2016




Hz.Muhammed ve ashabını Mekke'ye ilerlerken gösteren bir betimleme. Kanatlı betimlenen varlıklar İslam'daki Dört Büyük Melek olan Cebrail, Azrail, Mikâil ve İsrafil'dir. Kur'an'da yasak edilmemesine rağmen, İslam'da meleklerin betimlenmesi pek hoş karşılanmaz ve sıklıkla rastlanmaz. Siyer-i Nebi; 1595.

 Kaynak ; http://www.ee.bilkent.edu.tr/~history/ottoman33.html :Siyer-i Nebi: The Life of the Prophet 1595., Hazine 1223, folio 298a






Ficar Savaşlarına Katılması

Câhiliye döneminde Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşlar çıkmaktaydı. Bu savaşlar bazen kan dökmenin yasak olduğu haram aylara (zilkade, zilhicce, muharrem, receb) da denk gelirdi. Genel olarak Eyyâmü’l-‘Arab diye isimlendirilen bu savaşların, kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda cereyan edenlerine Ficâr savaşı adı verilirdi. Hz. Peygamber de gençliğinde Ficar savşlarından birine katılmak durumunda kalmıştı. Onun müttefik Kureyş-Kinâne ve Kays-Aylân kabileleri arasında çıkan şiddetli savaşa amcalarıyla birlikte katıldığı, ancak fiilen savaşmayıp amcalarına ait eşyaları koruduğu, ayrıca gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle amcalarına verdiği bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir görüştür. Bu sırada yaşının on dört, on beş, on yedi veya yirmi olduğu zikredilmektedir.

5.2. Hilfu’l-Fudûl: Erdemliler Birliğine Katılması

Mekke’de kabileler arasında yaşanan ve bazan kan dökülmesinin yasak olduğu haram aylarda dahi meydana gelen çekişme ve çatışmalar, şehrin güvenli bir belde olmasına gölge düşürmüştü. Öte yandan hac ve ticaret amacıyla Mekke dışından gelen zayıf ve güçsüz kimseler birçok defa haksızlık ve zülme uğramakta idiler. Şehirde mal, can, ırz ve namus güvenliği kalmamıştı. Haram aylardan zilkâdede yaşanan bir olay bardağı taşıran son damla oldu ve vicdan sahibi hakperest insanları harekete geçirdi: Yemenli Zübeyd kabilesinden bir tâcir Mekke’ye mal getirmiş ve belirli bir fiyat karşılığında Mekke ileri gelenlerinden Âs b. Vâil es-Sehmî ile pazarlık yapıp malı teslim etmişti. Ancak Âs b. Vâil borcuna sadık kalmayıp oldukça düşük bir para teklif etti ve satıcıyı oyalayıp durdu. Sonunda borcunu inkâr ettiği gibi aldığı malları iade etmeye de yanaşmadı. Zor durumda kalan Yemenli tâcir aralarında Mekke ileri gelenlerinin de bulunduğu birçok kişiye müracaat edip yardım istedi. Ancak bir kısmı Âs b. Vâil’in düşmanlığını kazanmaktan, bir kısmı da dostluğunu kaybetmekten çekindiği için yardım etmediler. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşünen tâcir ertesi gün güneşin doğmak üzere olduğu ve Kureyş ileri gelenlerinin de Kâbe etrafında küme küme oturdukları bir sırada Ebû Kubeys dağına çıktı. Herkesin duyacağı yüksek sesle acıklı bir şekilde mağduriyetini dile getirdi ve yardım istedi. Hilfü’l-ahlâf’a mensup kabilelerin aldırış etmemelerine karşılık Hilfü’l-mutayyebîne mensup kabileler bundan rahatsızlık duyarak harekete geçtiler. Bunların başında son Ficâr savaşında Hâşimoğulları’na kumanda eden ve savaşa katılmış olmaktan da pişman olduğu anlaşılan Zübeyr b. Abdülmuttalib gelmekteydi. Hz. Peygamber’in amcası olan Zübeyr b. Abdülmuttalib şehrin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd‘ân et-Teymî’ye başvurarak onu bu işin görüşülmesi için bir toplantı yapmaya iknâ etti. Kureyş’in kollarından Benî Hâşim, Benî Muttalib, Benî Zühre, Benî Teym ve Benî Esed ileri gelenleri, Abdullah b. Cüd‘ân’ın evinde yapılan yemekli toplantıya iştirak ettiler. Toplantıya o sırada yirmi yaşında olan Peygamberimiz de amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib ile birlikte katıldı. Kaynakların bildirdiğine göre çağrılanlar arasında Hilfü’l-ahlâf mensuplarından kimse yoktu. Toplantıda hazır bulunanlar uzun tartışmalardan sonra haksızlığı önlemek için yemin ettiler ve bu iş için gönüllülerden oluşacak bir gurup kurmayı kararlaştırdılar.
Bu harekete “Erdemli insanların yemini” anlamında Hilfü’l-fudûl adı verildi. Kaynaklar göre yemin ve antlaşmanın muhtevası genel hatlarıyla şöyledir: “Allah’a and olsun ki, Mekke şehrinde birisi zülum ve haksızlığa uğradığı zaman hepimiz o kişi ister iyi ister kötü, ister bizden ister yabancı olsun kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize mâlî yardımda bulunacağız”. Hilfü’l-fudûl mensupları toplantıdan sonra Kâbe’ye gidip Haceru’l-esved’i yıkadılar ve bu mukaddes sudan teker teker içtiler. Hilfü’l-fudûl’un ilk icraatı topluca Âs b. Vâil’in yanına gidip Zübeydli tâcirin hakkını geri almak ve mazluma hakkını iade etmek oldu. Mekke ileri gelenlerini karşısında gören Âs b. Vâil borcundan kaçamadığı gibi Hilfü’l-fudûl’a katılmayanlardan hiç kimse de onu destekleyip bu harekete karşı çıkamadı. Yemin yapıldıktan sonra yeni katılıma açık olmayan bu antlaşma İslâm döneminde de bir süre devam etmiş ve son mensubunun Emevî hilâfetinin başında ölümüyle tarihe karışmıştır.
Hilfü’l-fudûl’ün nasıl çalıştığını gösteren bazı olayları şöyle sıralamak mümkündür: Sümâle kabilesine mensup bir tâcir Mekke ileri gelenlerinden Übey b. Halef’e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan tâcir Hilfü’l-fudûl’a başvurdu. Teşkilât mensupları ona Übeyy’e gidip parasını tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun üzerine Übey parayı hemen ödedi. Has‘am kabilesinden Yemenli bir tâcir Katûl adlı kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin ileri gelenlerinden Nübeyh b. Haccâc kızı zorla babasının elinden alıp evine götürdü. Feryatlar içinde yardım isteyen babaya Hilfü’l-fudûl’a başvurması tavsiye edildi. Adam Kâbe’ye gidip “Yetişin ey Hilfü’l-fudûl mensupları, yardım edin!” diye bağırdı. Çok geçmeden hareket mensupları kılıçlarını çekmiş olarak geldiler. Olayı dinleyip kızının kaçırılmış olması karşısında babanın düştüğü çaresizliği bizzat gözleriyle gördüler. Babayı da yanlarına alarak Nübeyh’in evini sardılar ve onu ayıplayarak kızı teslim etmesini istediler. Nübeyh kızı vermemek için bir süre direndi ise de aldığı sert tepki karşısında teslim etmekten başka çıkar yol bulamadı.
Hz. Peygamber İslâm döneminde de Hilfü’l-fudûl ittifakından övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Ben Abdullah b. Cüd‘ân’ın evinde yapılan antlaşmaya amcalarımla birlikte katılmıştım. Bu ittifakta yer almış olmanın mutluluğunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim.*

DOÇ. DR. CASİM AVCI İslam Tarihi

*İbn Hişâm, I, 134. Hilfü’l-fudûl hakkında derli toplu bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 52-54; aynı yazar, “Hilfü’l-fudûl”, DİA, XVIII, 31-32.






 Seyit Rıza’nın, 21 Eylül 1937’de İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na (Foreign Office) gönderdiği mektubundan..
Dışişleri Bakanlığı’na

“Türk Hükümeti son olarak, hükümet ile yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı.
Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930’da Ağrı Dağında, Zilan vadisinde ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor.

Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan da işkence yaparak almak istiyor.

Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor.

Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor.

Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım.”

Seyit Rıza
Dersim Başkomutanı




Kaynak 
The National Archives Dosya Numarası FO 371/20864/E5529
halkinhabercisi.com


“Bilim adamı olabilmek için tutku gerekir.”
                                Ord. Prof. Dr. Cahit Arf
11 Ekim 1910, Selanik - 26 Aralık 1997, İstanbul
Cahit Arf1910 – 1997 yılları arasında yaşamış dünyaca ünlü matematikçi. Cisimlerin kuadratik formlarının sınıflandırılımasında ortaya çıkan ve kendi adıyla anılan “Arf Sabiti“, “Arf Halkaları” ve “Arf Kapanışları” gibi terimleri bularak, matematik ve bilim dünyasına önemli katkılarda bulundu. Alman matematikçi Helmut Hesse ile birlikte, Hesse-Arf Kuramı’nı geliştirdi.
Yüksek öğrenimini Fransa’da Ecole Normale Superieure’de 1932′de tamamladı. Bir süre Galatasaray Lisesi’nde matematik öğretmenliği yaptıktan sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde doçent adayı olarak çalıştı. Doktorasını yapmak için Almanya’ya gitti. 1938 yılında Göttingen Üniversitesi’nde doktorasını bitirdi.
Türkiye’ye döndüğünde İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde profesör ve Ordinaryus profesörlüğe yükseldi ve 1962 yılına kadar çalıştı. Daha sonra Robert Koleji’nde matematik dersleri vermeye başladı. 1964 yılında Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ilk bilim kurulu başkanı oldu.

