Kasım 2012

*Malazgirt Savaşı'ndan sonra Anadolu'nun fethiyle görevlendirilen Türk komutanlar tarafından kurulmuşlardır.
*Bizans ve Haçlılara karşı başarıyla mücadele etmişlerdir.
*Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük rol oynamışlardır.
*Türk-İslam kültür ve medeniyetinin gelişmesinde önemli katkıda bulunmuşlardır.
*Bu beylikler Anadolu'yu iskan edip, birçok şehirler kurmuş, şehir ve kasabalara Türkçe isimler vermişlerdir.
*Kurucularının ismini almışlardır. 




Yukarıdaki başlık şaşırtıcı olsa da, memlekette artık hiçbir şey şaşırtmıyor beni. Diyoruz ya devlet herkesi herkesle çarpmış, toplamış, bölmüş diye. Onun için bir Ermeni’nin önce ülkücü sonra solcu olması da, düzen içinde muvafık görünüyor.
Daha önce DHKP-C’li Hizbullahçı gördük. Uyuşturucu taciri şeyh gördük. Ülkücü alevi polis müdürü de gördük. Tanıdığım pek çok kürt asıllı ülkücü de mevcut. Maocu, Leninci Atatürkçü gördüğümüz gibi, komünist kapitalistte gördük. Çok şükür… “Nasıl oluyor da oluyor” demeyin. Batıdan bir akademisyen getirsek ve tüm bu ideolojik sarmalın içine atsak ve bundan bir tez ortaya çıkar desek dumura uğrar ve arkasına bakmadan kaçar.
Klişe bir terim, “Türkiye’nin kendine özgü durumu vardır” burada cuk oturuyor. Şahsına münhasır bir ülke…
Kirkor Aluç kendini Türk sanan, aslen Ermeni asıllı bir ülkücü.
Hikâye çok ilginç fakat detaylar sınırlı. Kendim için tatmin edici derecede bilgilere ulaşmış olmasam da, belirli şartlar altındaki edinilmiş verileri paylaşacağım için okuyuculardan beni mazur görmelerini istirham ediyorum.

**********
70’li yıllar. Sol ve sağın birbirini yok etmeye- bunu da ülke çıkarları için-azmettiği yıllar. Vatan toprağına kan düşmeyen gün geçmiyor. Her gün siyasi görüşü şu veya bu olduğu için genç bedenler toprağa karışıyor. 40 yıl geçmesine rağmen halen tartışılan ve belki bir 40 yıl daha tartışılacak olan yıllar… Belki bu tartışmalardan ibret alırız önümüzdeki dönemde buna oldukça fazla ihtiyacımız olacak.
Kanın gövdeyi götürdüğü günlerden birinde dönemin önde gelen ateşli ülkücü militanlarından Doğan Yıldırım yıllar sonra, ideolojik çatışmanın kardeşi kardeşe vurdurttuğu yılları anlatırken, her şey bir planın parçasıymış diyor:
“Ben 1971’de Deniz Harp Okulu’ndan atıldım, ülkü ocakları yönetimine girdim. İllegaliteden sorumlu kişi benim, ülkü ocaklarında. Yani üniversite, yurt işgali gibi silahlı milahlı, vurdulu kırdılı işler bana bağlı. Atilla diye de böyle babayiğit bir çocuk var. Nereye gitsem geliyor benle. Afyon Yurdu diyoruz, gece işgal ediyoruz. Kayseri, Kırşehir, Adana, Bayburt, Antalya yurtları, Niğde hariç bütün yurtları aldık. Çatışıyoruz. Sivas Yurdu’nu almışız, karşısındaki Site Yurdu ile her gün çatışıyoruz. Bombalar mombalar… Kadırga Yurdu’nu işgal ettik. 15 gün bizde kaldı, ki çok stratejik bir yurt orası. Edirnekapı Yurdu’nu aldık.”
Dehşet verici değil mi? Doğan Yıldırım sanki bir başka ülkede yaşamış, anlattıklarını da orada icra etmiş gibi geliyor insana. Memleket sırat köprüsünden geçmiş. Hafazanallah…
Yıldırım, Kirkor Aluç ile ülkücü camianın içinde tanışmış ve solculara karşı birçok eylemde birlikte olmuşlar. Aluç’un o dönem ki ismi: Atilla.
Doğan Yıldırım Kirkor Aluç’u bu isimle tanırken, Aluç da kendini öyle biliyor. Kirkor olduğunu bilmiyor. Film senaryosu olacak hikâye…
Yıldırım, Atilla’nın Ermeni olduğunu nasıl anladığını ise şöyle anlatıyor:
Pek çok cephede mücadele verdik. Gece gündüz, işimiz gücümüz bu. Ülkü Ocakları Başkanı Nihat Çetinkaya, şimdi milletvekili olan Celal Adan yönetimde. Atilla da 17 yaşlarında filan, bu işin en önünde yer alan aslan gibi bir çocuk. Bir gün Atilla beni arıyor. Bizim yurtta kalıyor devamlı, yani militan. Ama 18 yaşına girdiğinde, ana babası bildiği insanlar, gerçeği söylüyorlar ona. Ana babasını yangında kaybetmiş bir Ermeni olduğunu anlatıyorlar. “İntihar edeceğim, Ermeni’ymişim!” dedi. Dedim ki Atilla sen benden ve tanıdığım bütün Türkçülerden daha büyük Türkçüsün. Çünkü Türklük kan, et filan değildir; duygudur, düşüncedir. Bunu dedik ama sarıldık ağlıyoruz. Ben ayrımcılığı askeriyede de görmedim. Ordudan atıldım, ülkü ocaklarına geçtim, orada başladı. ‘Bu Alevi dikkat et! Bu Kürt bilmem ne’ Siyasetin içinde gördüm ilk bu ayrımı. Atilla’ya dedim ‘Sakın benden başka kimseye söyleme bunu. Seni ajan der, atarlar.’ Ben camiamı bilmez miyim!”

