Çünkü generale evlenmek istediğimi söylediğimi hatırlamıyordum. Ya da bir şaka yapılmaya çalışılıyordu.

Rahip bileğime renkli bir bilezik taktı ve bizi başımızdan kutsadı. İki eliyle işaret yaparak, kalkmamızı istedi. Bölgeye doğru giden yolun bulunduğu taraftaki kapıyı gösterdi.
Yola doğru giderken, tüm bu olanların altın madeni ile ne ilgisi olduğunu anlamış değildim. Şu bir gerçek ki, bu konuyu açığa kavuşturmak için, herhangi biriyle konuşma imkânına sahip olamamıştım.

Sonuç olarak bu enteresan cennette yürümeye devam etme kararı aldım. Yolumuz üzerindeki bir havuza ulaştığımız da hizmetli, benden pantolonlarımı çıkarmamı istedi. Böylece benim ayaklarımı yıkayacaktı. Bulunduğumuz yerde birden aklıma geldi.
Daha önce yürürken, onun isminin “Kim” olduğunu öğrenmiştim. Kırk beş dakika içerisinde kuruyan bir nehrin yamaçlarında, yerleşik bir bölgeye gelmiştik.

Kim’in bir eli bana sıkı sıkaya sarılıyken, diğer eliyle gururlanırcasına, “Tanrı ve Kadınların Vadisi” adını verdikleri Chown Gyi Altın Madeni’ni gösteriyordu. Gördüğümüz manzara, insanı hayrete düşürecek cinstendi. Yüzlerce kadın sanki karıncalar gibi çalışıyor, kazı yapıyor. Altınla, gümüşle ve diğer metallerle neredeyse tamamen kaplı kayaları taşıyorlardı. Bu film şeridi gibi manzara, ilk etapta anlaşılacak gibi değildi. Detaylı incelemek gerekirdi.

Ancak, bu arada hâlâ bir şeyi anlamaya çalışıyordum. Niçin Kim benim elimden tutmaya devam ediyordu? Tapınakta düzenlenen o törende neyin nesiydi? Niçin ayakkabılarımı ve pantolonumu çıkarmak zorunda kalmıştım?
Sonunda birkaç kelime İngilizce konuşan birisine rastladım. O Japon işgalinden hayatta kalmayı başarabilen yaşlı bir kadındı.
İngilizce’yi bilebildiği kadar, anlatmaya çalıştı ve sonunda bazı şeyler belirmeye başladı: Maden, Bonze bölgesi’nde bulunuyordu ve bu bölgenin ise, tanrı tarafından kullarına hediye olarak sunulan kutsal bir yer olduğu kabul ediliyordu.
Bonze halkı paraya dokunamadığı gibi, kazanmak için herhangi bir faaliyet yapmıyordu. Bir kişi için Budha’nın eşyalarına dokunmak kutsanmak anlamına geliyordu. Ancak bir kadın Bonze ünvanını alamıyordu.
Onun için sadece kadınlar ve 12 yaşın altındaki erkek çocuklara bu altın madenine giriş izni veriliyordu. O zaman ben nasıl buraya girme izni alabilmiştim? Aldığım cevap, “Sürekli Kim’in elini tutarak hiçbir şeye dokunmadan etrafı izleyebilirsiniz. Çünkü size takılan Sakayamuni bileziği ve onun gücü ile korunuyorsunuz” şeklindeydi.

Ne inanç...

Evlenmediğimi bilmek beni sevindirmişti. Artık bu noktadan sonra Kim, bana daha sempatik görünmeye başlamıştı. Chown Gyi Madeni altın yataklarının bulunduğu bölgede kurulmuş bir Alüvyal depoydu. Genelde sarı olmasına rağmen altın fazla parlak değildi. Ancak yağmura bağlı olarak, bölgenin görünümü günden güne değişmekteydi.
Çalışmalar oldukça sade olarak yürütülüyordu. İlk aşama madeni çıkarmak ve taşıyarak arıtmaya vermekti. Tüm kayalar yaklaşık bir cm’lik parçalara bölünmek için elle kırılıyordu.  Daha sonra bu parçalar altını araştırmak için, toz haline getiriliyordu. Bundan sonra altın ve diğer metaller arasındaki, ağırlık farkından yararlanarak, araştırmak amacıyla su içinde işlem yapılıyordu.
Tüm metaller ayrıştırılıp bir grup halinde belirlendikten sonra, değerli olanlara kutular içinde konularak Kim’in bile daha önce görmediği yasak tesislere gönderiliyordu.

Altın külçeler daha sonra satışa sunuluyordu. Kadınlar ise bu altınların, Sakayamuni’nin ebedi hazinesinde bulundurmak için saklandığını sanıyorlardı. Hiç kimse yüzlerce genç kadının bu madende gizemli bir şekilde bir tas pirinç için çalıştığını ne bilebilir ne de anlayabilirdi.

Ziyaretimden sonra, aynı askeri kamyon gezimi tamamlamak üzere beni tekrar müzeye götürdü. Gecenin geç saati olmasına rağmen müze görevlisi tamamen farklı bir çehreyle güler yüzlü ve dostane bir tavırla beni karşılayıp beklemek zorunda kaldı.
Bu gezintide müzenin sahip olduğu zenginliklerle bir kitap oluşturulabileceğini keşfettim. Gerçekten de bu müze dünyanın en büyük yakut taşını bünyesinde barındırıyordu. (Ham ağırlığı 21,450 karat olan 1996 yılında Kin Ywan Bölgesi’nde bulunmuş) Bunun haricinde 329 karat ağırlığında dünyanın en büyük peridotu, 90.80 momluk dünyanın en büyük doğal incisi ve 560 kg’lık imparatorluk jade de müzede sergilen önemli parçalar arasında.

Ziyaretin sonunda, müzeden çıkarken odanın köşesinde ülkenin tüm aktif madenleri ve işlenmemiş fakat zengin yatakların bulunduğu yerleri gösteren bir topografik harita gözüme ilişti. Haritaya göre Burma değerli taşlar ve metaller bakımından çok zengin bir ülkeydi.
Hatta elmas dahi bulunduğu söylendi. Ancak ne yazık ki, kendi zenginliklerini nasıl arayıp, çıkarabileceklerini bilmiyorlardı.




Tolunoğulları Haritası
MISIR’DA KURULAN TÜRK-İSLAM DEVLETLERİ
Tolunoğulları (868-905)
-Abbasi halifesi Tolunoğlu Ahmet tarafından Mısır’da kurulmuştur.
-Mısır ve Suriye’ye hakim olmuşlardır.
-Yaptıkları ıslahatlar sayesinde büyük bir askeri ve ekonomik güce ulaşmışlardır.
-Nil Nehri’nin akışını bentler ve su kanalları ile düzenlemişlerdir.
-Mısır’ı yeniden inşa etmişlerdir.
-İç karışıklıklardan yararlanan Abbasiler, Tolunoğulları Devleti’ne son vermişlerdir (905)

Arama sözcükleri: Tolunoğulları devleti ne zaman nerede kim tarafından kurulmuştur, Tolunoğulları kurucusu kimdir, Tolunoğullarının tar,h, önemi nedir, Tolunoğulları türk mü, Tolunoğulları nerelere hakim oldu, tolunoğlu Ahmet kimdir.mısırda kurulan türk-islam devletleri hangileridir.
Harzemşahlar HaritasıHarzemşahlar Bayrağı
Harzemşahlar (1097-1231)
-Büyük Selçuklu Devleti’nin Harzem valisi İl-Arslan tarafından kurulmuştur.
-Alaaddin Tekişzamanında en parlak dönemini yaşamıştır.
-1218 yılında Otrar Olayı ile Moğol ticaret kervanındaki tüccarları öldürmeleriyle MoğollarınBatı Seferi’ne çıkmalarına neden olmuşlardır.
-Anadolu Selçuklu Devleti ile 1230 yılında yaptıkları Yassıçimen Savaşı’nı kaybetmişler ve yıkılma sürecine girmişlerdir.
-Celaleddin Harzemşah’ın öldürülmesiyle tamamen yıkılmışlardır (1231).
-Moğollartarafından yıkılmışlardır.

Arama sözcükleri: Harzemşahlar hakkında kısa bilgi, harzemşahlar devleti nerede kim tarafından kuruldu? Yassiçimen yassıçemen savaşının tarihi önemi kimler arasında oldu, otrar olayı nedir neye sebep olmuştur, Türk-İslam tarihi konuları.


 İnsanlar artık birbirine sormaya başladı: “Suriye’den sonra acaba sırada İran’mı var” diye. ABD Suriye’den de önce İran'ı hedef tahtasına oturtmuştu. Kolay lokma olmadığı için etrafından dolaşıp zaman kazanmaya çalışıyor.

Suriye işgaline Rusya ile birlikte göz yumarsa, sıranın kendine geleceğini gayet iyi biliyor İran. Sam amca kafasına koymuş bir kere Türkiye’yi de yanına almış, doludizgin at sürüyor Ortadoğu çöllerinde.

Peki sonra ne olacak? Irak, Suriye’den sonra İran da işgal edilirse, asıl  o zaman sıra kime gelecek. “Bize mi” sorularını duyar gibiyim.
Hani biz eşbaşkan idik. Hani stratejik müttefiktik. Irak ve Suriye işgal edilirken alkış tutup, kendimizi de kahraman ilan ederek; Irak ve Suriye’ye gelen barışdan(!) kendimize pay çıkarmadık mı?

Neden sıra bize gelsin ki?

Muhammed Celaleddin sekiz yüz yıl önce ‘kazın ayağı’nın öyle olmadığını anlatmış kıssadan hisseyle…

**********


SARI ÖKÜZ HİKAYESİ

Otlakların birinde bir öküz sürüsü yaşarmış. Çevredeki aslan sürüsünün de gözü öküzlerdeymiş.
Ancak, öküzler saldırı anında bir araya geldiği zaman, aslanların yapacak bir şeyi kalmazmış. Bu yüzden küçük hayvanlarla beslenmek zorunda kalan aslanlar, iyi beslenememeye başlayınca bir çare düşünmüşler. Topal aslan yanına bir iki aslanı da alarak, beyaz bayrak çekmiş ve öküz sürüsüne yanaşmış.

 "SUÇ HEP O SARI ÖKÜZ''DE..."

 Öküzlerin lideri Boz Öküz ve yanındakilere tatlı dille konuşmaya başlamış:

"Saygıdeğer öküz efendiler. Bugün buraya sizden özür dilemeye geldik. Biliyorum bugüne kadar sizlere zarar verdik. Ama inanın ki, bunların hiçbirini isteyerek yapmadık. Bütün suç hep o Sarı Öküz''de. Onun rengi sizinkilerden farklı ve bizim de gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Biz de barışseverliğimizi unutuyor ve saldırganlaşıyoruz. Sizle bir sorunumuz yok. Verin onu bize, siz kurtulun, yine barış içinde yaşayalım."

Boz Öküz ve heyeti bu sözler üzerine aralarında tartışmış ve teklifi haklı bularak, Sarı Öküz''ü vermişler aslanlara. Bir tek Benekli Öküz karşı çıkmış ama kimseye derdini anlatamamış.

 "AFERİN SİZİ KUTLARIZ!"

 Bir süre sonra aslanlar yine aynı yöntemle gelip, bu kez Uzun Kuyruk''u istemişler:

"Gördünüz mü ne kadar barış severiz. Sizi de kararınızdan dolayı kutlarız. Ancak, şu sizin Uzun Kuyruk var ya, kuyruğunu salladıkça nereden baksak görünüyor ve aklımızı başımızdan alıyor. Size saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Oysa sizler normal kuyruklusunuz. Verin onu bize, bu konuyu kapatıp, barış içinde yaşamaya devam edelim."