Daha sonra gittiği Amerika Birleşik Devletleri’nde araştırma ve incelemelerde bulundu; Kaliforniya Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak görev yaptı. Türkiye’de yaşamak istemesi üzerine kendi isteğiyle 1967 yılında Türkiye’ye döndü. Döndükten kısa bir süre sonra Kanada ve Amerika’daki üniversitelerden konuk öğretim üyesi olarak teklifler aldı. Ancak kendisi bu tekliflere cevap veremeden Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden gelen telefon bu üniversiteye atandığını ve uçak biletinin yolda olduğunu söylüyordu ve artık Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde göreve başlamıştı. 1980 yılında emekli oldu. Emekliye ayrıldıktan sonra TÜBİTAK’ın kurulmasında çok emeği geçti ve TÜBİTAK’a bağlı Gebze Araştırma Merkezi’nde görev aldı. 1983-1989 yılları arasında Türk Matematik Derneği başkanlığını yaptı.
Arf, İnönü Armağanı’nı (1943) ve TÜBİTAK Bilim Ödülü’nü kazandı (1974). Bu ödülü alırken yaptığı konuşmada “Bilim insanının amacı anlamaktır” hemen ardından “ama büyük harflerle anlamaktır” sözüyle kendine göre bilim insanını açıklamıştır. Onuruna yapılan cebir ve sayılar teorisi üzerine uluslararası bir sempozyum, 1990′da 3-7 Eylül tarihleri arasında Silivri’de gerçekleştirilmiştir. Halkalar ve geometri üzerine ilk konferanslar da 1984′te İstanbul’da yapılmıştır. Arf, matematikte geometri kavramı üzerine bir makale sunmuştur. Cahit Arf, 1997 yılının Aralık ayında ağır bir kalp hastalığı nedeni ile vefat etmiştir.
“Matematik esas olarak sabır olayıdır. Belleyerek değil keşfederek anlamak gerekir.” 
                                                                                              Ord. Prof. Dr. Cahit Arf

Kaynak 


İslam öncesi Türklere ait bilgiler M.Ö. 4000-4500 yıl gerilere kadar ulaşmaktadır. Bu köklü bilgiler arasında kadının temel nitelikleri “annelik” ve “kahramanlık”1 olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadın, at binme, silah kullanma ve savaşabilme gücü ile de değerlendirilmektedir. Yine tarih kaynaklarında Türklerin kutsal ve önem verdikleri haklara, “ana hakkı” dedikleri ve bunu da “Tanrı Hakkı” ile eşit tuttuklarını göstermektedir2 . Aile toplumun çekirdeği olarak görüşülmüştür. Aile ne kadar güçlü olursa toplum o derece güçlü olur. Türklerde aileye her zaman önem verilmiş ve aile korunmuştur. Birçok savaşa ve göçe rağmen Türklerin dağılmadan ayakta kalması da güçlü aile yapısına dayanmaktadır. Tarihte birçok topluluk görülmüş, ancak bu topluluklar güçlü bir aile sistemine sahip olamadıklarından dolayı kısa zaman içerisinde dağılıp yok olmuşlardır.

Tek eşlilik Türk ailesinin vazgeçilmez bir özelliğidir3 . Eski Türklerde tek eşli evliliğinin esas olduğu bilinmekle beraber yönetici konumda olanlar ile zengin olan bazı kişilerin ikinci eş aldığını, Çin‟den alınan prenseslere “Konçuy” adını verdikleri görülmektedir4 . Türklerde tarih boyunca evlilik ve aile çok önemli görüldüğünden dolayı bu kurum sağlam temeller üzerine oturtulmuştur. Evlilikler, annenin izni olmadan gerçekleşmemekte ve onun fikrine göre hareket edilmektedir. Evlenecek olan kıza erkek tarafı bugünkü mihrin karşılığı olan “Kalıng” vermek mecburiyetinde idi5 . Aile toplumu ayakta tutan en güçlü kurum olduğundan dolayı günümüzde de olduğu gibi boşanmaya pek hoş bakılmamış ve boşanmaların engellenmeye çalışıldığı bilinmektedir. Orta Asya Türk devletlerinin hepsinde (İskitler, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar) kadın önemli hak ve yetkilere sahip bulunmaktadır. Örneğin İskitlerde, her kadının İskit erkekleri gibi savaşçı ve asker olarak yetiriştirilmesi geleneği vardı. Bundan dolayıdır ki İskitli göçebe kadınlar her savaşta erkekleriyle birlikte çarpıştırıyorlardı.6 Türk devletlerinde Türk kadınları bu tür faaliyetleri büyük bir vakar ve haysiyetle yürütmüşlerdir. Hatta bu türlü faaliyetlerde öylesine büyük yetkilerle hareket etmişlerdir ki Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete‟nin hatunu imzalamıştır7 . Hunlar döneminden itibaren kadın-erkek ayrımı yapılmadığı ve kadın erkeğin tamamlayıcısı olarak kabul edildiğinden kadınsız hiçbir iş yapılmazdı. Hatta öyle ki kağanın emirnameleri sadece „Hakan buyuruyor ki‟ ifadesiyle başlamışsa geçerli kabul edilmezdi. Yabancı devletlerin elçileri sadece hakanın huzuruna çıkmazlardı. Elçilerin kabulü esnasında hatunun da hakanla beraber olması gerekirdi8 . Bazen de hatunlar tek başlarına elçileri kabul ederlerdi. Örneğin; Avrupa Hun ülkesine gelen elçiler Attila‟nın eşi Arıg Han tarafından kabul edilerek devlet işleri görüşülebilmektedir9 . Kabul törenlerinde, ziyafetlerde, şölenlerde hatun hakanın solunda oturur. Siyasî ve idarî konulardaki görüşmeleri dinleyerek fikrini beyan eder hatta harp meclislerine bile katılırdı10. Gökalp bu durum “Eski kavimler arasında hiçbir kavim Türkler kadar kadın cinsiyetine hak vermemişler ve saygı göstermemişler” Şeklinde izah edilebilmektedir11. Eski Türk toplumlarında kadının yüksek bir mevkinin bulunduğuna dair genel kanı vardır. Türk mitolojisinde kadın gayet yüksek bir mevkide tasvir edilmektedir. Yaradılış Destanı‟na göre kadın kâinatın yaratılışına sebep olan ilham kaynağı olarak görülmüştür12. Kağanın evlendiği ilk kadın “Hatun” unvanını taşımaktadır. Siyasî hayatta kadın “Hâtun” sıfatıyla devlet bakanının en büyük yardımcısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Çin İmparatorları tarafından Türk Kağan eşlerine Çince “K‟o-tun” Türkçe “Hatun” unvanı verildiği bilinmektedir. Çinlilerce “Hatun” unvanı “Kraliçe-Prenses” anlamında kullanılmıştır. Talas Abidelerinde “Hatun” kelimesi “eş” manasında kullanılmıştır. Eski Türklerde evin sahibi kadındır. Bundan dolayı ev kadını için söylenen en yaygın söz “evci” idi. Göktürkler bu anlamda kadın için “eş” sözcüğünü kullanırken, Osmanlılar “evdeş”, Çağatay Türkleri de “evlik” diyorlardı. Bu sözlerden başka Türkler zevce için eskiden “Eşi, İşler, Yotuz, Egmiş” gibi daha çok unvan olan kelimeleri kullanıyorlardı. Anadolu‟da ise kadın “Başa, Baş Yoldaşı, Bike, Ev Şenliği” gibi kelimelerle anılmaktadır. Kırgızlarda ise evin gerçek sahibesi baş kadın için kullandıkları “Bay Biçe, Bay Beçe” sözü kullanılmıştır13 . Göktürklerde ve Uygurlarda kağanın karısı hatun devlet işlerinde kocasıyla birlikte söz sahibidir. Emirnamelerin yalnız Kağan namına değil kağan ve hatun namına ortaklaşa imza edilmektedir. Aile içinde de kadın yüksek bir mevki sahiptir. Anne olarak çocukların yetiştirilmesi ve evin idaresi ile uğraşılırdı. Ev içerisinde kocasının naibi idi15. Orta Asya Türklerinde Göktürklerin tarihi ve yaşayışı ile ilgili olarak en önemli başvuru kaynağı Orhun Kitabeleri‟dir. VII. yüzyıldan başlayarak Orhun Kitabeleri‟nde devlet işlerini bilen Katunlardan (hatun) söz edilir. Kağanın hanımı olan Hatun da tıpkı Kağan gibi töre ile bu makama oturur ve kağan ile birlikte ülkeyi yönetmektedir. Orhun Kitabeleri‟nde yer yer “Hakan ve Hatunun Buyruğu” sözü ile başlayan ifadeler yer almaktadır. Bu sözler İslam öncesi Türk devletlerinde kadının yönetimde söz sahibi olduğunu göstermektedir. Orta Asya Türklerinde kağan gibi hatun da halktan farklıdır ve özel bir konuma sahiptir. Kutluk Devleti‟nin yöneticileri olan Bilge Kağan ve Kültigin adına dikilen abidelerde hatunun halktan farklı olduğu şu şekilde ifade edilmektedir. “Yukarıda Türk Tanrısı, Türk’ün kutlu ülkesini öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın, millet olsun diye babam İlteriş Kağan ve annem İlbilge Hatunu (Tanrı) halk içerisinden çekip yukarı çıkarmış” 16 . Bu ifadeler Orta Asya Türklerinde kadının siyasî ve toplumsal bakımdan konumunun göstergesidir. Kadınlar arasında zaman zaman devlet siyasetine yön verenler de olmuştur. Örneğin; Sabar (Sibir)‟ların kağanı Balak Han ölünce yerine eşi Boarık Hatun geçmiştir. Boarık hatun yüz bin kişilik Sabar ordusunu yönetmekte ve Bizans imparatoru I. Jüstinianus‟u dize getirdiği bilinmektedir17. Konu ile ilgili bir başka örnek ise II. Göktürk Kağanlarından Bilge Kağan ölünce yerine tahta çıkan oğulları devleti iyi idare edemeyince Tonyukuk‟un kızı olan annesi Po-Fu devlet işlerine müdahale etmeye başlamıştır18. Türk destanlarında ise kadın ilahî bir varlık konumundadır. Erişilip dokunulması, koklanması, kısaca beş duyu ile algılanmasının imkânı bulunmamaktadır. Yaratılış Destanında Tanrı‟ya insanları ve dünyayı yaratması için fikir ve ilham veren "Ak Ana" adında bir kadındır. Oğuz Kağan‟ın ilk karısı karanlığı yararak gökten inen mavi bir ışıktan, ikinci karısı ise kutsal bir ağaçtan doğmuş insanüstü varlıklardır. ilk Türk abidelerinden olan Bilge Kağan Kitabesi'nde Kağan: "sizler anam hatun, büyük annelerim,
ablalarım, hala ve teyzelerim, prenseslerim..." hitabıyla söze başlamaktadır. En eski Türk inancına göre "han ile hatun" gök ile yerin evlatlarıdır. Kadın burada yedinci kat göktedir. İslam öncesi Türk kadınlarına verilen önem hakkında başka örnekler de verilebilir. Örneğin; henüz İslam olmamış İtil (Volga) Bulgarlarına seyahat eden İbn-i Fadlan kendi eserinde, Türk toplumunda kadınların yeri ve öneminin şaşırtıcı bir durumda olduğunu itiraf etmekte ve bu hayretini gizleyememektedir. Fadlan, hatun‟un hükümdarın yanında oturduğunu, bunun Türklerin âdeti olduğunu, hatun‟a hilat giydirilince hatun‟a ait kadınların, hatunun üzerine gümüş para saçtıklarını, Türk kadınlarının asla erkeklerden kaçmadıklarını haber vermektedir. Yine bir Hazar prensesi olan Çiçekion, gelin olarak Bizans sarayına gittiğinde giydiği elbise saray ve çevresinde moda haline gelmiştir. Fakat daha da önemlisi şudur: İmparator II. Justinianus ve V. Kostantinos, Hazar prensesleri ile evlenmişlerdir. Konstantinos‟un Hazar prensesinden doğan oğlu, tarihte “Hazar Leon” lakabı ile tanınmıştır. Aynı zamanda bu kişi, Hazar hakanının torunu olmaktadır. Bizans imparatorları yaptıkları bu evliliklerle bazı meselelerde Hazarların desteğini almayı düşünmüştür. Hazar Leon‟un karısı İren‟ın daha sonra Augusta veya bir imparator naibi olarak değil, tek başına ve tam selahiyetli “Basileus” kabul ve ilan edilmiştir. İşte bu olay, Hazar Türk kadınlarının Bizans devletine olan siyasi tesirini göstermesi açısından önemlidir19 . Kadına kutsallık katan töreye göre, dövülmesi, horlanması veya itilip kakılması mümkün değildir ki zaten Türk kültüründe ve destanlarında böyle bir durum göze çarpmamaktadır. Türk destanlarında kadın daima erkeğinin yanındadır. Onların güç ve ilham kaynağıdır. Kahramanının yanında savaşan kadın motifi Dede Korkut hikâyelerinde de mevcuttur Dede Korkut hikâyelerinden biri olan "Deli Dumrul hikâyesinde” Dumrul canının yerine can bulma çabasına girince bunu kadınından bulmuş, kadını ona hiç çekinmeden "canını vereceğini" söylemiştir. Ayrıca Türk kültüründe destan kahramanları iyi ata binen, iyi kılıç kullanan, iyi savaşan kadınlarla evlenmek istemektedir. Nitekim Dede Korkut hikâyelerinden olan Bamsı Beyrek hikâyesinde yer alan "Banu Çiçek" bunun en güzel örneklerden biridir20. Bir başka örnek ise Selcen Hatun‟dur. Selcen Hatun düşmanların gece kocasına baskın yapmasından korkmaktadır. Kocasını uyarır, savaş başlar. Mücadele esnasında kocasının atı yaralanır. Savaşa hazır bir şekilde kenarda bekleyen Selcen Hatun atını düşmanların üzerine sürer ve düşmanları kılıçtan geçirmeye başlar21. Yine Manas Destanı‟nda ise kahraman Manas‟a zehir verilerek atıldığı çukurdan kurtaran eşi Kanikey Hatun ile oğlu Uruz‟u kurtarmak için düşman ile savaşan Kazan Bey‟in karısı Burla Hatun kadın kahramanlardan bir kaçıdır22

1 Meral Altındal; Osmanlıda Kadın, Altın Kitaplar Yayınevi, Ġnsan ve Toplum Dizisi, İstanbul, 1994, s.9.
2 Muharrem Ergin; Dede Korkut Kitabı, TTK Basımevi, Ankara, 1958, s.27.
3 Bahaettin Ögel; Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Kömen Yayınları, Ankara, 1979, s.179.
4 Ziya Gökalp; Türk Medeniyeti Tarihi, (Hazr. Ġsmail Aka, Kazım YaĢar Kopraman), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ġstanbul,1976, s.142-143; Atalay Yörükoğlu; Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Özgür Yayınevi, 2. baskı, Ankara 1984, s. 53.
5 Bahaeddin Ögel; Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk. Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1998, s. 256; Aytunç Altındal; Türkiye’de Kadın, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul,1991, s. 37; M. Altındal; Osmanlıda Kadın, s. 10; Osman Turan; Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Boğaziçi Yayınevi, İstanbul, 1998, s. 132. (Evlenirken başlık verme geleneği çocukluk dönemlerinde Elazığ’daki köyümüzde âdet olarak bulunmaktaydı. Kız çocuğu istenildiği vakit kızın babasına belli bir miktar (ki bunun miktarı kendi aralarında konuşularak belirlenirdi) para verilirdi. Bu verilen paraya Kalıng derlerdi. Bu alınan ve Kalıng adı verilen para boşa harcanmaz gelin adayı kızın çeyiz ihtiyaçlarına harcanırdı: Ahmet Gündüz).
6 Aytunç Altındal; Türkiye’de Kadın, İstanbul, 1991, s. 36.
7 Bahaettin Ögel; “Türk Kültürünün Gelişme Çağları”, DTCF Dergisi, C. VI. Ankara, 1951, s.32.
8 Necdet Sevinç; Eski Türklerde Kadın ve Aile, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1987, s,31.
9 Ali Ahmetbeyoğlu; Avrupa Hun İmparatorluğu, TTK Yay., Ankara,2001,s.151.
10 Gülçin Çandarlıoğlu; Türk Destan Kahramanları, Doğu Kütüphanesi Yayınevi, İstanbul, 1977, s.64.
11 Ziya Gökalp; Türkçülüğün Esasları, ( Hzrl. Mehmet Kaplan), Varlık Yay., İstanbul 1970, s. 35.
12 Abdülkadir İnan, “Türk Mitolojisinde ve Halk Edebiyatında Kadın”, Türk Yurdu, Ankara 1934, C.IV., S. XXII, s.274.
13 Bahaettin Ögel; “Türk Ailesinde Kadın”, Tercüman Kadın Ansiklopedisi, I, İstanbul,1984, s.76. 14 Özkan İzgi; “İslamiyetten Önce Türk Kadınları“,Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara,1975,s.145-155.
15 Ali Erkul; “Eski Türklerde Evlenme Gelenekleri”, Türkler, Yeni Türkiye Yay, Ankara 2002, III, s.61.
16 Muharrem Ergin; Orhun Abideleri, Boğaziçi Yay., Ankara, 1989, s.21,35.
17 İbrahim Kafesoğlu; Türk Milli Kültürü, Ötüken Yay, İstanbul,2007,s.269-270.
18 Ahmet Taşağıl; Göktürkler III, TTK Yay., Ankara,2004,s.56-57.
19 Ceyhan Öztürk; “Türk Kadınının Tarihteki Yeri ve Önemi”, http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=74855 18.5.2012‟den alınmıştır.
20 Muharrem Ergin; Dede Korkut Kitabı, Boğaziçi Yay, İstanbul, 2001,s.64.
21 M. Ergin; Dede Korkut Destanı, s.122.
22 Abdülkadir İnan; Manas Destanı, MEB Yay., İstanbul, 1972, s.60.

 Yrd. Doç. Dr. Ahmet GÜNDÜZ
Çerkez Hasan

Kafkasya'dan göç ederek Rumeli'ye yerleşen Zevş Burak Çerkezlerin dendi. 1864'te, Bahriye idadisine girdi kara kısmına geçti. Teğmen olarak Harp okulunu bitirdi. Kız kardeşi Neş'erek Kadınefendi Abdülaziz'in şehzadelerinden Şevket Efendi ile Esma Sultanın annesi olduğu için, padişaha çok yakındı. Ayrıca cesareti, nişancılığı ve biniciliği  ile Albdü­laziz'in gözüne girdi. Sarayın himayesinde Darı Şurayı Askeri yaverliği ile lstanbul'da görev aldı. Daha sonra Yusuf İzzeddin Efendiye, kolağası rütbesiyle yaver tayin edildi. Abdülaziz'in ölümünden sonra, Hüseyin Avni Paşaya düşmanlık besledi. Özellikle Bağdat'a gönderilmek istenince itiraz etti. 16 Haziran 1876'da Bağdat'a gitmediği için serasker kapısında hapsedildi. Bağdat'a gideceğini vaat ettiğinden, Hassa müşiri Redif Paşanın kefaleti ile serbest bırakıldı. 
Çerkez Hasan

Hasan Bey’in ablası Neşerek kadınefendi, Sultan Abdülaziz Han’ın hal’ edildiği (tahttan indirildiği) gün Dolmabahçe Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na nakledilirken mücevher sakladığı şüphesiyle omuzundaki şal, Hüseyin Avni Paşa tarafından çekilip alınarak hakarete uğramıştı. Kadınefendi, omuzları açık bir şekilde boğazdan getirilmiş ve hastalanmıştı. Sultan Abdülaziz Han’ın vefatı üzerine ise şok geçirerek 11 Haziran günü vefat etmiş idi.