Boz Öküz ve heyeti, Uzun Kuyruk''u teslim etmiş, yine Benekli Öküz karşı çıkmış. Uzun Kuyruk, aslanların pençesi altında can vermiş.

"NEREDE KAYBETTİK BİZ BU SAVAŞI?"

Bu olay sürekli tekrarlanmış, her seferinde farklı bahanelerle. Sonunda öküzler zayıflamış, aslanlar küstahlaşmış. Artık, hiçbir bahane ileri sürmeden, doğrudan müdahale ederek, "Verin bize şunu, yoksa karışmayız" demeye başlamışlar.

Birer birer aslanların pençesinde can verirken, Boz Öküz ve birkaç öküz kalmış geride. İçlerinden biri liderlerine, "Ne oldu bize, nerede kaybettik biz bu savaşı? Oysa, vaktiyle ne kadar güçlüydük" diye sormuş.

Boz Öküz, Benekli Öküz''ün sözlerini hatırlayarak, gözleri nemli "Biz" demiş, "Sarı Öküz''ü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı.."



ABD ve İsrail’in Ortadoğu kaygıları; Arap-İsrail savaşının bittiği Ortadoğu’da, rehavet dönemine girileceği ümidi yeşerirken birden bire yeniden alevlendi. Bunun sebebi 1979 yılındaki İran İslam Devrimiydi.  Ortadoğu’da büyük bir müttefikini kaybeden ikili, devrimle eşgüdümlü planlarını devreye sokarak-Saddam Hüseyin’in CIA operasyonuyla Irak’ın başına geçmesi-8 yıl sürecek gibi görünmesine rağmen, artık bu topraklarda kanın durmadan akacağının işareti olan İran-Irak Savaşı’nı başlattılar.

Savaşlar ve operasyonlar birbirini izlerken, Irak’ta yaşananlarla birlikte Türkiye ön planda olma ve bölgeyi kontrol etme arzusunu hep taşıdı. Bu refleksle, Saddam’ın düşmanı iki kürt lideri her zaman himayesinde tuttu. Mesut Barzani, Celal Talabani.

Saddam iki kürt lideri K. Irak’a hapsetmesine rağmen, Türkiye ceplerine kırmızı pasaport koyarak, dünyaya kendi topraklarından açılmasını sağladı. Bunu yaparken de, sandı ki; K. Irak’ı Talabani ve Barzani aracılığıyla kontrol altında tutacak.

İki grubun peşmergelerini de Türk askerleri eğitti. ABD’den gelen askeri ve lojistik yardım Türkiye üzerinden kendilerine ulaştı. Kısaca Türkiye olmasa, bugün Irak’ın cumhurbaşkanı olan zat ne hayatta olur. Ne de K. Irak’ta kürt hakimiyeti mümkün olurdu. Varlıklarını Türkiye Cumhuriyeti’ne borçlu olan bu iki siyasi figürün Türkiye’ye teşekkürü nasıl oldu malum.

PKK’yı her zaman desteklediler. Ve topraklarında bulunmalarına göz yumdular. Türkiye’deki kürt vatandaşlarını zaman zaman kışkırttılar.

Her zaman söyleriz. “Koskoca Türkiye Cumhuriyeti” diye.

İşte bu koca devlet iki kıçı kırık peşmergeyi avucunda tutamadı.

Adamların başı ayrı, kıçı ayrı oynuyor. Bir Türkiye’ye, bir ABD’ye, bir Rusya’ya göz kırparak, ‘gemisini yürüten kaptan’ misali bugüne kadar geldiler. Ve daha da önemli şahıslar oldular. Artık Irak için vazgeçilmezler. Biri cumhurbaşkanı oldu, diğeri ise bağımsız devlet kuruyor/kurdu.

Bugün BOP eşbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Ortadoğu’daki gelişmeleri hayretle izlediğine eminim. Zira K. Irak’ta ‘Kürt Devleti’ kırmızı çizgimiz iken ve daha bunu çözememişken, şimdi de başına ‘Büyük Kürt Devleti’ sorununu aldı. Suriye’deki gelişmeler gösteriyor ki Kuzey Suriye, K. Irak ile birleşerek, Büyük Kürt Devleti kurulmak isteniyor.

Tayyip Erdoğan ayıkla pirincin taşını… Ama pirinci bulmak için Dimyat’a mı gidersin yoksa, Halep’ten geri mi döner de evdeki bulgurun peşine düşersin bilinmez.

Aşağıda okuyacağınız yazı 2010 yılında yayınlanan TEKTAŞIN KANI adlı kitabıma aittir.
K. Irak’ta yıllarca beslediğimiz Barzani ve ailesine ait bilgilerin yanı sıra ilişkileri de anlatılmaktadır.

**********

İSRİAL’İN K. IRAK’TAKİ UŞAĞI: YAHUDİ BARZANİ 

Irak'ın kuzeyinde yüzyıllardır yaşamakta olan Kürt Yahudileri, İsrail ile önemli bir akrabalık bağı kurar.
Dr. A. Medyalı ismiyle kaleme alınan Kürdistanlı Yahudiler adlı kitapta, “Kürtlerin Ortadoğu'da Yahudilere karşı düşmanlık hisleri beslemesinin hiçbir yararı yoktur. Kürtler Yahudi toplumuyla daha sıcak ilişkiler kurmak durumundadırlar. Yahudi toplumunun demokratik kurumlarını görmezden gelemezler. Yahudi toplumu Ortadoğu'da Kürtlerin doğal ittifakçısıdır ” der.

Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir haber, K. Iraklı Kürtlerin içinde en meşhur olan Barzani ailesinin Yahudi olduğu ve aile içinden birçok haham yetiştiğinden söz ediyordu. Sefa Kaplan imzasıyla çıkan haber şöyle:

Barzani Ailesi'nin Yahudi olduğu ortaya çıktı [110]

Muhtemel bir savaşta Türk askerinin Kuzey Irak'ta yer almasını istemeyen Barzani Ailesi'nin, Kürt Yahudisi olduğu ve ailenin pek çok haham yetiştirdiği ortaya çıktı.

Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan UCLA öğretim üyesi Prof. Yona Sabar, yazdığı kitapta bu iddiaları doğruladı. Tarihçi Ahmet Uçar da, Osmanlı arşivlerinde, Sallum Barzani adlı bir hahamın önce Selanik'e, arkasından da Kudüs'e sürgün edildiğine dair bir belge yayımladı. Bilindiği gibi, Molla Mustafa Barzani ile oğlu Mesut Barzani, İsrail'le kurduğu iyi ilişkilerle tanınıyor ve İsrail öteden beri Irak Kürtleri'nin bağımsızlığını destekliyor.

1982 yılında Yale Üniversitesi tarafından yayımlanan ‘‘The Folk Literature of the Kurdistani Jews: An Anthology (Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı: Antoloji) başlıklı kitap, başlangıçta sıradan bir antropolojik çalışma muamelesi gördü. Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan ve Los Angeles'teki Californiya Üniversitesi'nde (UCLA) görev yapan Prof. Yona Sabar tarafından kaleme alınan kitap, büyük çoğunluğu Kuzey Irak'ta yaşayan Kürt Yahudileri'nin hayatına ışık tutuyordu.

Ancak, Prof. Yona Sabar'ın kitabında daha ilginç bilgiler de vardı. Bunlardan en önemlisi de Barzani ailesi ile ilgiliydi. Prof. Sabar'ın verdiği bilgiye göre, 16. ve 17. yüzyılda bölgede yaşayan ailelerin en ünlülerinden biri Barzani ailesiydi ve bu aileye mensup hahamların kurduğu Yahudi eğitim kurumları büyük bir itibara sahipti. Öyle ki, başta Mısır olmak üzere Ortadoğu'nun muhtelif ülkelerinden buraya öğrenci akını oluyordu. Hatta, Haham Nathanel Barzani, bölgede nadiren görülen zenginlikte bir kütüphaneye de sahipti ve kitapların büyük çoğunluğu da elyazmasıydı. Bu kitaplar, yine haham olan oğlu Samuel Barzani'ye miras kalacaktı. İşin daha da çarpıcı yanı, Amerikan reformcu Yahudileri tarafından tam bir yüzyıl sonra kabul edilecek olan ilk kadın haham da Samuel Barzani'nin kızıydı ve ismi de Asenath Barzani'ydi.

Bir tek aile var

İnternet aracılığıyla konuya ilişkin görüşlerine başvurduğumuz Prof. Yona Sabar, Yahudi Barzani ailesinin kurucusunun 16. yüzyılda yaşayan Haham Samuel Barzani olduğunu belirterek, ailenin sonraki yüzyıllarda Musul, Kerkük ve Erbil yöresinde etkili olduğunu söyledi. Ancak, Barzani ismini taşıyan herkesi Kürt Yahudisi olarak görmenin doğru olmadığını savunan Prof. Yona Sabar, Barzan doğumluların bu isimle çağrıldığını söyledi.

Ancak, tarihçi Ahmet Uçar, Osmanlı arşivlerinde bölgede bir tek Barzani ailesi bulunduğuna dair kayıtların yer aldığını hatırlatarak, günümüz Barzanileri'nin atalarının Yahudi olduğundan şüphe duyulamayacağını ifade etti. Ahmet Uçar, Prof. Sabar'ın, Barzaniler'in ne zaman müslüman olduklarına ilişkin detaylara girmediğini de savundu.

Ahmet Uçar'ın yine Osmanlı arşivinde bulduğu bir başka belge ise 1856 yılında Sallum Barzani isimli bir hahamın, Musul'dan Selanik'e, oradan da Hahambaşılığın özel ricası ile Kudüs'e sürgün edildiğini gösteriyor. Uçar'ın ifadesine göre, ‘‘Kudüs'e Yahudi iskánı ile tereddütler olduğu için; Hariciye Nezareti'nin de görüşü alınarak 29 Şubat 1856'da Hahambaşı'nca verilen dilekçe Osmanlı hükümetince 11 Nisan'da görüşülerek uygun bulunmuş ve Sallum Barzani 20 Nisan 1861'de bir irade ile Kudüs'e sürülmüştü.’’ Uçar, Tarih ve Düşünce Dergisi'nde konu ile ilgili olarak yazdığı yazıda şöyle devam ediyor: ‘‘Mustafa Barzani'nin yıllar sonra kurduğu ilişkiler, hahamlarla Sallum Barzani ailesi arasındaki ilişkilerin yıllarca sürdüğünü göstermektedir. Molla Mustafa Barzani, 1950'den beri sık sık ziyaret ettiği İsrail'de her zaman Kuzey Irak kökenli, Kürtçe konuşan bir Yahudi hahamın evinde kalmaktadır: Haham David Gabay.’’ 

 Ailede pek çok ünlü haham var

Siz Yahudi Kürtler konusu ile ne zaman ilgilenmeye başladınız?

- Batılı seyyahların Kürtçe konuşan Yahudiler'den söz edildiğini görüyorsunuz. Ben bunu okuyunca, Başbakanlık Arşivi'nde, bölgedeki yerleşime ilişkin araştırmalar yaptım ama uzunca bir süre bununla ilgili herhangi bir evrak bulamadım. A. Medyalı isimli birisinin yazdığı ‘‘Kürt Yahudiler’’ isimli bir kitaba rastladım. Faik Bulut'un ‘‘Filistin Rüyası’’ isimli kitabında da İsrail'de Kürtçe konuşan Yahudiler'in bir organizasyonundan bahsediliyordu. Araştırmalarım sonucunda, Kuzey Irak'tan İsrail'e göçler yaşandığını tesbit ettim. Bugün İsrail'de geniş bir Kürtçe konuşan Yahudiler topluluğu mevcut.

Peki ya Barzani ailesi?
- Barzani ailesi ile ilgili ilk iddiaları da Amerika'da yaşayan ve kendisi Kürtçe konuşan bir Yahudi olmakla kalmayıp bu konuda uzman olan Prof. Yona Sabar'ın bir kitabında rastladım. Prof. Sabar, Barzani ailesinden gelen hahamların bölgede dini çalışmalar yaptıklarını söylüyordu. Bunun üzerine ben Barzani ailesinin kökenlerini araştırmaya başladım.

Ne buldunuz?
- Bir defa bölgede Barzani adıyla bilinen tek bir aile var. Bu aile, Kuzey Irak''taki Barzan köyünde yaşıyor. Osmanlı Arşivi'nde çalışırken, bu aile ilgili bir belge buldum. Bu belgede, 1855-56 yılında bu köyün mensuplarından Sallum Barzani adlı bir hahamın önce İstanbul'a, arkasından Selanik'e sürgün edildiği belirtiliyor.

Başka bir belge veya delil var mı elinizde?
- Molla Mustafa Barzani, ilk kez 1967 yılında İsrail'e gidiyor. Kendisini kabul eden İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan'a, hediye olarak bir 'Kürt hançeri' ile birlikte, Kerkük petrol rafinelerinin planlarını da getiriyor. Mart 1969'da yapılan bir operasyonda da Barzani-Mossad işbirliğiyle Kerkük rafinerileri bombalanıyor ve çalışamaz hale getiriliyor.

Barzani aşiretinin Yahudi kökenli olduğunun anlaşılması, bölgeye ve tarihe bakışımızda değişikliklere sebep olabilir mi?
- Olmaz mı? Tevrat'ta ‘‘Vaadedilmiş Ülke’’ olarak Nil'le Fırat arasının işaret edildiğine dair yorumlar vardır. Ayrıca, Barzani ailesi sürekli Mehdi çıkartmaktadır. Yahudilik'te de Mehdilik çok önemlidir. Ama bir yanlış anlaşılma olmasın. Ben bütün Kürtler Yahudi'dir filan demiyorum. 

MOSSAD BARZANİ İLİŞKİSİ

Türk gazeteciliğinde asla yeri doldurulamayan Uğur Mumcu, yazdığı yazılarla her zaman gündem oluşturmasını bilmişti. Ülkemiz üzerine inen sis bulutunun ardında yatanları, bir bir gün ışığına çıkaran Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazdığı yazıda, MOSSAD-Barzani ilişkisini açıklıyordu. Yazılarında her zaman belge gösteren ve deliller sunan Mumcu, derin ilişkileri açığa vurduğu için, acımasız bir suikasta kurban gitmişti. Suikast daha sonra ise İran’a havale edildi. Oysa Mumcu İran ile ilgili herhangi bir yazı yazmamıştı.
Mumcu’nun 7 Ocak 1993 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısını aynen veriyoruz:

“Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail Devleti’nin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?
Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu. MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney’de yayınlanan 'Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services' adlı kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü’nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış.

Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.
Kitapta 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, MOSSAD’ın Kürtlerle ilişki kurduğu (sh.327) , Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel’in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak’tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor. 1969 yılı Mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor.

1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması’ndan sonra İran Şah’ı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor.
Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İRAN-İSRAİL üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ateşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor. Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyor. (sh. 328-329) Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 bin dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (sh.328)

70’li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre sürüyor. “Körfez Savaşı” sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. (sh.521) Baba Molla Mustafa ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor.
Kitapta, Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek...Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek...İlgi belli...İlişki de belli...
Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?”

İSRAİL PKK’YA DA DESTEK VERİYOR

1965'li yıllara dayanan İsrail-Kürt ilişkisi, PKK'nın ortaya çıkmasından sonra K.Irak'ta daha farklı bir boyut almıştı. Türkiye ile birçok askeri iş birliği anlaşması  imzalayan İsrail, açık bir şekilde PKK’yı da desteklemekten geri durmadı.

1983 yılında İsrail Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir Türkiye'nin Kuzey Irak'ta gerçekleştirdiği sınır ötesi harekât ile ilgili olarak görüşlerini soran Brüksel'deki gazetecilere verdiği cevapta; Türkiye'yi "Kürdistan'ı işgal altında tutan devletlerden biri" olarak tanımlamış ve şöyle devam etmişti: "Ama bu işgalci devletler hiçbir şey dinlemedikleri için, Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi bir türlü sonuca ulaşamamaktadır."

2006 yılında Aksiyon Dergisi'nde yayınlanan haberde PKK'nın içinde güç savaşı olduğu belirtiliyor. Haberde örgütün ikiye ayrıldığını bunlardan bir grubun, Yahudi Kürtlerin yaşadığı bölgeye yerleştiğini söylüyor:
“Örgütün ağır silahlı kanadını kontrolünde bulunduran Halk Savunma Güçleri (HPG) sorumlusu Cemil Bayık ile Murat Karayılan arasındaki çekişme örgütü iki parçaya ayırmış durumda. Bayık’ın, hareketlilikle birlikte ekibini Zaho’ya yakın yerleşim yerlerine çektiği belirtilirken, Karayılan’ın da grubunu Erbil tarafındaki Akre ve Kürt Yahudilerin yaşadığı alan olarak bilinen Berzenci bölgesine taşıdığı belirtiliyor. Türk askerinin muhtemel bir Kandil operasyonu, boş bir alana yapılacağı için başarısızlıkla sonuçlanması kuvvetle ihtimal. Teröristler gelişmiş köylere saklanırken aynı zamanda Akre bölgesinde bulunan ve Saddam Hüseyin döneminde kışla olarak kullanılan, daha sonra işkence kaleleri olarak anılan yerlerde yaşıyorlar” [111]

İsrail yetkilileri, İsrailli askerlerin K.Irak faaliyetleri için şu savunmayı yapıyor: "Irak'ta hiçbir resmi faaliyetimiz yok. Çift pasaportlu şahıslar ya da oradakilerin akrabaları bazı faaliyetler yürütebilir. Bu, onları bağlar."
İsrail'in Kürt oyunu Türk istihbarat raporlarına da yansıdı: "MOSSAD ile KDP üç yıl önce anlaşma yaptı. Eğitim hem bölgede hem de İsrail'de veriliyor. Peşmergelere ayda 500 bin dolar hibe ediliyor."
Dönemin Dışişleri Abdullah Bakanı Gül, İsrail'in uyarıldığını ima etti, "Çok yakından takip ediyor, uyarıları yapıyoruz. Kerkük hassasiyetimizi herkes biliyor. Oldu bittiye izin vermeyiz" dedi. [112]

Saddam Hüseyin iktidarı döneminde Irak'ın güçlenmesini engellemek için Kürt kartını oynayan İsrail, şimdi de İran ve Suriye tehdidine karşı peşmergelere askeri eğitim vermeye başladı. Türk istihbarat birimleri, zamanında bölgede PKK'ya karşı işbirliği yaptığı İsrail'i yakın takibe aldı. Dışişleri Bakanlığı da konudan duyulan huzursuzluğu, doğrudan Şaron'un başında bulunduğu İsrail hükümetine iletti. [113]

 2004 yılında Sabah Gazetesi MOSSAD raporlarına ulaştığını iddia etti ve raporda yer alan bazı bilgilere yer verdi. Rapor, özetle şu bilgileri içeriyor:

* MOSSAD ile KDP, askeri eğitim konusunda kağıt üzerindeki ilk resmi anlaşmayı 2001 yılında yaptı.
* Eğitim hem bölgede, hem de İsrail'de yapılıyor.
* Peşmergelere ayda 500 bin dolar hibe veriliyor.
* Eğitime Barzani'nin yakın akrabaları da katıldı.
* Bölgedeki MOSSAD ajanlarının çoğu Kürt Yahudisi.
* Eğitim verenlerin tamamı lehçelerine kadar Kürtçe biliyor.
* Peşmergelere verilen eğitim, bölge ülkeleri ile ilgili genel bilgileri de sağlıyor. [114]

DİPNOT
[110] Barzani Ailesi'nin Yahudi olduğu ortaya çıktı/Sefa Kaplan/Hürriyet/18 Şubat 2003
[111] PKK’ya Yahudi Kürtler kucak açıyor/Haşim Söylemez/Aksiyon sayı:595/1 Mayıs 2006
[112] İsrail'den komik savunma/Zeynep Tuğrul-Işıl Abışgil/Sabah/22 Haziran 2004
[113] [114] Mossad, Kuzey Irak'ta cirit atıyor /Zeynep Tuğrul-Işıl Abışgil/Sabah/22 Haziran 2004


(TEKTAŞIN KANI, Kemâl Kaplan, Stigma 2010, s.249-260)
no image

>Büyük Selçuklu Devleti’nin Yıkılışı
            Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra yerine önce Berkyaruk sonrada Sencer (Sancar) geçti. Ülkenin hanedan üyelerinin ortak malı sayılması taht kavgalarına ve devletin yıkılmasına ortam hazırladı. Sultan Sencer, Büyük Selçuklu Devleti’nin son hükümdarı oldu. Büyük Selçuklu Devleti, Karahitaylılarla yapılan Katvan Savaşı’nda (1141) yenilince dağılmaya başladı. Sultan Sencer’in ölümüyle de devlet parçalandı (1157).
>Büyük Selçuklu Devleti’nin Yıkılma Nedenleri Şunlardır:
>Ülkenin hanedan üyelerinin ortak malı sayılması nedeniyle hanedan üyeleri arasında taht kavgalarının yaşanması.
>Sultan’ın erkek çocuklarını (Melik) yetiştiren Atabeylerin gittikleri eyaletlerde merkezi otoriteden ayrılıp bağımsız olma istekleri.
>Bâtınilerin çalışmaları.
>Türkmenlerin devletle aralarının açılması.
>Abbasi halifelerinin Selçuklu etkinliğinden kurtulma istekleri.
>Şii Fatımilerin çalışmaları.
>Haçlı Seferlerinin olumsuz etkileri.
>Not: Büyük Selçuklular Haçlı Seferlerine karşı doğrudan mücadele etmemişlerdir. Büyük Selçuklulardan ayrılan Türkiye Selçukluları Haçlılara karşı daha çok mücadele etmiştir.
>Büyük Selçuklu Topraklarında Kurulan Beylikler ve Atabeylikler
>Devletler:
1.Irak ve Horasan Selçukluları
2.Kirman Selçukluları
3.Suriye Selçukluları
4.Türkiye (Anadolu) Selçukluları
>Atabeylikler:
1.Börililer (Şam Atabeyliği)
2.Zengiler (Musul Atabeyliği)
3.Salgurlular (Fars Atabeyliği)
4.İl-Denizler (Azerbaycan Atabeyliği)
5.Beğ-Teginoğulları (Erbil Atabeyliği)
>Büyük Selçuklu Devleti’nin Türk Tarihindeki Önemi:
>Büyük Selçuklular Anadolu’nun fethedilip Türkleşmesini sağladılar.
>İslam kültür ve medeniyetinin gelişmesine katkıda bulundular.
>Halifeliği koruyarak devam etmesini sağladılar.
>Nizamiye Medreselerini kurarak kültürel hayatın gelişmesini sağladılar.