Hüseyin Avni Paşayı öldürmek niyetiyle, Paşalimanı'ndaki yalısına gitti. Soğanağa da Midhat Paşanın konağında toplantıda bulunduğunu öğrenince, toplantı yapılan konağı tek başına bastı. Önce Hüseyin Avni Paşa ile hariciye nazırı Ra­şid Paşayı vurdu. Kendisini tutmak isteyen  Kayserili Ahmet Paşa'nın kama ile parmaklarını ve kulaklarını doğramaya başladığı sırada salondakiler etrafa dağıldı. Bu sırada yaralı olan Hüseyin Avni Paşa'nın can havliyle bulunduğu yerden kalkarak sofaya kadar gelir. Onun yere düştüğünü gören Çerkez Hasan, üzerine atlar ve delik deşik ederek kama ile ağzını kulaklarına kadar açar. Kendi ifadesinde " vurduğunu zannettiği" ve odada sandalye üzerinde baygın halde bulunan Raşid Paşa'yı da göğsünden vurarak, kama ile gırtlağını kesmiştir. Yakalamaya gelen konak hizmetkarlarından Ahmed Ağayı da gözünden vurarak öldürdü. Sonunda zaptiye tabur kumandanına teslim oldu. Konaktan çıkarılırken, kendisine hakaret eden sadaret yaverlerinden, bahriye kolağası Şükrü Beyi de öldürdükten sonra güçlükle Süleymaniye kışlasına götürüldü. Süvari yarbayı Cemil Beyin başkanlığında kurulan divanı harpte yargılandı, rütbeleri alındı; idamına karar verildi, 18 haziranda Beyazıt meydanında asıldı. Cesedi iki gün orada kaldıktan sonra Edirnekapı mezarlığına defnedilir.
Çerkez Hasan'ın İdamı

Olayı izleyen yıllarda Abdülhamit, amcası Abdülaziz'in, aralarında Hüseyin Avni Paşa'nın da bulunduğu erkân-ı hâl (tahttan indirenler) denen kişiler tarafından öldürüldüğü savını ileri sürünce, Çerkez Hasan bir kahraman sayıldı ve Edirnekapı'daki mezarı II. Abdülhamid tarafından şehit anıtı olarak yaptırıldı.

Edirnekapı’daki kabrinde mezar taşında şu ifadeler yazmaktadır: “Velinimeti uğruna fedây-ı can eyleyen Çerkez Hasan Ruhu için El-Fatiha”

KAYNAKLAR
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, "Çerkes Hasan Vakası", Belleten, c. IX, S. 33, s, 89-105. T.T.K, Ankara, 1945

Meydan Larousse: Büyük Lugat ve Ansiklopedi Cilt 4






Transliteration: [Tuğra:] Osmanşah bin Ahmedşah Han muzaffer daima. Kıdvetü’l­kuzzat ve’l­hükkâm madenü’l­fazl ve’l­kelâm mevlâna Andra kadısı zide fazluhu tevki­i refi­i hümayun vâsıl olıcak ma’lûm ola ki: Bundan akdem kaza­ı mezburde vaki Aya nam manastırda sakin olan papaslardan bazısınun fiil­i kabihleri zuhur etmekle cümlesi manastırdan ref ü men olına deyü tenbih olınmışken Hâliyâ manastır­ı mezburün sair papasları ve keşişlerine gadr olmak lâzım gelmeğin yine mezkurleri manastır­ı mezbure getirüb iskân etdürmek içün hâlâ düstur­i mükerrem müsir­i mufehham nizamü’l­alem nazım­i menazim­i melahim vezaretle kapudanum olan Mehmed Paşa edam Allahu taalâ iclaluhu tarafından verilen mektub mucebince mezkurleri manastır­ı merkume getirüb iskân etdürmek emr edüb buyurdum ki: Hükm­i şerifümle vardukda bu babda sadır olan ferman­ı celili’l­kadrum mucebince amel edüb kadimden manastır­ı mezburde olan papasları ve keşişleri kaldurub kadimden bu vechle sakin olıgelmişler ise yine kemakân anda iskân etdürüb mademki şer­i şerif ve ayin­i atilelerine muhalif ve olıgelmişe mugayir vazları sadır olmaya. Min bad kimesneye dahl u taarruz ü rencide ve remide etdürmeyüb ve mezkurlere âhardan bir ferdi karışdırmayasın. Şöyle bilesin âlamet­i şerife itimad kılasın. Tahriren fi’l­yevmi’r­rabi şehr­i Recebi’l­mürecceb li­sene seb ve işrin ve elf. Bimakam­ı Kostantaniyeti’l­mahruse
Abdülaziz’in Topkapı Sarayı’ndan Feriye sarayına taşınışının ikinci günü 4 Haziran 1876 günü Osmanlı tarihinin en acı vakalarından biri yaşandı. O sabah Abdülaziz abdest alarak sabah namazına durmak amacıyla odasından dışarı çıktı. Daha sonra sarayda görevli Fahri Bey ile karşılaşıp selamlaştıktan sonra odasına dönüp sakalını düzeltmek için bir ayna ve makas istediğini iletti. Saraydaki diğer nöbetçiler eski Sultanı kontrol ettikten sonra durumu Valide Sultan’a bildirdiler. Valide Sultan durumu kendi gözleri ile görmek için Abdülaziz’in yanına giderken kapının içeriden kitlendiğini ve bir takım iniltiler işittiler. Kapı kırılıp içeri girildiğinde manzara gerçekten feciydi.Abdülaziz kolu sıvalı, başı açık olarak odanın yan minderi üzerinde yan tarafına yatmıştı. İki bileklerinden de kanlar fışkırıyor ve son nefesini vermek üzereydi. Ve o trajik simge olan kanlı gömlek annesi Pertevniyal  Valide Sultanın tam karşısındaydı…..

ÇAĞRI ALAGÖZ

Devamı...
Kanun-ı Esasi toplamda 12 başlık altında olmak üzere 119 maddeden oluştu.
Bu 12 ana madde Osmanlı Devleti’nin tanımı (1-7), Osmanlı vatandaşlarının genel hukuku (8-26), Hükümet ve (27-38); Memurlar (39-41), Meclis-i Umumî (42-59), Heyet-i Âyan (60-64), Heyet-i Mebusan (65-80), Yargı (81-91), Divan-ı Âli (92-95), Maliye (96-107), Vilayetler (108-112) ve diğer (113-119) kısımlarından oluşmuştu.

Bu maddeler çerçevesinde oluşan Osmanlı anayasal düzen şu şekilde özetlenebilir:

-Devlet bir bütündür (Madde 1).
-Devletin başkenti İstanbul’dur (Madde 2).
-Saltanat ve hilafet Osmanoğulları'nın en büyük erkek evladına aittir (Madde 3).
-İslam halifesi olan padişah bütün Osmanlı vatandaşlarının hükümdarıdır (Madde 4).
-Padişah kutsal ve sorumsuzdur (Madde 5).
-Vekillerin tayin ve azli, yabancı devletlerle sözleşme yapılması, savaş ve barış ilanı,
hutbelerde isminin okunması, kara ve deniz kuvvetlerinin kumandası, Meclis-i Umumi’nin
toplanması ve tatili, Heyet-i Mebusan’ın feshi Padişahın mutlak haklarındandır (Madde 7).
- Devletin resmi dini İslam’dır (Madde 11).
- Basın, kanun dairesinde serbesttir (Madde 12);
-Genel adabı ve asayişi ihlal etmemek şartıyla diğer din mensuplarının dinî ve vicdanî
özgürlükleri ile mezhep imtiyazları tanınmıştır (Madde 13).
-Herkesin eğitim ve öğretim hakkı vardır (Madde 15);
- Osmanlı toplumunun bir parçasını oluşturan Gayrimüslimler kendi inançları
doğrultusunda eğitim yapabilirler (Madde 16);
-Osmanlı tebaasının mülkiyet dokunulmazlığı hakları vardır (Madde 14, 21, 22);
-Hiç kimse kanunda öngörülenden başka bir mahkemede yargılanamaz (Madde 23);
- Müsadere, angarya ve işkence yasaktır (Madde 24, 26).
- Sadrazam ve Şeyhülislam bizzat padişah tarafından belirlenerek tayin edilir, diğer
vekiller Sadrazam tarafından belirlenip Padişah tarafından onaylanır (Madde 27);
- Vekiller görevleriyle ilgili faaliyetlerinden sorumludur. Görevleriyle ilgili olarak
yüce divana gitmelerine Heyet-i Mebusan karar verir (Madde 30, 31, 33);
-Vekillerle Heyet-i Mebusan arasında bir anlaşmazlık çıktığında vekilin değiştirilmesi
veya Heyet-i Mebusan'ın feshi padişahın yetkisindedir (Madde 35);
- Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde muvakkat (geçici) kanun çıkarılabilirdi (Madde 36).
- Meclis-i Umumi, Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Âyan olmak üzere iki meclisten oluşur (Madde 42);
- Meclis her yıl Ekim ayı başında toplanır ve Mart başında faaliyetlerine son verir,
Padişah gerek görürse meclisi vaktinden önce toplantıya çağırır (Madde 43, 44).
-Meclis-i Umumi üyeleri düşünce ve beyanlarında özgürdürler; gerek meclisteki konuşmaları gerekse genel olarak açıkladığı görüşleri için haklarında soruşturma açılamaz (Madde 47);
-Üyelerin vatana ihanet, Kanun-ı Esasi'yi değiştirme ve irtikapla suçlanmaları durumunda üyeliklerinin düşmesine üçte iki çoğunlukla karar verilir, haklarında kesinleşmiş mahkumiyet kararı olanların üyeliği düşer (Madde 48);
-Kanun teklifi Heyet-i Vükela’ya aittir; Heyet-i Âyan ve Heyet-i Mebusan Padişahtan izin alarak kendi görevleri dâhilindeki kanun tekliflerini Şura-yı Devlet’e iletirler. Burada hazırlanan kanun tasarıları her iki mecliste kabul edilir ve Padişah tarafından onaylanırsa kanunlaşır (Madde 53, 54).
-Meclis-i Âyan'ın üyeleri Meclis-i Mebusan üyelerinin üçte birini geçmemek üzere Padişahça belirlenir (Madde 60);
-Heyet-i Âyan, Meclis-i Mebusan'dan geçen kanun tasarılarını kabul veya reddeder yahut değişiklik yapılması için geri gönderir (Madde 64);
- Her 50 bin erkek nüfus için bir milletvekili seçilir (Madde 65).
-Heyet-i Mebusan Padişahın iradesiyle feshedildiği takdirde altı ay içinde yeni bir seçim yapılır (Madde 73); Meclis başkanını, ikinci ve üçüncü başkanları üç misli aday arasından Padişah seçer (Madde 77).
-Hâkimler azledilmezler (Madde 81); Yargılama alenîdir ve mahkemeler yetki ve
sorumluluk alanına giren davaları kabulden kaçınamazlar (Madde 82, 84, 86);
Her ne ad altında olursa olsun olağan üstü yetkili mahkemeler kurulamaz (Madde 89);
Vekillerin, Mahkeme-i Temyiz başkan ve üyelerinin, Padişahın hakları aleyhinde harekete geçenlerle
devleti tehlikeye düşürenlerin yargılanmaları 30 üyeden oluşan Yüce Divan’da yapılır (Madde 92).
-Malî yükümlülükler ancak kanunla konulabilir (Madde 96);
-Özel bir kanunla izin verilmedikçe bütçe dışında harcama yapılamaz (Madde 100,101).
- Ülkenin herhangi bir yerinde ihtilal çıkacağını gösteren emarelerin ortaya çıkması
durumunda hükümetin o bölgeye has olmak üzere sıkıyönetim ilan hakkı vardır, hükümetin
emniyetini ihlal ettikleri kolluk kuvvetlerinin araştırmalarıyla sabit olanlar padişah tarafından
ülkeden uzaklaştırılabilir (Madde 113).
- Kanun-ı Esasi'nin hiçbir maddesi hiçbir bahane ile askıya alınamaz (Madde 115);
- Kanun-ı Esasi hükümleri her iki meclisin ayrı ayrı vereceği üçte iki çoğunluk ve Padişahın onayıyla değiştirilebilir (Madde 116).
Prof. Dr. ALİ FUAT ÖRENÇ

Konuya girmeden önce, bu konuyla ilgili olarak, Mesudi’nin, Prairies d’or, (Altın Çayırlar, Mürûcü’z-zeheb) adlı eserinden, halk dilinde el İstahirî (Persepolisli) olarak adlandırılan Ebu İs- hak-ül-Farsi’nin Doğu Coğrafyası'ndan (Oriental Geography) ile Kamus (Okyanus) ve Burhan-ı-kat’i (kesin kanıt) adlı Arapça ve Farsça iki lügatten yapılmış dört alıntıdan söz edeceğim. Bu yazarlardan ilki bize Kürt ulusu üzerine çok önemli gördüğümüz bazı ayrıntılar vermektedir. Çünkü bu Arap yazar, ilk Kürt hanedanlıkları Mervanidler, Hüsneveyhidler, Büyük ve Küçük Lorlar’dan bile önce yaşamıştı. Şemseddin Ebu-Abd-allah Mou’hammed İbn-Ebu-Talip el Ensari (ölümü Hacı Kalfa’dan sonra, Hicrî 794, M. 1392) kara ve deniz harikalarını işleyen Dünya Eleği adlı eserinde bu ulusla ilgili bazı bilgiler aktarmıştır. Başka şeylerin yanı sıra bize, Mesudi’nin üç yüz Kürt aşiretinden söz ettiğini öğretiyor. İmparatorluk Dışişleri Bakanlığı Doğu Enstitüsü’nde merhum Halinsky tarafından verilen Altın Çayırlar’ın üç nüshasında bunların anlatıldığını görmediğim için onların adlarının yalnızca bu anlatının ikinci baskısında ya da aynı yazarın Eski Zaman Yıllıkları başlıklı daha önceki büyük eserinde geçtiğini varsaymak gerekiyor. Bundan yalnızca İngiltere’de bir nüsha var ve o da eksik görünüyor. Ne yazık ki Kürtlerle ilgili bölüm yalnızca iki nüshada var ve ondan da yanlışlarından arınmış bir metin çıkarmak zor, çünkü birçok değişiklik içeriyor. Bu el yazmasının İkincisindeki değişiklikleri B ile, üçüncüsünde-kileri C ile göstereceğim. Bu bölüm Elyazması B’nin XLVI bölümünü ve 240-241 sayfaları ile ve Elyazması C’nin 258, 259 sayfalarını oluşturur. Şöyle denmektedir<4>:
(El yazması.....)

4) Mesudi’nin Prairieş d’oı,(Altın Çayırlar) adlı eserinin, Sn. C. Barbier tarafından So- ciete Asiatique de Paris derneği hesabına yayınlanan baskısının XLV1. bölümünün başlığı şöyledir. “Bab 46, Zikri!’l-bevâdî min el-Arabı ve gayrihâ min el-ümemi ve illetti sekenâhe’l-bâdiye ve Ekrâdı’l-cibâli ve ensâbihim ve cümeli min ahbârihim ve gayri zâlike mimmâ ittesale bihâze’l-ma’nâ (Araplarda ve diğer halklarda göçebe aşiretler; neden Kürtler dağlarda yaşarken onların çölde yaşamayı tercih etmesinin nedeni; Kürtlerin kökeni, tarihlerinin özeti ve benzeri diğer bilgiler)”.

Kürtlerin değişik soylarına ve çeşitli boylarına gelince, onların kökeni (başlangıcı) tartışmaya açıktır. Kimileri onların Vail oğlu Bekir’in oğlu Moad (Mo’ad)’ın oğlu Nezar’ın oğlu Rebia’dan geldiği inancındadır<5). Eski zamanlarda kapalı bir toplum oluşturmuşlar ve dağlara çekilmişlerdir. Kentlerde ve işlenmiş topraklarda yaşayan ve Acemler ile (Arapça bilmeyen barbarlar) Persler’den oluşan yerli halklara komşu olarak yaşadılar. Orada kendi (ana) dillerini terk etmişler ve dilleri barbarca (Acemce) olmuştur. Böylece her tür Kürt için kendilerine özgü bir dil oluşmuş, 


5) Vail oğlu, Bekr oğlu, Nezar oğlu, Rebia. Pocock’un Specimeıı historiae ar Ebum adlı eserine (s. 46) göre Adnan, Bekr bin Vail soyundan değil, 8. Kuşakta bizzat İsmail’e ulaşan Odd soyundan gelmektedir. Bkz. Histoire üniverselle, C. XV, İsmail soyundan gelen Araplaşmış Arap kabilelerinin soyağacı tablosu, s. 2.

buna Kürtçe denmiştir. Diğerleri ise Kürtler’in, Nezar’ın oğlu Modar’dan'6 ’ geldiğine, Hevazin’in'”7 oğlu Sza’sza’a’nın oğlu Mard’ın oğlu yazar Kürt’ten dolayı bu adı aldıklarına ve onlarla Gassanidler arasında olan kanlı kavgalar ve çarpışmalar nedeniyle eski zamanlarda kendilerini dışarıya kapadıklarına inanmaktadırlar. Kimilerine göreyse Kürtler Rebia ve Modar’dan geliyorlar ve Su ile yiyecek bulmak için dağlara sığınıyorlardı. Orada Arap dilinden vazgeçiyorlar ve komşu halkların dilini benimsiyorlardı. Kimileri onların kökenini Davud’un oğlu Süleyman’ın'8’ nikâhsız eşlerine (cariyelerine) bağlıyorlardı. Bu zaman, bu hükümdarın tahttan düştüğü zamana karşılık geliyordu ve Cin olarak bilinen Şeytan, dinsiz eşlerin içine girmişti, oysa Tanrı kendine sadık olan kullarını koruyordu. İçine Şeytan girenler hamile kaldı ve Tanrı Süleyman’a Krallığını geri verdiği zaman ve Şeytanın hamile bıraktığı köleler doğum yaptığında, Kral onların dağlara ve yaylalara sürülmesini emretti; orada anneler çocuklarını yetiştirdiler; çocukları evlendi, çoğaldı ve Kürtlerin ırkını ortaya çıkardılar.
Başka bir düşünceye göre Dehak’m omuzlarında iki yılan oluştu (ur ya da şarbon). Dzou’l-efvah (ağızları olan, muhtemelen Dzoul-efras, atlan olan) olarak adlandırılan Dehak’tan bu eserde söz edilmektedir. Dehak’m Arap mı Pers mi olduğu, bu iki halk arasında çok tartışılan bir konu olmuştur. Bu iki yılan, insan beyni ile beslenmezse doymuyorlardı: Dehak bu şekilde birçok Persli’yi ortadan kaldırdı. Bir grup onunla savaşmak için silahlandı ve onların başı olan Feridun ona karşı yürüdü: Persliler’in Direfçi- Kafan 9 dedikleri, deriden büyük bir bayrak taşıyorlardı. Feridun


6) Specimen historiae arEbum (s. 46)
7) Hevazin (Herazin değil), bir Arap kabilesinin adıdır (Kamus, İstanbul baskısı, C.
II, s. 618 ve C. III, s. 719)
8) Kur’an, Maracci baskısı, s. 597, 2. sütun.
9 Burada, o zaman toplanma alameti olarak kullanılan ve daha sonra eski hanlıların kutsal sancağı haline gelen Direfş-i Kavâni (demirci Kave’ye ait deri önlük)den söz edilmektedir.