Arama sözcükleri: Büyük Selçuklu Devleti  (1040-1157), büyük selçuklu devletinin yıkılışı, yıkılma sebebleri, batıniler, selçuklu topraklarında kurulan beylikler ve atabeylikler, islam tarihi, börüier zengiler salgurlular il denizler kimdir, begteginoğulları kimdir, selçukluların tarihi önemi, türk tarihi hakkında kısa bilgiler.
                                                                                                                                 

>Alparslan Dönemi
            Tuğrul Bey ölünce yerine Çağrı Bey’in oğlu olan Alparslan geçti. Sultan Alparslan döneminin en önemli olayı Malazgirt Savaşı’dır.
            Bizans ile 1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı Türk Tarihinde çok büyük bir öneme sahiptir.
>Malazgirt Savaşı’nın Sonucunda:
> Anadolu’nu kapıları Türklere açılmış oldu.
> Anadolu Türklerin yeni yurdu haline geldi.
> 1071 yılı Anadolu’da Türkiye tarihinin başlangıcı oldu.
> İslam dünyası üzerindeki Bizans baskısı son buldu.
> Bizans kışkırtmaları sonucu Haçlı Seferleri başladı.
>Not: Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’nun fethini hızlandırmak amacıyla komutanlara Anadolu’da fethettikleri bölgeler verilmiştir. Böylece Anadolu’da ilk Türk beylikleri kurulmuştur (Artuklular, Saltuklular, Danişmentliler, Mengücekliler gibi…).
>Melikşah Dönemi
            Alparslan’ın ölümünden sonra yerine oğlu Melikşah geçti. Büyük Selçuklu Devleti, melikşah zamanında en güçlü dönemini yaşadı. Babası Alparslan zamanında vezir olan İranlı vezir Nizamül Mülk, Melikşah döneminde de bu görevine devam etti.
            Melikşah döneminin en önemli iç olayı, Hasan Sabbah’ın siyasi amaçları için başlatmış olduğu Bâtınilik hareketidir. Bu hareketin amacı Büyük Selçuklu Devleti’ni içeriden yıkmaktı. Bâtınilik hareketine karşı çok iyi mücadele eden vezir Nizamül Mülk bir suikastta öldürüldü.
Nizamül Mülk

>Nizamül Mülk:Büyük Selçuklu Devleti tarihinde büyük bir öneme sahip olan devlet adamıdır. Bâtınilik hareketine karşı çok iyi mücadele yapmıştır. Sünni İslam anlayışını korumak ve güçlendirmek için, ülkenin pek çok yerinde medreseler yaptırmıştır. Bu medreselere Nizamiye Medreseleri denir. Bunların ilki Bağdat Nizamiye Medresesi’dir ve ilk üniversite olarak kabul edilmektedir. Bunun nedeni ise medreselerde hem dini hem de fenni ilimlerin birlikte okutulmasıdır. Ayrıca Nizamül Mülk devlet teşkilatlanmasına büyük katkıda bulunarak, sultanlara tavsiyeler içeren Siyasetname adlı eseri yazmıştır.




Arama sözcükleri: Büyük Selçuklu Devleti-2 (1040-1157), islam tarihi, nizamül mülk kimdir eserleri, malazgirt savaşının sonuçları, melikşah dönemi hakkında bilgi,hasan sabbah kim batınilik nedir

Büyük Selçuklu Devleti HaritasıBüyük Selçuklu Devleti bayrağı
>Büyük Selçuklu Devleti  (1040-1157)
Büyük Selçuklu Devleti Oğuz Türklerinin Üçok koluna mensup olan “KINIK”lar tarafından kurulmuştur.
>Not: Osmanlı Devleti’ni kuranlar da Oğuz Türklerinden “KAYI” boyudur.
Oğuz Devleti’ni komutanlarından olan Selçuk Bey hükümdarla arası açılınca kendisini destekleyen askerleri ile ayrılarak Cent şehrine geldi. Zamanla birçok Türk boyu Selçuk Bey’in yönetimi altına girmiştir. Bu şekilde Büyük Selçuklu Devleti’nin temelleri altmış oldu.
            Selçuk Bey ölünce yerine Arslan Bey geçti. Ancak Gazneli Mahmut Arslan Bey’i esir alınca yerine yeğenleri olan Tuğrul ve Çağrı Beyler geçti.
>Tuğrul ve Çağrı Beyler
            Tuğrul ve Çağrı Beyler birlikte Büyük Selçuklu Devleti’ni yönetmeye başladılar. Büyük Selçuklu Devleti giderek güçlenip Horasan’ı ele geçirince Gazneli Devleti ile araları açıldı. İki taraf 1040 Dandanakan Savaşı’nda karşı karşıya geldiler. Dandanakan Savaşı’nı Büyük Selçuklular kazandı.
            Bu şekilde Selçuklu Devleti resmen kurulmuş oldu. Bu sıralarda Oğuz Türkleri bulundukları coğrafyaya sığmıyorlar, kendilerine yeni yurtlar arıyorlardı. Çağrı Bey komutasındaki küçük bir Türk birliği Anadolu’yu tanımak ve burada kurulu olan Bizans Devleti’nin gücünü sınamak için ilk defa akınlar yapmıştır. Daha sonra Anadolu’ya Türk akınları artarak devam etti. Yapılan bir başka akında İbrahim Yenal ve Kutalmış komutasındaki Türk ordusu ile Bizans ordusu Erzurum yakınlarındaki Pasinler de karşı karşıya geldiler. 1048 yılında yapılanPasinler Savaşı’nı Türk ordusu kazandı.
>Not: Pasinler Savaşı Türk ordusu ile Bizans ordusunun karşı karşıya geldiği ilk savaştır.
            Bu tarihlerde Abbasi halifesinin gücü azalmış, Şii Büveyhoğullarının baskısı altına girmişti. Zor durumda kalan Abbasi halifesi Tuğrul Bey’den yardım istedi. Tuğrul Bey halifenin isteğini kabul etti. 1055 Bağdat Seferi ile Bağdat’a giren Tuğrul Bey halifeyi Büveyhoğullarının baskısından kurtardı. Bundan sonra Abbasi halifeleri Büyük Selçuklu Devleti’nin koruması altına girmiş oldu.
>Not: Bağdat Seferi ile İslam dünyasında siyasi ve askeri güç tamamen Türklerin eline geçmiş oldu. Türkler İslam dünyasının siyasi liderliğini üstlendiler. Abbasi halifelerinin sadece dini nitelikleri kaldı.
            Abbasi halifesi Tuğrul Bey’e Bağdat Seferi’nden sonra “Doğu’nun ve Batı’nın Sultanı” anlamına gelen “Sultanü’l-mağrib ve’l-maşrik” ünvanını vermiştir.

>Yazının devamı için tıklayın....>>>

Arama sözcükleri: Büyük Selçuklu Devleti Haritası, büyük selçuklu tarihi, büyük selçuklu devleti hakkında bilgi, tuğrul ve çağrı beyler, islam tarihi, Sultanü’l-mağrib ve’l-maşrik ne demek, alparslan bey hakkında bilgi, tuğru ve çağrı beyler kimdir hakkında, pasinler savaşı ne zaman kimlerle arasında yapıldı, katvan savaşı kimler arasında, selçuklular hangi savaşla yıkıldılar, kimler yıktı nasıl yıkıldı, selçukluların tarihi önemi


BİRİ PİSLİĞE O KADAR BATMIŞTI Kİ, ÇAMURLUYU GÖRÜNCE YIKANMIŞ SANDI.
BİRİ BENLİĞİNİ O KADAR SATMIŞTI Kİ KİRALAYANI GÖRÜNCE DÜŞMANIM SANDI.

..........

KEMAL KAPLAN - 23 Temmuz 2012

Olumsuz etkilerini zaman zaman hissetsem de, meslek hayatıma İslamcı bir gazetede başlamak, bazı ilişkilerin farkındalığı açısından her zaman faydalı olmuştu. Bir dönemin çok tartışılan olaylarının bu gazetede görev yaptığım esnada zuhur etmiş olması mesleki açıdan gelişimimi de hızlandırmıştır. Bu da artılarından biri.

İşte bu dönemde gazeteye; "Murat abi" olarak hitap ettiğimiz, ama ilişkimizin nasıl başladığını bugün hatırlayamadığım, bir karış sakalı bulunan bir zad gelir-gider oldu.

90’lı yıllarda Cezayir’de İslamcı parti FIS’in iktidar olması ve ardından da askeri cuntanın yönetime el koymasıyla patlak veren iç savaş, Türk basınının da yakın takibindeydi. Ancak haber alma sıkıntısı vardı. Bir tarafta cunta güçleri, diğer tarafta radikal İslamcı örgüt GIA Cezayir’i kana buluyordu. Haber akışı her zaman mümkün olmuyor, bu durumda olaylardan da haberdar olamıyorduk. İşte Murat abi böyle bir dönemde çıka geldi gazeteye ve Cezayir ile haber akışını sağlamaya başladı. İlginç bir şekilde…

Başlangıçta hiçbir sorgulamaya gerek duymuyorduk. Getirdiği bilgileri derleyip haber şablonu altında yayına hazırlıyorduk. Haberler cuntanın yaptığı katliamlar üzerinde yoğunlaşıyordu. İslamcı örgüt GIA’nın ise sadece cuntaya yönelik eylemlerini haber yapıyorduk. Bir süre sonra Murat abinin gazeteye ziyaretleri yoğunlaşmaya başladı. Beni ve bir arkadaşımı gözüne kestirmişti. Her defasında kapıda ismimizi verir, bizi çağırtırdı. Sohbeti saatler sürer, Cezayir’de GIA’nın zafer kazanacağını ve oradan açılan İslam sancağının Türkiye’ye ulaşacağını söylerdi. Sohbetler bizi sıkma noktasına gelmişti. Bir gün telefonla arayıp ofisine gelmemizi elinde süper bir haber olduğunu söyledi.

Gazeteci refleksiyle, zaman kaybetmeden Murat abinin Bahçelievler’deki emlak ofisine gittik. Ofiste Arap kıyafetli biri daha vardı. Adam Türkçe bilmiyordu. Bize onu, GIA’nın üst düzey komutanlarından biri olarak tanıttı. Röportaj talebimizi reddetti. Can güvenliği tehlikeye girermiş… Adamın bir arap ülkesine ait pasaportunu gösteren Murat abi, onun Türkiye’den çıkmak istediğini, fakat elindeki bu pasaportla mümkün olmadığını, bizim sahte pasaport temin edip edemeyeceğimizi sordu.

Afallayıp kaldık. Saf saf birbirimize baktık. Sonra: “Sahte pasaportu nereden bulacağız. Biz gazeteciyiz abi sen bizi başkalarıyla karıştırdın” dedik ve hemen sıvıştık. O güne kadar pek de sorgulamadığımız Murat abinin ne ayak olduğunu anlayamamıştık, lakin uzaklaşmamış gerektiğini idrak edebiliyorduk.

Bir süre bizi aramayan Murat abi, gazeteye gelmeye devam etti. Biz “yok dedirttik. Israr ediyor, bu defa telefonla arıyor, görüşmezsek, not bırakıyordu. Adam sülük gibi yapışmıştı bize. En sonunda pes edip ofisine gitmeye karar verdik. Bir iki kez daha görüştük. Bu görüşmelerimizde daha bir radikal olmuş; Türkiye’de artık şeriatın gelmesi gerektiğini, Atatürkçü laik düzenin yıkılması gerektiğini söylüyor, bizim gibi vatanını seven inançlı gençlerin harekete geçmesinin zamanının geldiğini işaret ediyordu. İpleri kopardığımız son görüşmemizde bize şunu teklif etti: “Haydi gece buluşalım. Şu arka tarafta bir okul var. Ben gözcülük yapayım siz de, okul bahçesindeki Atatürk heykelini kırın. Sizin gibi genç olsam beni kimse tutamaz. Ne eylemler yaparım.”

Bir süre sonra, emniyet istihbaratından tanıdığım birine, Murat abiyi sordum. “Araştırayım” dedi. Adam polis muhbiri çıktı.

Bir olay daha anlatacağım. Örnekler aslında bugün tartıştığımız ve çözüm bulamadığımız sorunların başlangıç noktalarını oluşturuyor. İkinci bölümden sonra sunacağım diğer örnekler ise taşların yerine oturmasına yardımcı olacak. Bu derin paradoksu anlamanıza yardımcı olacak.

ŞEYH-POLİS EL ELE

70’li yıllar sıkıyönetimin astığı astık kestiği kestik dönemler. Yer: Adıyaman. Bir grup İslamcı zevat, şeyhinin de kışkırtmasıyla, sokağa çıkıp, “Şeriat isteriz” diye slogan atmaya başlıyor.