Dehak’ı tutsak aldı, daha önce söylediğimiz gibi Doumavend dağında onu zincire vurdu. Ancak tiranın veziri her gün bir koç ve bir insanı kurban ediyordu. Efendisinin omuzlarında bulunan iki yılanı beslemek için onların beyinlerini karıştırıp veriyordu. Ölümden kurtulan kurbanları her defasında dağlara gönderiyordu, bu adamlar orada yabanıl bir yaşam sürüyor ve çoğalıyorlardı. Bu sürgünlerden sonra oluşan ve küçük aşiretlere bölünen Kürt ulusunun kökeni böyleydi işte. Dehak’ın İblis’le gizli ilişkisi konusunda anlattıklarımız ne Persliler ne de eski ve yeni tarihçiler tarafından reddedilmiştir. Bu ilişki konusunda Persliler kendi eserlerinde bulunan çarpıcı gerçekleri bize aktarmışlardır. Daha önce ilk Pers kralları arasında söz ettikleri Şahmurat’ın (Thahmouratz) Nuh Peygamberle (ona selam olsun!) aynı kişi olduğunu iddia etmektedirler. Direfs sözüne gelince, onun bir mızrak ve bayraktan oluşan, Farsça’da Pehlevi denilen ilk bayrak anlamına geldiği söylenerek açıklaması yapılıyor. Kürtler ile ilgili söylediklerimize yeniden dönersek, onların kökeni konusunda en çok değer verilen ve genel kabul gören düşünce, onların Nizar’ın oğlu Rebi’a’dan geliyor olduğudur'10*. Onların Şahican 11 olarak bilinen ve Kufa ve Basra’nın bulunduğu topraklarda (yani Deynever ve Hamadan [Ectaban] bölgeleri) yaşayan soyu, Moad’ın oğlu Nizar’ın oğlu Rebiah’tan geldiklerini yadsımamaktadır. Azerbaycan Eyaleti’nde Kikiler’i'12* oluşturan Macerdanlar. Cibal Eyaleti (Acem Irak’ı dağları) içinde bulunan Holbâniler"13, Serat ya da Suratlar "14), 


10) Bkz. Histoire üniverselle, C. XV, İsmail soyundan gelen araplaşmış Arap kabilelerinin soyağacı tablosu
11) Es-Sûhican. Şerafeddin Bidlisî, suret çıkaran kişiler tarafından isimleri tahrif edilen ya da değiştirilen Kürt kabilelerinin çoğunu belirtmemiştir.
12) El-Kinkisan(?). Burada söz konusu olan, belki de Niebuhr tarafından belirtilen (Vo- yage en Arabie, C. II, s. 215) el-Kikiyan aşiretidir ve Bağdat Eyaleti paragrafında biz ondan söz ettik.
13) El-Holbâne: Holbâniye ismi, yukarıda adı geçen eyaletin bir kenti olan Holvan (eski
Albana)’dan türemiş ilgi sıfatı Holvaniye’nin değişik bir biçimi olabilir..
14) Es-Serât (Surât) belki de, ünlü bir Kürt kabilesinin adı olan Sohran yerini tutmaktadır.

adinan 15’ olarak adlandırılan aşiretler, Mokri (Mekeri)<l6>, Madin- can, Merdenkan, Barsukan, Haledi! l7), Carbağı, Havani, Mistikan ya da Mustekan aşiretleri ve Suriye sınırında yaşayan Dunbeli- ler<l8) ve diğerleri, çok açık olarak bilinen bir gerçeği, Nizar’ın oğlu Modar’dan geldiklerini kabul etmektedirler. Yakubiler’e ve Caüzakanlar’a gelince, onlar Hıristiyandır ve ülkeleri Musul Eya- leti’ne ve Cudi Dağı’na yakındır. Ne Ali’yi ne de Osman’ı tanıyan ve Harici 19’ öğretisine inanan Kürtler vardır (Tanrı Ali’nin de, Osman’ın da yardımcısı olsun).

15) El-Beâditan: Bu isim, bir Kürt hanedanının adı olan Behadînân’dan bozulma olabilir.
16) El-Mekriyye, çok güçlü bir başka Kürt aşiretinin adıdır.
17) El-Hâlid, ünlü Hâledi (Hâlidi) aşireti olduğunu sanıyorum.
18) En meşhur Kürt aşiretlerinden biri olan Dunbeli’nin kuraldışı çoğulu Denabile’nin
bozulmuş formu olabilir.
19) Havaric için bkz: Histoire üniverselle, C. XV, s. 439-440; M*** d’Ohsson, Table- au general de l’empire Othoman, C.l, Dinler maddesi, s. 98-99; Baron C. d’Ohsson, Histoire des Mongols, C. III, s. 141 ve 142.

İbn Dureyd<20), Kürtler konusunda söylenenleri şöyle açıklamaktadır:
“Kürt el-Ekrad olarak adlandırılan bu halkın babasıdır -Ebu Yakazan Kürt’ün Mau-sema’nın oğlu, Amir’in oğlu Amr’ın oğlu olduğunu iddia etmiştir. Bu insanlar bugün oturdukları topraklara, Arime’in sel basma ve her tarafa yayılan Yemenliler’in dağılması sırasında gelmişlerdir. Mesûdî’nin dediğine göre, Araplar’m Dehhak dediği Biverasif’in<2l) omzunda her biri bir yılanbaşı bü- yüklüğünde iki m çıktığım iduia eden nisanlar vardır. Bü urlar onun giysileri altında hareket ediyorlardı ve o iyice öfkelendiği 


20) Bu isim, Rusya’nın İmparatorluk İlimler Akademisindeki Elyazmasında Derîd değil İbni Dureyd şeklinde yazılıdır. Asıl adıyla Ebûbekir Muhammed bin Haşan bin Du- reyd Hicri 321 (M. 933) öldü; dolayısıyla Mesûdî’nin çağdaşıdır (bkz. Hamaker, Specimen Catalogi vb. s. 33-46)
21) Biver-asp sözcüğü Farsça’da iki bin at anlamına gelir, bkz; Cihanniima İstanbul baskısı s. 471; Meninski, Peyverasb (Biverasb okuyun) maddesi; Malcolm, Histoire de Ferse C. 1, s. 26, 27, 28, 29, 30; Mesudi, Prairies d’or, C. II, S. 113-114 ve C. III, S. 230, 246, 249-252, 253, 254.

ya da acıktığı zaman ona son derece acı çektiriyorlardı. Bu acı onu iki insan kanıyla sıvamadan geçmiyordu, bu günlük vergiyi imparatorluğunda yaşayan insanların sırtına yükledi. Veziri bu bahtsızlardan birini kurban ediyor, öbürünün canını bağışlıyor ve Dumavend dağına gönderiyordu. Afridun Biverasif’i yendiği zaman, bu haberi aldılar ve bu dağdan çarçabuk kaçtılar, kendilerine yeni bir yaşam kurmak için yardım edilmesini istediler. Denildiğine göre Kürd ismi hızlı yürümek ve koşmak anlamına gelir<22); bu isim zamanla geçişsiz fiile dönüştü ve belki de bir özel isim oldu.
Kürtler birçok kavme bölünmüştür, Mesûdî bunların sayısını yaklaşık üç yüz olarak vermektedir. Dağlardan başka yerde yerleşmemişler ve Fars (daha doğrusu Pers) topraklarında yaşamışlardır, Persliler’in Irak’ında, Musul ve Erbil’de, yani Cebel (dağ) ülkesinde. Mesûdî’ye göre Hıristiyanlığa inananlar ve Yahudi olanlar da vardır (En iyisini Tanrı bilir).
Sir Villiam Ouseley tarafından yayımlanan Oriental Geog- raphy adlı eser bize Kürt ulusuyla ilgili, buraya almamızın yararlı olacağı ama özel adların yazımının doğruluğunu Arapça metne başvuramadığımız için garanti edemediğimiz bazı ayrıntılar vermektedir; kitabın yazarı yayımcının sandığı gibi ünlü gezgin Arap îbn Haykal olmayıp tam adı Ebu Ishak el Farsfi 23’ olan coğrafyacı el-Isthahrî’dir, 24) . Bkz: Doğu Coğrafyası (Oriental Geography) s. 83,92,285, 97, 155, 158 ve 171’.