Polis ehl-i tarik müridleri derdest edip, emniyetin yolunu tutuyor. Hepsi nezarete…

Sırası gelen, sorgulanıp, falakaya çekiliyor. İflahları kesiliyor dayaktan. İçlerinden biri tuvalete gitmek için izin istiyor. Polis eşliğinde nezaretten çıkarılan mürid, ayak yoluna giderken, emniyet müdürünün yarı açık kapısından, içeride oturan şeyhlerini görüyor. Emniyet müdürü ve şeyh koyu sohbete dalmış, kahvelerini höpürdetirken, bizim dayaktan ayakta duramayan enayinin farkına bile varmıyorlar.

Ertesi gün serbest bırakılan müridler bir daha şeyhe selam bile vermiyor.

Olayı anlatan, emniyet müdürüyle şeyhini kahve keyfinde basan mürid; “Aman” diyor bana. “Sen sen ol. Akıllı ol. Yıllarca kandırılmışız. Sağcısı, solcusu, müslümanı, laiki, maocusu, herkes kandırılmış”

ÇİLLER'DEN VAZGEÇTİLER(!) SABANCI'YI ÖLDÜRDÜLER

PKK’dan sonra en çok tartışılan ve bağlantılarının açığa çıkarılamadığı örgüt olan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (DHKP-C), işlediği cinayetler ve eylemler hâlâ anlaşılamamıştır.

1978 yılında mensup oldukları Dev-Yol’u pasiflikle suçlayan, Alevi ve Kürt kökenli Dursun Karataş ile Bülent Uluer ve Paşa Güven, Mahir Çayan’ın THKP-C’siyle sancılı bir süreçten sonra birleşerek Dev-Sol’u kurarlar. 12 Eylül 1980’den sonra birçok örgüt yurtdışına kaçarken Dev-Sol Türkiye’de kalır. Ancak bu kalış öyle plansız ve sıradan bir tercih değildir. Zira art arda işlenen 'kilit' cinayetler bu yapının neden dışarı çıkmadığını gösterir. Tabii bir de başka bir güç adına çalıştığını da... Şüphesiz bu cinayetlerde ismi öne çıkan isim Dursun Karataş’tır. Ancak kendisi ne hikmetse her defasında (tam 29 kez) polisin elinden kurtulmayı başarır.

Sinan Kukul ve Bedri Yağan polis operasyonlarında öldürülmüş olmasına rağmen, 
Dursun Karataş tam 29 kez polisin elinden kurtulmayı başarmıştı.


Örgütün kurucularından Paşa Güven, 1 Mayıs 1976 gecesi silahla yakalanır ve cezaevine konur. Burada ülkücü mafya babası Dündar Kılıç ile birlikte kalır. Kılıç, kendisi için her zaman “delikanlı çocuktur” diye bahseder. Mahpus hayatı; uyuşturucu ticareti ve devlet için bazı eylemler gerçekleştirmesine kadar devam eden olaylar zincirinin ilk halkasını oluşturur. Paşa Güven, dönemin Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak ile eski Başbakan Nihat Erim’in suikastla öldürülmelerinin ardından Lübnan’a kaçar. 1983’te Fransa’ya geçer. İsmi 'derin devlet' ile birlikte anılır. 1991 yılında örgüt içi hesaplaşma nedeniyle Fransa’da öldürülür.

DHKP-C’nin 'kirli ilişkiler' ağını ortaya çıkaran bir başka ayrıntı ise liderleri Dursun Karataş’ın Ekim 1989’da Bayrampaşa Cezaevi’nden Bedri Yağan ile birlikte firar etmesidir. Kısa bir zaman sonra aralarında Aslan Tayfun Özkök, İbrahim Erdoğan, Aslan Sener Yıldırım, Sinan Kukul gibi örgütün önemli isimlerinin de yer aldığı on kişi de Bayrampaşa’dan ellerini kollarını sallayarak kaçar. Bu kaçışların planlı ve bir amaca matuf olduğu 4 ay sonra anlaşılır. Önce ünlü MİT’çi Hiram Abas cinayeti işlenir, ardından Bayrampaşa Savcısı Fikret Niyazi Aygan öldürülür.

Örgüt kurucularından Paşa Güven, hakkında ülkücü mafya lideri Dündar Kılıç, 
“delikanlı çocuktur” diye bahsetmiştir.

1991 ve 1992 yılları içindeki bir buçuk yıllık zaman dilimi içinde Dev-Sol; Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk, Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz, emekli Korgeneral İsmail Selen, MİT eski müsteşarı emekli Orgeneral Adnan Ersöz, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç, İstanbul DGM Başsavcısı Yaşar Günaydın, emekli Oramiral Kemal Kayacan gibi önemli görevler yapan kişileri öldürür.
Bu cinayetleri Dev-Sol’un nasıl işlediği halen en büyük soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira bu eylemlerin yapıldığı dönemde örgütte bulunanların çeşitli zamanlarda verdikleri ifadelerde örgütün böyle bir eylem planı olmadığı üzerinde durmaları oldukça manidar.
Örgüt mensuplarının ortak düşüncesi büyük istihbarat ve bilgi gerektiren bu cinayetlerin örgüte ısmarlandığı yönünde. Çünkü tanıklar DHKP-C’nin o dönemde söz konusu cinayetler için istihbarat toplama gücünün olmadığını belirtiyor.

Son derece sofistike bu suikastlardan sonra, 1994’te örgütün adı DHKP-C olarak değiştirilir. Örgütün lideri Dursun Karataş bu sırada 175 ülkede kırmızı bültenle aranmaya başlamıştır. Örgüt yeni ismiyle ilk eylemini eski Adalet Bakanı Mehmet Topaç’ı öldürerek yapar. İkinci olarak ise, örgütü 1995 yılında Gazi Mahallesi Olayları’nda görüyoruz. Olayların provakasyon olduğu sonraki yıllarda belirlenmiş hatta Ergenekon bağlantılı olduğu iddiaları ortaya atılmıştı.

DHKP-C başbakan Tansu Çiller’e yapacağı suikast girişimiyle 1995 yılında bir kez daha gündeme oturacaktır. Roketatarlı, suikast silahlı, eylemin tüm ayrıntıları, krokileri hazırlanmış olmasına rağmen suikasttan vazgeçilir. Nedeni muamma…

Örgüt 9 Ocak 1996 tarihinde en popüler eylemini gerçekleştirecekti. Sabancı suikastı.

Mensubu oldukları ve suikastı düzenledikleri söylenen, Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un bu eylemi gerçekleştirdiğine kimse inanmadı. Mustafa Duyar daha sonra teslim oldu. Afyon Cezaevi’nde Karagümrük Çetesi tarafından öldürüldü. Çete lideri Nuri Ergin, 2000 yılında Uşak Cezaevi’nde çıkan bir isyanda pencereden dışarı çıkarak, “Bu devlet bana Mustafa Duyar'ı öldürttü, ben öldürdüm. Şimdi canlı söylüyorum. Devlet için mermi sıktık. Veli abiyi ara, Veli Küçük'ü ara. Bizi sor! Başka bir şey söylemiyorum.” Diyerek cinayeti üstlenmiştir.

Sabancı suikastından 2 yıl sonra Ergenekon deşifrecisi Tuncay Güney’le The Marmara lobisinde otururken, aslında cinayeti bu iki kişinin işlemediği sadece kameralarda görüntülerinin olması için o binaya girdiklerini ve binaya da suikasttan önceki gün girdiklerini yani kamera görüntülerinin cinayet gününe ait olmadığını öğrenecektim. Tuncay cinayeti son derece eğitimli ve profesyonel kişilerin işlediğini söylemekle kalmamış, nedeninin uyuşturucuya bağlı bir takım girift ilişkilere dayandığını anlatmıştı. 

ÜLKÜCÜ-SOLCU POLİSİN ANATOMİSİ

Ne olduğu, kime/kimlere hizmet ettiği, hangi fraksiyona mensup olduğu, ölümünün ardından bu kadar yıl geçmesine rağmen hâlâ sogulanan emniyet tarihinin belki de en muammalı adamı eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, 3 Kasım 1996’da Susurluk kazasında yaşamını yitirmişti. Yitirmişti, yitirmesine ancak, ardında 9 takdirname ve 322 maaş mükafatlandırmasıyla birlikte sorular yumağı ve girift ilişkiler bırakmıştı.

Susurluk kazasıyla yeni bir döneme giren Türkiye’de, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve birçok karanlık nokta aydınlığa kavuşacak denilse de, öyle olmadı. Derin adam Mehmet Ağar’ın, “Bir tuğla çekilirse, duvar yıkılır altında kalırız” şeklindeki itiraf gibi tehdidi karşılık buldu ve kimse elini o duvara yaklaştırmadı.

Allevi/Solcu polis müdürü Hüseyin Kocadağ 3 Kasım 1996'da Susurluk 
kazasında öldüğünde aynı araçta, firari ülkücü Abdullah Çatlı ve 
Kürt aşiret lideri Sedat Bucak bulunuyordu.

80 öncesi emniyet içinde solcu yapılanma olan POL-DER kurucusu olan Hüseyin Kocadağ  ile birlikte hakkın rahmetine(!) kavuşan isimlerden biri de firari ülkücü Abdullah Çatlı’ydı. Unutmadan; Kürt düşmanı olarak tanınan Kocadağ ile aynı arabada olan fakat ne hikmetse kazadan burnu bile kanamadan kurtulan kürt aşiret lideri Sedat Bucak da bulunuyordu.

DHKP-C lideri Dursun Karataş ile ilişkisi olduğu bilinen Kocadağ, Sabancı suikastı faillerinden Fehriye Erdal’ın, Sabancı Center’da işe alınmasını da sağlamıştı.

Kocadağ, 1984 tarihinde ‘Babalar Operasyonu’ sırasında Ankara’da ünlü uyuşturucu kaçakçısı Behçet Cantürk ile ilişkili olarak sorgulandı. Yeraltı dünyasının önde gelen isimleri ile ilişkisi olduğu iddiasıyla 1985 yılında polislikten uzaklaştırıldı; daha sonra mahkeme kararı ile mesleğine geri döndü. 1986 yılında kesin olarak meslekten ihraç edilmiş; ancak Danıştay kararı ile geri dönen Hüseyin Kocadağ’ın, 19 Aralık 1994 tarihinde Ömer Lütfü Topal’ın adamlarınca öldürülen Bülent Fırat ile ilgili dosyanın kapatılması için 40 bin Alman Markı rüşvet aldığı da ileri sürülmüştü.

Kocadağ 1995 yılında Gazi Mahallesi olaylarında DHKP-C ile görüşerek, olayların durmasını da sağlamıştır.

Yukarıda kısaca anatomisini çizmeye çalıştığımız kişi, üst düzey bir emniyet mensubuydu. İlişkilerinin hangisini görevi gereği, hangisini kişisel çıkar sağlamak için veya hangisini derin bir devlet yapılanması için sağladığını bilemiyoruz. Ölümüyle birlikte hepsi sır oldu gitti.

DHKP-C’Lİ İSLAMCI MİT ELEMANI

18 Nisan 2007 tarihinde misyonerlik faaliyeti yürüttükleri gerekçesiyle Malatya’daki Zirve Yayınevi'nde, Alman uyruklu Tilman Ekkehart Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel boğazları kesilerek öldürülmüştü. Zanlılar Emre Günaydın, Salih Gürler, Abuzer Yıldırım, Hamit Çeker, Cuma Özdemir yakalanarak tutuklandı. (28 Eylül 2016 tarihinde dava sonuçlandı.) Bu tutuklulara sonradan, azmettirici olarak yeni bir isim daha eklendi: Varol Bülent Aral.