22) Kamus’ta (İstanbul baskısı C. I, s. 682) şöyle denilmektedir: Ferdü vezninde el-ker- dü masdar olur, tavar sürmek ma’nâsına ve düşmanı arkasından koğub gitmek ma'nâsınadır; yukâlü kerede’l-aduvve izâ taredehü; ve kesmek ma’nâsına (Ferd vezninde kerd, davar gütmek anlamına bir mastardır; düşmanı izlemek anlamına da gelir: düşmanı izledi, yani onu kovdu denir; kesmek anlamına dahi kullanılır)".
23) Akademisyen Dom’un Geographica Caucasia (Kafkasya Coğrafyası) adlı eserinde bize öğrettiği gibi, El-lsthahrî İklimler ve Bölgeler (Kitabü’l-Ekalim) kitabını Hicri 303-309 (M. 914-921) yıllarında yazmıştır.
24) Iszthakhry’nin versiyonundan bu parçayı çevirdiğimden bu yana, Iszthakhry’nin
Arapça metnini ya da orjinalini, Farsça versiyonu gibi sadakat ve beceriyle Almanya’da
yayımladılar. Birincisi şu başlık altında göründü: “Şeyh Ebu İshak el Farsi el Istak- li’nin topraklarının kitabı, Arapçadan çeviren A. D. Mordtmann 1845; İkincisi I.iber Climatun adıyla basıldı, yazan Şeyh Ebu fshak el Faresi, kabaca El-istakri; yayımlayan 1. H. Müller, Gothae, 1899

ŞEREFNAMe Şerafeddin Han Kürt Ulusunun Tarihi
Farsça’dan Çeviren ve Yorumlayan François Bernard Charmoy
(Fransızcadan çeviren Celal Kabadayı)
GÜRCÜ - ERMENİ KÖKENİ

5) BEŞİNCİ GÖRÜŞ: Kürtlerin Gürcü ve Ermenilerle akrabalığı görüşüdür. Ermeni tarihini ve Er- menilerin 1915 de katliâma tâbi tutuldukları hakkında. Ermeni militanlarının mesnetten mahrum ve suçlarının üstüne tüy dikmekten ileri gidemeyen iddialarını iyi incelemiştim. 50 yıl gerekli cevap verilemediği için, o zaman da bugün de, dünyayı aleyhimize ayaklandıran Ermenilere ve Ermem destekçilerine bir cevap verebilmek için 1967 yılında yayınlanan (Türk - Ermem ilişkileri) hakkındaki kitabım nedeniyle iyi ve ayrıntılı olarak inceleyebildiğim bu görüş üzerinde hiç durmadım. Kürtlerin soy bakımından bunlarla hiçbir ilişkileri olmadığını bu konuda kitap yazan pek çok bilim adamı da belirtmişlerdir.
Bu görüş, bilim adamı Nikole J.Marr tarafından ortaya atılmıştır. Basil NİKİTİN de eserinde söz konusu etmiştir. Bu akrabalık tezlerine Türklerle (ve tabii mahalli Kürtlerle) ilgileri olan Koluuzunoğullarından bir grubun Gregoriyan Hristiyan, yani Ermeni olması temel gösterilmektedir. Bu temel doğru, ama bir küçük istisna nedeni ile tüm Koluu- zunoğullarımn (dolayısıyla Kürtlerin) Ermenilerle akraba olduklarını iddia etmenin, bilimsellikle, hatta ciddiyetle ilgisi olmadığı da açıktır.196/ de yayınlanmış olan, (Türk-Ermeni İlişkileri) adlı kitabımda aynı konuyu biz şöyle değerlendirmiştik. (Sayta: 43-44) (M.Brosset.in "Arkeoloji Raporları" adlı eserinde. ANİ deki "Koluuzunoğullarının ana dillerinin Türkçe olduğu yazılıdır. Demek ki, ANİLİ Gregoriyan Ermeni sayılan bu insanlarda Orta-Asya kökenlidir.)....
(N. Adontz.da kendi eserinde bu bilgilere yer vermiş ve ayrıntıları ile anlatmıştır. Xlll.yy da Gence'li KİRAKOS ve Ermeni tarihçisi VARDAN tarafından yazılan eserlere göre, buradaki bazı Kürt kabile ve beyleri, Gregoriyan Hristiyan olmuşlardır. Ani bölgesine hükmeden "Koluuzunoğulları“ bunlardandır. Bu Kürt asıllı insanlar Gregoriyen olunca inançları ile beraber etnik özellikleri de değişmiyeceğine göre, daha önce belirttiğimiz, (Bölge halkından Gregoriyen Hristiyan olanların, ırk farkları dikkat nazarına alınmadan Ermeni milletini teşkil ettikleri) hakkındaki görüşün doğru olduğu sonucuna varılmıştır. Esasen yine daha evvel belirttiğimiz gibi (Ermeni) kelimesi sonradan ortaya çıkmış, muayyen bir anlamı olan ve muayyen bir bölgeye verilmiş COĞRAFİ bir isimdir Bu coğrafi bölgede yaşayan, değişik ırktan insanların tamamına verilmiş bir isimdir. Bir ırk adı değildir. Kaldı ki, MAMİKONLAR gibi, ilk Ermeni kralı sayılan ARŞAK gibi, Gregoriyen mezhebinin kurucusu ve Ermenilerin dini lideri olan Kirkor LUSAVORİÇ gibi bir çok, hem idari, hem dini en önemli liderlerin etnik menşeleri hakkında bir çok eski eserde birbirine uyan bilgiler vardır Bunlara göre, bu zevat Orta Asya kökenlidir.)
Evet böyle yazmışız yirmi yıl önce Ermeniler hakkında. Ama bugün, bütün bu asılsız iddialarla, biraz sonra (Orta Asya, hatta açıkça Türk Kökenli) oldukları Avrupalı bilim adamlarının araştırmaları ile kanıtlanacak olan Kültlerin de Ermenilerle akraba oldukları iddiası ortaya atılınca, 20 yıl önceki yazdıklarıma bir kaç satır daha eklemek de benim için zevkli bir görev olur.
Aynı kitabımın 50.sayfasında şöyle bir dip notu var. (Kirkor LUSAVORİÇ'I bazı eserler Part'lı, bir kısım eser de Iranlı olarak gösterirler. O dönemde Kral olan II.Tridat'ın sekreteri, Romalı Agathange- los (bu bölge halkının Torkom (Türiunen); Krikor'un ise Büyük Arsaklılardan tahta geçemeyen, Suren. Bahlav ailesinden, aslen Horasanlı Anak beyin oğlu olduğunu) yazar. Ve işte bu nedenle, bu yeni iddia karşısında. Kürtlerin mi Ermenilerin akrabası, yoksa (Horasanlı Anak beyin oğlu olan LUSAVORİÇ 'i dini lider olarak kabul eden. Ermenilerin soylarının mı karmakarışık olduğuna okuyucular kendileri karar versinler.

GUTİ-SÜMER KÖKENİ

6) ALTINCI GÖRÜŞ: Kürtlerin. bölgede otokton bir kavim olan GUTI'lerle. Sümerlerle ilişkileri olduğu görüşü, galiba yalnız E.A.SPElSER'in (Mezopo- tamyalıların Kökü) adlı eserinde belirtilmiştir.. Basil NİKİTİN de kendi KÜRTLER adlı eserinde dile getirmiştir. İleri sürülen bu tezin bilim dünyasında hiç benimsenmemiş olduğunu belirttikten sonra biz de, bir çok kaynaklarda okuduğumuz, bu tezi temelden reddeden bir gerçeği belirtmekle yetineceğiz
Çağın ve bölgenin bir çok gerçekleri hakkında en güvenilir kaynak, arkeolojik araştırmalarla bulunan ve incelenen ASURLU belgeleridir. Bu belgelerin hiç birinde KÜRTLER hakkında hiç bir bilgi mevcut olmayışı karşısında böyle bir görüşü benimsemek -Ya da değer vermek- ne derece mümkün olabilir?

TURAN KÖKENİ

7) YEDİNCİ (VE SON) GÖRÜŞ:
Kürtlerin Turanı olduğu, Türklerle aynı soydan olduğu hakkındaki görüştür. Bugünkü SSCB.ne art TANNU TUVA Muhtar Cumhuriyeti sınırları içinde, Yenisey nehri kollarından Ulukem çayına karışan. ELEGEŞ suyu kıyısında I.S. Vll.yy.ortalarında GÖKTÜRK'lerin komşusu olan; Türkçe olarak, Göktürklerinkinden daha eski bir oyma yazı ile yazılan ve Türkoloji'de ELEGEŞ-YAZITI, bazı diğer kaynaklarda YENİSEY YAZITI da denilen, 1300 yıllık, bir anıta dayandırılır

M.SADI KOÇAŞ




Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenablarına 

Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum. 

Bu süresiz uzaklaşmamın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır

Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki; İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatından soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. 

Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır. Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanımın bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir. Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafindan olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim. 

13 Mart 1924 
Mehmed Vahideddin 

Mektup Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi'nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır. 