Zirve Yayınevi davasının en renkli ismi Varol Bülent Aral idi. Aral daha önce 
DHKP-C militanı olarak yakalanmış, MİT devreye girerek serbest bırakılmıştı. 
Ayrıca Aral'ın cebinden Vakit Gazetesi kupürleri çıkmıştı.

Aral tutuklandıktan sonra, mahkeme araştırmasında 1995 tarihli bir emniyet dosyasına ulaşıldı. Belgeye göre: Varol Bülent Aral, 5 Aralık 1995’te DHKP/C içerisinde faaliyet gösteriyordu ve polis, Malatya’daki DHKP/C örgütlenmesini çökertmek amacıyla Aral’ın da içerisinde olduğu DHKP/C hücresini takip ediyordu. Tam da bu dönemde DHKP-C hücresinde faaliyet gösteren iki kişi, örgüt adına silahlı eylem yapmak için bir av bayisini soymak isterken polis tarafından suçüstü yakalandı. Örgüt üyelerinin polisteki sorgusu sürerken, Malatya MİT Bölge Başkanlığı’ndan ilginç bir talep geldi. MİT görevlileri, gözaltında bulunan DHKP/C üyesi Aral’ın 'MİT’e çalışan haber kaynağı' olduğunu söyleyerek Aral’ın serbest bırakılmasını istediler. Bu talep karşısında sorguyu yapan ekip ile MİT’çiler arasında tartışma yaşandı. Ancak tartışma, Ankara’dan Malatya Emniyeti’ne gelen bir telefonla son buldu ve silah çalmak isterken suçüstü yakalanan iki DHKP/C’li böylece serbest bırakıldı.

Aral, 14 Şubat 2007’de Adıyaman’da şüphe üzerine durdurularak arandı. Aral’ın üzerinde bir seyyar dipçikli kalaşnikof, on yedi dolu fişek, 21 Ocak 2007 tarihli Vakit Gazetesi'nin kapak sayfası, 16 Haziran 2006 tarihli Vakit Gazetesi'ne ait, yırtılmış dokuzuncu sayfa ve çok sayıda kartvizit bulundu. Gözaltına alındı ve tutuklandı. 27 Ocak 2008’de tutuklu bulunduğu Adıyaman E Tipi Cezaevi’nden tahliye oldu.

18 Nisan’da Zirve katliamı yapılmıştı. Varol Bülent Aral olaydan iki ay önce tesadüfen üzerinde kalaşnikofla yakalandı ve hapse mahkûm edildi. Yakalanmasa Zirve katliamında bizzat bulunacak mıydı? Ya da yakalanması tesadüf eseri miydi, yoksa planın parçası mı?

30 BİN KİŞİNİN KATİLİ MİT'E Mİ ÇALIŞIYOR?

PKK’nın ve kurucusu Abdullah Öcalan’ın devlet ile ilişkisini tartışmaya açan en önemli kişi merhum Uğur Mumcu’dur. Mumcu, konuyla ilgili ulaştığı bilgileri açıklamadan kısa bir süre önce bombalı saldırı sonucu 1993 yılında hayatını kaybetmişti.

O tarihten sonra PKK-devlet ilişkisi sorgulansa da, Ergenekon operasyonuna kadar çok da kayda değer veriler bulunamadı. Bu tür ilişkilerin belgesinin olması ise imkânsıza yakındır zaten. Hâl böyle olunca şüpheler ve iddialar üzerine teoriler geliştirilebilir. Veya küçük bilgi kırıntılarından yola çıkılarak, bütüne ulaşılabilir.

Burada benim sorgulamak istediğim ve kafama takılan başka bir mesele var. PKK devlet ilişkisine değinmeden önce kafamı kurcalayan meseleye değinmek istiyorum: Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ve belki de Türk tarihinin en kanlı terör örgütü ve 30 bin insanın ölümüne sebep olan PKK’nın kurucularının aileleri bu ülkede elini kolunu sallayarak dolaşabilmeleri ve devletin kurumlarında görev alabilmeleri ve hatta milletvekili olabilmeleri oldukça düşündürücü ve ürkütücü geliyor bana:

Öcalan ile örgütü kuran ve kurucuların içinde bugüne kadar aktif olan tek isim Cemil Bayık’tır. 'Cuma' kod adlı Cemil Bayık'ın Elazığ'ın Keban İlçesi'nde yaşayan 82 yaşındaki babası Mustafa Bayık, Milli Savunma Bakanlığı Elazığ Askeri Bakım Onarım Fabrikası'ndan 1996 yılında emekli olmuştur.

Halen Diyarbakır Cezaevinde bulunan ve örgütün en önemli isimlerinden biri olan 'Parmaksız Zeki' kod adlı Şemdin Sakık, kardeşlerinin ismini kullanarak milyon dolarlara sahip olduğunu söylüyor. Şemdin Sakık, Namık, Görgü, Haluk ve Sırrı Sakık’ın aynı zamanda babasının mirasını da haksız olarak üstlerine geçirdiğini iddia ediyor. "Dağda olduğum dönemde benim sırtımdan ihalelere giren bu ahlaksızların milyon dolarlarla oynayarak kendilerine rant sağlarken, ve yine ben dağda olduğum için bir kahraman diye adımdan söz eden bu insanların şimdi cezaevinde olduğum dönemde beni yaltaklık yapmakla suçlamaları iğrençliktir" diyen Sakık, kardeşleri hakkında ağır ithamlarda bulunuyor. Bilindiği gibi, Şemdin Sakık’ın kardeşi, olan Sırrı Sakık BDP milletvekili olarak, meclis zırhına bürünmüş, hatta TBMM idare amiri olarak görev de yapmıştır.
Ayrıca Şendin Sakık'n kardeşi Namık Sakık, 2015'de AKP'ye üye olarak, genel seçimlerde aday adayı olmuştur.

Abdullah Öcalan’ın yeğeni Dilek Öcalan HDP milletvekili seçilmiş ve TBMM Başkanlık Divanı'nda görev almıştır.

30 yıldır ülkede Türk-Kürt akıtmadık kan bırakmayan PKK'nın üst düzey yöneticilerinin akrabaları bu ülkede istedikleri gibi at koşturabiliyor. Siyaset yapabiliyor, hatta devlet kurumlarında bile çalışabiliyor.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu anlamda yapacağı neden bir şey bulunmuyor. Aileleri rahat içinde yaşarken, evlatları dağda can alıyor. Devlet duruma seyirci kalıyor. Eşkıyanın ailesine hiçbir zarar gelmiyor, ölüm tehlikesi altında yaşamıyorlar. Kimse tavuklarına ‘kışt’ demiyor.  Demokratik bir ülkede ne yapılabilir demeyin. Eşkıyanın karısı, anası, babası, kardeşi gece rahat uyuyacak, onlar dağda kan kusturacak. Vicdana sığar mı? Özel bir yasa çıkarılabilir. Terörist ailesi vatandaşlıktan çıkarılıp sınır dışı edilebilir, türlü rahatsızlık verilebilir. Sülalesi sürülebilir. Devletin önünde engel mi var. Geceleri ben rahat uyuyamıyorsam, eşkıyanın da ailesi rahat uyumamalıdır. Ben bedel ödüyorsam, eşkıyanın ailesi de bedel ödemelidir.

1999 yılında ABD tarafından Türkiye'ye teslim edildikten, bugüne kadar terör örgütünü kapatıldığı İmralı'dan yönetmeyi başardı.

Gelelim PKK-MİT ilişkisine veya devlet ilişkisine adına ne dersek diyelim, PKK’nın kuruluşundan bu yana içinde MİT, emniyet ve JİTEM ajanları olmuştur. Şayet bunun aksini söyleyen bir devlet görevlisi varsa, ben bu devletin, devlet olma vasıflarının sorgulanmasını isterim. Terör örgütü içinde devletin istihbaratçılarının olması gayet normal ve doğal bir hadisedir. Doğal olmayan: 1- Devletin bazı görevlilerinin terör örgütünü, bazı amaçlar uğruna kullanmalarıdır. 2- Bu kadar istihbarata, silah, ekip/ekipman gücüne rağmen terör örgütünün halen yok edilmemesi.

Abdullah Öcalan’ın MİT görevlisi olduğu ve örgütü bu şemsiye altında kurduğu da söylenmektedir. Öcalan’ın öğrencilik yıllarında yaşadığı bazı olaylar iddiayı kuvvetlendirmektedir. Abdullah Öcalan’ın uzun bir süre Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki kaydının silinmemesi, sekiz sene boyunca askerliğini tecil ettirebilmesi, bursunun kesilmemesi, onun sanki gizli bir el tarafından korunduğunu göstermektedir.

Eski milletvekili ve Şeyh Said’in torunu olan Abdülmelik Fırat anılarında, gazeteci Avni Özgürel’in kendisine, “Öcalan öğrenci iken MİT’te ofis-boydu” dediğini öne sürmüş ardından açıklama yapan Özgürel, o tarihlerde Öcalan’ı MİT’in yan kuruluşu olan Fikir Ajansı’nda ofis-boy’luk, yani getir götür işleri yaparken gördüğünü açıklamıştır.

AKP milletvekili gazeteci-yazar Şamil Tayyar ise 2011 yılında yaptığı bir açıklamada, 1972 yılında bir eylemde yakalanan Öcalan’ın serbest bırakılması için dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Turgut Sunalp’ın etken rol oynadığını belirterek şunları söylüyor: “Abdullah Öcalan, 1971 muhtırasından sonra öğrenci eylemi yaptığı gerekçesi ile gözaltına alındı. 8 Nisan 1972 yılında 6 ay cezaevinde kaldı. Ekim 1972'de serbest bırakıldı. Savcı, iddianamesinde ağır ifadeler kullanmıştı. O iddianame esas alınsa yıllarca içerde kalırdı. Sonra bir anda Baki Tuğ mütalaasını değişirdi. İsim, Ramazan Özcan diye yazılmış, sekreter isimleri karıştırmış. Abdullah Özcan yazılmış, sonra Abdullah Öcalan olmuş. Öcalan'a haksızlık edilmiş. Operasyonu yöneten değil, katılan biriymiş. 3 ay yatıp çıkıyor. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Turgut Sunalp arıyor ve Öcalan adamımızdır, serbest bırakın diyor ve iddianame değiştiriliyor.”

Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olan ve Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetlerini deşifre den Bülent Orakoğlu çok daha vahim iddialar ortaya koyuyor: “Türkiye’de PKK olayı derinden kanayan bir yaradır. Biz önemli bir dönemde istihbarat daire başkanlığı yaptık. Abdullah Öcalan’la ilgili bir meclis araştırma komisyonu kurulsun diyoruz. Niye kurmuyorlar? Nedir Öcalan’ın özelliği? Onu dünyada kim desteklemiş? Türkiye’de, Türk devletinin içinde kimler yetkilerini aşarak bunları desteklemiş? PKK propagandası yaptı diye bir sürü insanı, yazarı cezalandırıyorsunuz. Eeeee, siz devletin içinde yetkinizi aşarak görevinizi belki kötüye kullandınız. PKK’yla kimler, niçin irtibata geçti? Bunlar ortaya çıkarılamadı. Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin yarısının arkasında PKK’yla ilişkiler vardır.”

Kayınpederi Ali Yıldırım’ın MİT adına çalıştığı da ortaya çıkan Öcalan’la gazeteci Hakan Aygün’ün 90’lı yıllarda yaptığı röportajda Öcalan, Aygün’ün, “kayınpederiniz yoluyla MİT tarafından kullanılmış olamaz mısınız?” sorusuna bakın nasıl cevap veriyor: “Şöyle söyleyeyim. Olabilir... MİT'in bizi bizim de MİT'i kullanmışlığımız vardır. Yani karşılıklıdır...”