Hz. Peygamber’in soyu yirmi birinci kuşaktan atası olan Adnân vasıtasıyla Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayanmaktadır. Bu sebeple Hz. Peygamber’in soyunun da mensup olduğu Kuzey Araplar’ına İsmâilîler veya Adnânîler gibi isimler de verilmektedir (Araplar’ın diğer ana kolu, anayurdu Güney Arabistan olan Kahtânîler’dir). Hz. Peygamber’in Adnân’a kadar soy kütüğü kesin olarak bilinmekte olup şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ‘b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnân. Bu tabloya göre Hz. Peygamber, Araplar’ın, Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’in soyundan gelen Adnânîler kolundan, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları sülâlesine mensup Abdullah b. Abdülmuttalib’in oğludur.
Hz. Muhammed’in babası, Kureyş’in Benî Hâşim kolundan Abdullah b. Abdülmuttalib, annesi ise Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenâf’ın kızı Âmine’dir. Hz. Peygamber onların evliliklerinden dünyaya gelen tek çocuklarıdır.
Hz. Peygamber’in babası Abdullah akranları arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde diğer gençlerde bulunmayan bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet nûru” (peygamberlik nuru, Nûr-i Muhammedî) olduğu kabul edilir. Abdullah’ın babası (Hz. Peygamber’in dedesi) Abdülmuttalib, Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bazı ileri gelenleri ona engel olmak istemişler, onu alaya alıp küçük düşürmek istemişlerdi. O sırada Hâris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı savunmasız bir durumda olduğundan on oğlu olursa birini kurban edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duâsı gerçekleşip on oğlu dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu. Abdülmuttalib’in Hübel putu önünde çektirdiği kura * o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca İsâf ve Nâile putlarının önünde oğlunu kurban etmeye karar vermiş, ancak buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı çıkmıştı. Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib kendisine yapılan bir tavsiye doğrultusunda Hicâz bölgesinin meşhur kâhinine (arrâfe) danışmak üzere Medine’ye, kadının Hayber’de olduğu bilgisi üzerine de buraya gitmişti. Kâhin kadın Abdülmuttalib’e örfe göre bir insan diyeti olan on deve ile Abdullah arasında kura çekmesini ve kura develere çıkınca o kadar deveyi kurban etmesini tavsiye etmişti. Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, Abdullah ile on deve arasında kura çektirmiş, fakat ilk kura Abdullah’a çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya devam etmiş, sayı yüze ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve kurban etmişti. Böylece çok sevdiği oğlu Abdullah’ı da kurtarmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmâil’in kurban edilmekten kurtulmuş olduğunu kastederek, “Ben iki kurbanlığın oğluyum” demiştir. Abdullah gençlik çağına ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş, nihayet babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Âmine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu sırada on sekiz (veya yirmidört)** yaşında olduğu anlaşılmaktadır.
Abdullah, Âmine ile evlendikten bir süre sonra ticaret için Suriye’ye giden kafileye katılarak Gazze’ye gitti. Dönüş yolunda o zamanki adı Yesrib olan Medine’ye ulaştıklarında hastalandı. Burada babasının dayıları olan Adî b. Neccâr oğullarını ziyaret etti. Akrabalarının yanında bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etti ve Medine’de defnedildi. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca büyük oğlu Hâris’i Yesrib’e göndermiş, ancak Hâris şehre ulaşmadan kardeşi vefat etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir.
Hz. Peygamber’in doğduğu yıl Mekke’de çok önemli bir olay meydana gelmiş ve Allah’ın kutsal evi Kâbe’nin yıkılmasına teşebbüs edilmiştir. Tarihe Fil Vak‘ası adıyla geçen bu olay şöyledir:
Habeş Krallığı’nın Yemen valisi Ebrehe Arapların Kâbe’yi ziyaretlerini engellemek üzere San‘a’da büyük bir kilise (Kalîs, Kulleys) yaptırdı. Kabilelere elçiler göndererek bundan böyle hac için bu mabedin ziyaret edilmesini istedi. Ancak Araplar onun beklentisinin aksine ciddî bir ilgi göstermediler. Üstelik bu arada kiliseye karşı bazı saygısız davranışlar sergilendi, hatta Ebrehe’nin halkı hac için Kâbe yerine San‘a’ya çağırmasına öfkelenen Kinâne kabilesine mensup bir Arap, kiliseye girip oraya pislemişti. Yaptırdığı kiliseye büyük önem veren Ebrehe amacına ulaşamamanın getirdiği hayal kırıklığıyla Kâbe’yi yıkmaya karar verdi. Mekke şehrini zaptederek dinî merkez olma özelliğini ortadan kaldırmayı ve Mekkeliler’in ticarî faaliyetlerine son vermeyi planladı. Çok sayıda askerden oluşan ordusuyla birlikte Yemen’den yola çıktı. Ordusunun önünde büyük bir fil yürüyordu. Ebrehe Kâbe’yi yıkmaya o kadar kararlıydı ki, yolda önüne çıkıp kendisini bundan vazgeçirmek isteyenlere şiddetle tepki gösteriyordu. Ebrehe’nin ordusu Mekke yakınlarında Mugammes adı verilen yere kadar gelip konakladı. Bu sırada Ebrehe’nin Mekke’ye doğru gönderdiği öncü süvari birlikleri Mekkelilere ait sürüleri gasbetti. Bunlar arasında Abdülmuttalib’in 200 devesi de bulunuyordu.
Ebrehe, Mekke’ye elçi göndererek hedefinin sadece Kâbe olduğunu ve kendisine karşı gelinmedikçe halka dokunmayacağını, ayrıca Mekkelilerin lideri ile görüşmek istediğini bildirdi.
O sırada Kureyş’in Hâşimoğulları kolunun reisi olan Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib Ebrehe’nin elçisiyle birlikte onunla görüşmeye gitti. Ebrehe, boylu-boslu ve heybetli bir görünümü olan Abdülmuttalib’i karşısında görünce ayağa kalkarak onu selamladı ve yanına buyur ederek birlikte oturdular. Ebrehe ile Abdülmuttalib arasında şu konuşma geçti.
Ebrehe: Ne istiyorsun?
Abdülmuttalib: Askerleriniz tarafından gasb edilen 200 devemin geri verilmesini istiyorum.
Ebrehe şaşkınlık ve hayal kırıklığını gizlemeyerek: “Ben seni ilk gördüğümde azamet ve heybetinden etkilenip sana karşı bir saygı hissetmiştim. Ancak bu cevabını duyunca senin hakkındaki kanaatimde yanıldığımı anladım. Ben, senin ve ataların için dinî bakımdan hayatî önem taşıyan Kâbe’yi yıkmaya gelmişim. Sen ise bunu bildiğin halde, sizin için bir şeref meselesi olan bu konuda tek kelime söylemiyorsun, fakat askerlerimin ele geçirdiği develerinden bahsedip onları istiyorsun”. Abdülmuttalib Ebrehe’nin alaycı ve küçümseyici bir üslûpla tahakküm edercesine söylediği bu sözler karşısında gayet kararlı bir şekilde şu tarihi cevabı verdi: “Ben develerimin sahibiyim. Bu sebeple onları istiyorum. Kâbe’nin sahibi ise Allah’tır ve şüphesiz onu koruyacak olan da O’dur.” Bu konuşmalardan sonra Ebrehe develeri iade etti. Mekke’ye dönen Abdülmuttalib şehir halkına durumu anlattı ve Ebrehe’nin saldırısından herhangi bir zarar görmemeleri için şehirden uzaklaşıp dağ başlarına doğru çıkmalarını istedi. Ardından Mescid-i Haram’a gitti ve Kâbe kapısının halkasına yapışarak şöyle duâ etti:
“Allah’ım her kul kendi evini tehlikelere karşı korur. Sen de Kâbe’yi ve hareminde güvenliği tehlikeye düşmüş olan bizleri Ebrehe’ye ve askerlerine karşı koru. İnanıyoruz ki, onların gücü Senin güç ve kuvvetine asla üstün gelemez.” Kureyş’ten bazıları da Abdülmuttalib’le birlikte Kâbe’ye gidip Allah’a duâ ettiler. Sonra da olup bitenleri görebilecekleri şekilde dağlara çekildiler.
Kâbe’yi yıkmaya kararlı olan Ebrehe ertesi sabah hücum emri verdi; ancak ordusunun önünde bulunan Mahmûd adlı büyük fil, olduğu yerde kaldı ve Kâbe’ye doğru bir adım dahi atmadı. Bu sırada deniz tarafından sürüler hâlinde gelen kuşlar gaga ve ayaklarıyla taşıdıkları nohut ve mercimek büyüklüğünde taşları Ebrehe ve askerlerinin üzerine atmaya başladı. Ebrehe ordusunun büyük bir kısmı oracıkta helak oldu. Kendisine isabet eden bir taş yüzünden ağır yaralanan Ebrehe, sağ kurtulan az sayıda asker tarafından San‘a’ya götürüldü. Ancak vücudu parça parça döküldüğünden bir süre sonra acılar içinde kıvranarak can verdi. Mekke’de Ebrehe’nin ordusu helâk olmuş, cesetleri ortada kalmıştı. O sırada sağanak hâlinde yağan yağmurların oluşturduğu seller cesetleri alıp götürdü ve ortalık temizlendi.
Ebrehe’nin ordusuyla Kâbe’ye saldırısı ve helâk oluşu Fîl sûresinde şöyle anlatılır: “Görmedin mi Rabbın neler etti fil sahiplerine? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne sürü sürü kuşlar saldı. O kuşlar onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı. Böylece onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.” (el-Fîl 105/1-5). Bu olaya Fil Vak‘ası, meydana geldiği yıla da Fil yılı adı verilmiştir. Belirli bir takvimleri olmadığı için tarih tespitinde, meydana gelen önemli olayları esas alan Araplar bundan itibaren zaman hesabını Fil Vak‘asını dikkate alarak “Fil yılında”, “Fil yılından önce” veya “Fil yılından sonra” şeklinde yapmaya başladılar. Ebrehe’nin girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması Araplar’ın Kâbe’ye ve hac ibadetine daha önce görülmemiş derecede değer vermeye başlamalarına yol açtı; Mekke ve Kureyş’in itibarı arttı.
DOÇ. DR. CASİM AVCI İSLÂM TARİHİ

* İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Asnâm (nşr. Ahmed Zeki Paşa, Türkçe trc. Beyza Düşüngen), Ankara 1969, s. 18; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye (nşr. Mustafa es-Sekâ v. Dğr.), 1375/1955 I-II, 152
12 Abdullah’ın yirmi beş yaşında vefat ettiğine dair rivayetten hareketle evlendiğinde yirmidört yaşında olduğu söylenebilir. Bk. İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1388/1968 I, 99.