"GELECEĞİZ TÜRKİYE'Yİ ALACAĞIZ"

 90’lı yıllarda halkın çok da alışık olmadığı bir giyim tarzıyla ortada dolaşan adamlar kendilerine 'Aczmendi' olarak tanımlıyor, medyada boy göstermeye başlıyorlardı. Sarık, cübbe, uzun saç ve sakal, ellerinde bir de âsâ, Aczmendiler'in aksesuarlarını oluşturuyordu.

Yazının başında belirtmiştim; “Mesleğe İslamcı bir gazetede başlamamın iyi yanları da vardı...” diye.

Çalıştığım Vakit gazetesine Aczmendiler'in gelmemesi imkânsızdı. Arada bir gelirler, patronla görüşürlerdi. Çalışanlardan bazıları benimsemiş olsa bile büyük çoğunluk için,  Aczmendiler'in “devletin adamı” olduğu hâkim anlayıştı.

Devleti açıkça tehdit ediyorlar. Şeriat rejiminin hâkim olması gerektiğini dile getiriyorlar. Cami çıkışlarında tefli, zikirli protestolar yapıyorlardı. Türkiye için yeni, yepyeni bir İslamcı modeldi bunlar. Fakat hiçbir cemaat ve tarikat bunları desteklemiyordu.

Tarikatin kurucusu ve lideri Müslüm Gündüz, 12 Haziran 1996 akşamı HBB televizyonunda laik demokratik rejime karşıtlığını açıklamıştı. Gündüz bu programda, “Kemalizm bir dindir. Allah'ı Mustafa Kemal, peygamberi İsmet İnönü'dür. Demokrasi dinsizliktir. Laiklik de öyledir. Geleceğiz Türkiye'yi alacağız. Hiç Merak etmeyin” demiştir. 5 Ekim 1996 tarihinde Milliyet'e verdiği mülakatta ise laik ve demokratik rejimin sonunda yıkılacağını ve şeriatın getirileceğini, ordunun günü geldiğinde bunu durdurmaya gücünün yetmeyeceğini, çok kan aksa da bir aşamadan sonra İran'da olduğu gibi istenilen sonucun elde edileceğini açıkladı. Bu açıklamalar oldukça cüretkâr olmasıyla birlikte halkın büyük tepkisine maruz kalırken, medyanın da “şeriat geliyor” çığırtkanlığına kapı aralamıştı. Bunun bir başlangıç olduğunu, bir dizi benzeri olaylardan sonra ‘bin yıl bitmeyecek’ sürece girileceğini ise çok sonraları anlayacaktık.

Aczmendiler nereye gitse, ne yapsa, ne söylese medyada haber oldu. O tarihe kadar tanınmayan bu grup artık herkes tarafından çok iyi bilinir olmuştu. Yani Müslüm Gündüz ve avanesi tam anlamıyla medyatik hale gelmişlerdi. Bundan sonra ne yapsalar, ne söyleseler etkili olacak, vatandaş dikkat kesilecekti.

28 Aralık 1996 tarihinde öyle bir dikkat kesildik ki…

Türk Polis Teşkilatı ve Türk Basın Teşkilatı ortak bir operasyona imza attılar. Yer:Erenköy. Mekân: İslamcı/Ülkücü, çocuk tacizcisi, ne olduğu tam belli olmayan Vakit Gazetesi yazarı ünlü Hüseyin Üzmez’in evi.

Apartmanda gürültü patırtı, onlarca polis, bir o kadar gazeteci, televizyoncu, kapılar kırılıyor. Baskın basanındır…

Müslüm Gündüz-Fadime Şahin-Ali Kalkancı olayının yıllar sonra bir komplo 
olduğu ortaya çıktı. Dönemin figüranları görevlerini yerine getirmiş, tarihe 
postmodern darbe olarak geçecek olan 28 Şubat'a kapı aralamışlardı.

Karşımızda yarı çıplak halde Müslüm efendi, yanında Fadime Şahin. Türkiye, Türkiye olalı böyle baskın, böyle operasyon görmedi.

Fadime Şahin kanal, kanal gezdirilip tüm Türkiye’ye yaşadığı mağduriyeti salya sümük anlatırken, Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı arasında nasıl orta malı olduğuna feryat ederken, sakallılar sakalından, başörtülüler ise başörtüsünden utanmaya başladı. Bu baskın dindar ve mütedeyyin insanlara öyle bir darbe vurdu ki, yıllarca kurtulması mümkün olmadı.

Bir siyasi partiyi, iktidardan indirmek uğruna 'İslam' alet edildi.

28 Aralık’taki bu operasyon’dan tam 2 ay sonra meşhur 28 Şubat, ‘bin yıllık’ süreç başlayacaktı.

O günün figüranları: Sahte şeyh Ali Kalkancı, resmi nikâhlı karısı Emire Kalkancı, imam nikahlı karısı Fadime Şahin ve nasıl oluyorsa Fadime Şahin’in imam nikahlı kocası Müslüm Gündüz.

Kadın figüranlar her gece bir başka TV kanalında kinlerini kusarken, erkekler hapse atıldı. Bununla ilgili bir tekerleme var ama burada yazmam uygun olmayacak. Bilenler için küçük bir hatırlatma yapayım. Tekerlemenin sonunda: "A.. hasteneye, S… hapishaneye"diye bitiyor. Buradaki ‘S’ kısaltması erkeği, 'A' kadını temsil ediyor.

Kadınlar; bu olaydan sonra başlarını açtı. Fadime kayıplara karıştı. Emire Kalkancı resmen boşandı. Bir yıl sonra kendisiyle tanışma fırsatım oldu. Çalıştığım derginin patronuyla babasının ortak yatırımları vardı. Aynı dergide çalışan Tuncay Güney’i sık sık ziyarete gelirdi. Oturur sohbet ederdik, ama TV’de gördüğünüz Emire’den eser yoktu. Kafa gitmiş, haplanmış gibi bir hali vardı.

Erkekler; bir süre yatıp ‘Rahşan Affı’yla çıktılar.

Sahte şeyh Ali Kalkancı, 2009 yılında polisin Haramidere’de bulunan fabrikasına yaptığı operasyonda 2 milyon adet captagon hap ele geçirilmesi ve tutuklanmasının ardından uyuşturucu operasyonu nedeniyle gözaltındayken Ergenekon soruşturması kapsamında da sorgulandı.

Ergenekon Davası Savcısı Fikret Seçen'e verdiği ifadesinde Kalkancı, Fatih'teki İsmailağa Cemaati'ne gidip geldiğini, 28 Şubat sürecinde borç batağında olduğunu bu dönemde tuğgeneral Veli Küçük'ün kendisine para yardımı yaptığını söyledi. Kalkancı ifadesinde, Küçük'ten gelen para nedeniyle istediklerini yapmak zorunda kaldığını ve bu nedenle Fadime Şahin'i nikâhına aldığını iddia etti.

Uyuşturucu kaçakçısı ve derin devlet bağlantılı tarikat şeyhi(!)…

Ayrıca Müslüm Gündüz baskına gelen polislere çıkışmış, “nerede kaldınız” demişti.  Bu iddiayı ortaya atan kişi ise Zaman Gazetesi yazarı Tamer Korkmaz.   

DOMUZ BAĞLARININ ARDINDAKİ GERÇEK

 17 Ocak 2000’de televizyon karşısında oturanlar, canlı yayında aksiyon filmlerine taş çıkaran polis ve Hizbullah çatışmasını izliyordu. Beykoz’daki hücre evi (villası) sarılmış, özel tim eve mermi yağdırıyor. Örgüt üyeleri de boş durmuyor ateşe, ateşle karşılık veriyordu. Bir süre devam eden çatışma polisin eve girmesiyle bitti. Örgüt lideri Hüseyin Velioğlu, öldürülmüş iki kişi ise yakalanmıştı. Evde ele geçirilen bilgisayar kayıtları, kamera görüntüleri ve yakalananların ifadesiyle, polis ülkenin çeşitli bölgelerinde operasyonlar düzenledi ve herkesi dehşete düşüren mezar evler bulundu. Evlerin zeminine gömülmüş ve domuz bağı ile bağlanmış onlarca ceset bulundu. Hizbullah dehşeti gözler önündeydi.

Hizbullah operasyonundan sonra bir bir mezar-evler ortaya çıkarıldı. İnsanlara önce çeşitli işkenceler yapılıyor, öldürüldükten sonra da, evlerin bodrumlarına gömülüyorlardı.

Peki kimdi bunlar nereden gelmiş, nereye gidiyorlardı…

Güneydoğu’da PKK’ya karşı devlet tarafından kurdurulduğu söylenen Hizbullah, bölgede 2 binden fazla faili meçhul cinayetin sorumlusu olarak gösteriliyor.

1992 yılında zamanın MİT Müsteşarı Teoman Koman, Türkiye'de Hizbullah isimli bir örgüt olmadığını, PKK'ye karşı kendini savunan inançlı bölge halkının var olduğunu iddia etmişti. Muhittin Fisunoğlu da, Kara Kuvvetleri Komutanlığı yaptığı dönemde Hizbullah için, “PKK’nın baskınlarına karşı kendini koruyan, dini inançları kuvvetli vatandaşlar”demişti. 1993'te Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek ise, TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'na verdiği bilgide, Batman-Gercüş'te Hizbullah kampı olduğunu, kampın JİTEM'e yakın kurulduğunu, bu sebeple bir operasyon yapamadıklarını, kampta askeri-siyasi eğitim verildiğini açıkladı. Emniyet Müdürü, ayrıca şu bilgiyi vermişti:Hizbullah mensupları bir dönem güvenlik makamlarından yardım gördüler.” Bu açıklamanın ardından Batman emniyet müdürü, pasifize edildi.

TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu ise, 12 Ekim 1995'te yayınladığı raporda, Hizbullah'ın JİTEM kurucusu Binbaşı Cem Ersever ile olan bağlantısına, ordudan yardım aldıklarına, devletin çeşitli kurumlarıyla ilişkili olduklarına dikkat çekildi.

Batman'da altı yıl görev yapan Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Cömert de, o zaman oralarda PKK'ya karşı Hizbullah'ın kullanıldığı söyleniyordu. “Kullanmak isteyenler oldu. Valiye gidip bunun yanlış olduğunu söyledim” dedi.

Komisyon başkanı Mehmet Elkatmış da, yaptığı açıklamalarda Hizbullah'ın devletçe yetiştirildiğini, olayı araştırmakta zorlandıklarını, işin ucunun asker ve üst düzeydeki bürokratlara dayandığını belirtmişti.

Ergenekon sanığı Albay Arif Doğan, ‘JİTEM’i Ben Kurdum’ adlı kitabında, Hizbullah’tan gurur duyarak bahsediyor: “Biz de karşı propaganda faaliyetlerinde bulunmak amacıyla o sıralarda Batman bölgesinde ajan ve muhbir olarak kullandığımız Hüseyin Velioğlu adlı çok akıllı bir kişiyi görevlendirdik. Çok dindar ve donanımlı bir kişiydi. Ülkücü tandanslıydı. Milliyetçiydi. Bunun üzerine Velioğlu’nun kendi seçtiği adamlardan oluşan bir kadro ile faaliyetlerine başlamasına imkân verdik. Gercüş bölgesinde istihdam edilmeye başlandılar, eğitimlerini de Hüseyin Velioğlu veriyordu... Gittikleri yerde çalışırken emniyetlerini Geçici Köy Korucuları yürütüyordu. O zaman Hizbulkontr içinde GKK’nın da olması gerekiyordu. Çünkü biz onları oraya gönderip ayrıca koruyamazdık ama onların içinde silahlı unsur olursa bir iki defa karşılık verirse onun üzerine GKK da Hizbulkontr’un içine katıldı, bunu kimse bilmez.”

Özellikle 1991-1995 yılları arasında PKK ile çatışmalara giren Hizbullah’ın, Abdullah Öcalan’ın yakalanması ve PKK’nın eylemsizlik ilan etmesinden hemen sonra bitirilme operasyonu manidar görülüyor.

Bölgede güçlü olan örgütün, tüm arşivini İstanbul’a taşıması, Beykoz’daki eve 3 kişiyi kaçırması ve bunların kredi kartlarıyla kapıya kadar yemek sipariş verilmesi, Hizbullah’ın asla işlemeyeceği hatalar olarak gösteriliyor. Operasyon sırasında sadece Velioğlu’nun ölü ele geçirilmesi ve diğer militanların sıyrık bile almadan yakalanması ile Velioğlu’nun yüzünde yirmi kurşun izi bulunarak, tanınmayacak duruma gelmesi de bir başka kuşku duyulan veri.

Hatta bu konuda eski istihbaratçı Bülent Orakoğlu, Velioğlu’yla 1991 yılında Adana’da jandarma komutanlarıyla yedikleri bir yemekte tanıştığını ve öldürülen kişinin o olmadığını söylemiştir.


Hizbullah cinayetlerini ve işkencelerini kamera ile kayda almış, polis tarafından ele geçirilen video kasetler, dönemin hükümet üyelerine izlettirilmişti. Başbakan yardımcısı Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz görüntüleri 10 dakika izleyebilmişlerdi.

2000 yılında başlayan ve 188 cinayetle suçlanan 15 sanıklı Hizbullah ana davası, aradan geçen 10 yıl içinde bitirilememiş, zaman aşımı ve CMK 122’deki değişiklikle sanıklar serbest bırakılmıştır. Daha sonra yakalama kararı çıkarılmış olsa dahi bir bir kısmının izine rastlanmamıştır.

Hizbullah’ın ilişkilerinin nerelere dayandığı noktasında ise şu küçük bilgi sanırım fikir vermeye yetecektir: Operasyonda bulunan kasetlerde, tefeci Nesim Malki cinayeti davası sanığı Mehmet Sümbül’ün sorgulanıp Hizbullah tarafından öldürüldüğü anlaşılmıştır.

Şunu da ifade ederek konuya noktayı koyalım: Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu ile PKK lideri Abdullah Öcalan, Ankara Siyasal’da sınıf arkadaşıdır.

RADİKAL İSLAMCILAR, ULUSALCI VE SOLCULARLA EL ELE!

Bilgim ve müşahedelerim sonucunda edindiğim İBDA-C izlenimi: ‘İslam’ adına eylem yaptıklarını iddia eden, ama tanıdıklarımdan hiçbirinin İslamı yaşamadığı, özellikle Vakit gazetesi haberleriyle eylem yapan, her türlü fraksiyon tarafından kullanılmaya müsait, işsiz, güçsüz, zavallılar grubudur.

Örgütün alt kadroları kumandan dedikleri Salih Mirzabeyoğlu’na körü körüne inanmışlardır. 90’lı yıllarda Vakit gazetesine bomba konulması onların eseridir. Şaşırtma ve medyanın ilgisini Vakit’e çekmekten ibarettir. O zaman yeni kurulan Vakit’in sansasyona ihtiyacı vardı.

28 Şubat’a giden dönemde halkın irtica tehlikesini(!) görmesinde İBDA-C önemli rol oynamıştır. Sinema, meyhane ve Atatürkçü Düşünce Derneklerine attıkları bombalarla ortamı hazırlamışlardır.

25 Ağustos 2001’de Eyüp Sultan mezarlığında öldürülen Musevi işadamı Üzeyir Garih cinayetinin İBDA-C militanlarına işletildiği iddia edilmektedir. Eski MİT’çi Mehmet Eymür ‘atin’ adlı internet sitesinde olayla ilgili şunları yazmıştır: "Esasında bu yazıyı cinayeti yorumlamak için değil, tereddütle yaklaştığımız; ancak yine de resmi görevlilerin bilmesinde yarar gördüğümüz bir hususu iletmek amacıyla kaleme aldık. Özel olarak iletilen bir bilgiye göre; cinayetin olduğu günün sabahı saat 07.00'de, Kütahya veya Eskişehir'de öğrenci olan bir İBDA–C militanı, resmi kişilerce uçak veya helikopter ile Bursa'dan alınarak İstanbul'a götürülmüş ve aynı gün öğleden sonra yine aynı vasıta ile ve amir pozisyonundaki bir kişinin refakatinde Bursa'ya bırakılmış. İBDA–C mensubu genç, Bursa'ya giderken, 'bundan böyle artık bir şey yapmak istemediğini ve midesinin bulandığını' söylüyormuş.”

Ergenekon 2. iddianamesinin eklerinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği belgeler içinde yer alan bir raporda şu ifadeler yer alıyor: “İBDA-C örgütünün yayın organları Aylık, Kaide ve Baran isimli dergilerin basımını yapan Kuşak Ofset isimli matbaanın sahibi Veli Avcı isimli şahsın, dergilerin aylık basım masrafını 2.5 milyar civarında olduğunu, ücretin ödenip ödenmediğini her ay Ankara'dan kamu görevlisi olduğunu değerlendirdiği bazı şahıslarca sorulduğu yönünde açıklamalarda bulunduğu istihbar olunmuştur.” Raporda Veli Avcı'nın ulusalcı olduğuna dikkat çekilerek, “MHP İstanbul eski il sekreteri olduğu, 2005 yılı Ramazan iftarı verdiği, Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, Türk Ocağı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan, MİT mensubu ve asker şahısların katıldığı, Veli Küçük'ün son anda işi çıkması nedeniyle gelmediği ve zaman zaman kendisiyle görüştüğü gibi hususları da gündeme getirdiği öğrenilmiştir.”

Vakit/Akit Gazetesi İBDA-C için oldukça önem taşır. Gazetede zaman zaman örgüt mensupları çalışmıştır. Geçmişte Vakit'in yaptığı provakatif haberler karşısında haberde hedef gösterilen yerlere İBDA-C tarafından eylem düzenlenmiştir.

Raporda ayrıca Ergenekon davası tutuklu sanıkları Behiç Gürcihan ve Ergün Poyraz ile yakın temas halinde olan SESAR Başkanı İsmail Yıldız'ın aynı zamanda İBDA-C mensupları ile irtibatının bulunduğuna dikkat çekilerek, “7 Mart 2006 tarihinde örgüt mensupları Fazıl Duygun ve Ali Rıza Yaman ile örgüt Aylık dergisinde yayınlanmak üzere SESAR Merkezi'nde bir röportaj yaptığı öğrenilmiştir.” deniyor.

Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Yukarıda adı geçen Veli Avcı, Vakit gazetesi sahibi Mustafa Karahasanoğlu’nun eski dostudur ve yakın ilişki içindedir.

'Açık İstihbarat' adlı sitenin sahibi ve Ergenekon tutuklu sanığı Behiç Gürcihan’ın, adı geçen sitede bir mektubu yayınlandı: “Sevgili Gladio; Gerçek LOBİ'yi gizleyip; 2005'ten beri narko-kaçak kaynaklardan beslediğin bir kaç meczup ve şaibeli ismin yanına; AKP-Genelkurmay mutabakatı ile tasfiyesine karar verilmiş küresel planla senkron kadrolara karşı alt kadroların bilinçlenmesini/direncini arttıran bir kaç nitelikli ismi ekleyip torba yapmışsın. Torba'nın üzerine de "Ergenekon" yazmışsın ya yeter.”  Bu mektup İBDA-C’nin yayın organı Baran Dergisi’nde yayınlandı. Tuhaf değil mi?…

“İnançlı Vatansever Behiç Gürcihan gözaltında”başlığıyla kapaktan duyurulan şu haberi okuyun: “Aldığımız sıcak bilgilere göre, sabah saatlerinde evine İstanbul Terörle Mücadele Ekipleri (Vatanseverlerle Mücadele Ekipleri) tarafından yapılan operasyonla Behiç Gürcihan gözaltına alınmıştır...” Bu satırları yazan ulusalcı bir dergi değil, radikal İslamcı bir örgütün yayın organı Baran dergisine ait.

Baran Dergisi 2008 yılında bir iftar yemeği veriyor. Yemeğe kim davetli tahmin edin. Dayısı Yassıada savcısı Ömer Egesel olan, Dev-Genç kurucusu Sarp Kuray.

Nasıl iyi mi?..        

Dergi Kuray’ın katılımını şöyle duyuruyor: “Devrimci Sol hareketin önderlerinden olan, günümüzde de aktif mücadelesine SHP Parti Meclisi Üyesi olarak devam eden Sarp Kuray’da iştirak etti.”

Ulusalcı/İBDA-C dayanışmasının ardından şimdi de, İBDA-C/Sol dayanışması: 2014 yılında Salih Mirzabeyoğlu hapisten çıktıktan sonra Haliç Kongre Merkezi'nde bir konferans düzenliyor. Davetlilerden biri Türk Solu Dergisi başyazarı eski İşçi Partili Gökçe Fırat idi. Konferans sonrası dergideki köşesinde, "Salih Mirzabeyoğlu’nu Dinlerken…" adlı bir yazı kaleme aldı. Yazısında Mirzabeyoğlu'nu anlamaya çalışıyor ve durumuyla alakalı empati yapıyor.

İBDA-C'nin yayınladığı Adımlar Dergisi'ne 25 Mart 2015 tarihinde düzenlenen bombalı saldırıdan sonra Fırat, hayatını kaybeden derginin yazarı Ünsal Zor'un cenaze törenine katılıyor.

30 Mayıs 2015 tarihinde 'Tayyip Erdoğan’a hakaret' suçlamasıyla tutuklanan Gökçe Fırat'a, İBDA-C'nin yayın organı Adımlar Dergisi sahip çıkıyor ve "Vatansever İnanan Gökçe Fırat" başlıklı haber yapılıyor. Ve İBDA-C Fırat'a destek için Çağlayan Adliyesi'ne gidiyor.  

Gökçe Fırat 2016 yılında Adımlar Dergisi'nin bombalanmasının birinci yıldönümünde Türk Solu Dergisi çalışanları ile Adımlar Dergisi'ni ziyarete gidiyor.

2016 yılında Gökçe Fırat Türk Solu Dergisi çalışanları ile 
İBDA-C yayını Adımlar Dergisi'ni ziyarete gitti.

Bu ilişkiler bildiğim tüm ezberleri bozuyor. Bugüne kadar İslamcılar; solcuları, Kemalistler'i "ateist, kafir" olarak, solcular ve Ulusalcılar da; İslamcılar'ı "yobaz, gerici, irticacı" olarak nitelendirir, her platformda gırtlak gırtlağa gelirlerdi. Şaşırmamak elde değil!

İBDA-C dışında hiçbir sağ fraksiyonun sol ve ulusalcılarla bu denli seviştiğini ne gördüm, ne işittim.

AT İZİ Mİ, İT İZİ Mİ?

Ergenekon operasyonundan sonra, art arda gelen dalgalarla tutuklu çeşitliliği Veli Küçük’ü sinirlendirir, “At izi, it izine karışmış” der.

Yukarıdaki örgütleri, olayları, bağlantıları, alt alta koyduğumuzda, at-it, sap-saman, hepsi birbirine karışmış görünüyor. Fakat bunlar belli bir sistem ve düzen içinde zaman ve duruma göre idealize edilmişler.

Sistem insanların fıtratına göre, herkesi ayrı potada eritmeyi başarmış. Şendinli’deki Maho’yu PKK potasına atarken, üniversiteliyi Dev-Genç, ÜGD, DHKP-C potasında eritmiş. Şehirli avamı da; televole, evlen benimle, aşk-ı memnu, bungün ne giysem, futbol vs. potasına atmış.

İçler dışlar çarpımı, herkes herkesle çarpılmış, toplanmış, bölünmüş.
Bir derin paradoks, bir çatışkı, bir çelişki devam ediyor.

Çarklar tıkır-tıkır işliyor.