**********
Zaman içinde Doğan Yıldırım ve Atilla yani Kirkor Aluç çeşitli sebeplerden dolayı birbirlerinden kopuyorlar. Atilla kendi iç dünyasındaki savaşın verdiği tesirle, ülkücülerden uzaklaşıyor. Almanya’ya gidiyor. Daha sonra Fransa’ya… Ermeni terör örgütü ASALA, Atilla’ya çengeli atıyor. Bu arada Atilla artık Kirkor Aluç. Bir süre ASALA tarafından eğitilen Aluç. Yurda geri dönüyor. Bu defa sol gruplar içinde faaliyet sürdürüyor. Fakat ASALA ile organik bağını kesmiyor. Çoğunlukla içinde olduğu grupları, ASALA’dan aldığı emirlerle maniple etmeye çalışıyor.
Derken 1975 yılında Aluç kendini tek başına bir olayın içine atıyor: Berec Pil Fabrikası Eylemi.
1975 yılı, ağustos ayında kitaplara konu olan ünlü Berec Pil Fabrikası grevi sürmektedir. Fabrika önünde her gün eylemler devam etmekte, işçilerle polisler, işçilerle işçiler her gün çatışmaktadır. 18 Ağustos sabah 6 sularında fabrika etrafında dolaşan Kirkor Aluç, polisle çatışmaya girer.
 19 Ağustos 1975 tarihli Milliyet Gazetesi’nde olaya konu olan haberde şunlar yazıyor:

“Berec Fabrikası yanında dün saat 05.45’de, Kirkor Aluç adlı boşta gezen bir işçiyle, 2. Şube polisleri arasında çıkan silahlı çatışmada, 2 polis yaralanmış ve sanık ancak bacağından vurularak yakalanmıştır. Semt halkının korkuyla pencere ve damlardan izlediği olay sabah meydana gelmiştir. Çatışma polisin şüpheli olarak dolaşan 20 yaşındaki Kirkor Aluç’un kimliğini saptamak istemesi üzerine çıkmıştır. Bir süre Almanya’da çalışan ve asker kaçağı olan Aluç, polislerin kimliğini sormaları üzerine kaçmaya başlamıştır. Bir ara sokakta polisler tarafından sıkıştırılınca kaçamayacağını anlayan ve polisçe adının THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) davasına karıştığı öne sürülen Kirkor iddiaya göre, tabancasını birden çekerek ateş etmeye başlamıştır. Sanığın açtığı ateş sonucu komiser muavini Fikret Erdinç kasığından, polis memuru Sezai Avcı’da bacağından vurulmuştur. Polisler de bu ateşe karşılık verinde Aluç bacağından vurularak ele geçirilmiştir…” 

Yaralı ele geçen Kirkor hastaneye götürülür. Yara alan bacağı kurtarılamaz. Mahkemeye 60 yıl hapis istemiyle çıkarılır. Fakat 2 yıl 9 ay ceza alır. Aluç’un avukatı ise, burası daha da ilginç: Ünlü avukat Burhan Apaydın’dır. Adnan Menderes’ten, Uğur Mumcu’ya, Dündar Kılıç’tan, Ahmet Emin Yalman’a kadar müvekkil yelpazesi çok ama çok geniş kitlelerden oluşan Apaydın, Aluç’u 2 yıllık ceza ile kurtarır.
Kirkor Aluç’un gerçekte, sabahın 5’inde grevdeki pil fabrikasının etrafında neden dolaştığı ve burada ne yapacağı, soruları cevapsız kalır. Hatta belki de hiç sorulmaz. Burhan Apaydın, ‘müvekkilinin Fransa’dan yeni geldiği, teyzesine gitmek için tesadüfen fabrikanın önünden geçtiği, polis ekiplerinin yaptığı aramadan korkup kaçarken, üzerine gelen iki silahlı sivil kişiye rasgele ateş açtığı’ şeklinde bir savunma yapar.
Birkaç cevapsız soru daha: Ünlülerin avukatı Burhan Apaydın, işsiz Kirkor Aluç’u nasıl savunmuştur. Vekâlet ücreti olarak kaç para almıştır. Bu para nasıl temin edilmiş veya nereden gelmiştir?

**********

Atilla nasıl Kirkor olmuş? Kirkor hangi girift ilişkilerin içinde bulunmuş? Şimdilik bunlar hakkında malumatımız yok.
Finali Doğan Yıldırım’ın, Kirkor’la cezaevinde karşılaşmasıyla yapalım:
 “… Cezaevinde iki ülkücüyüz, 150 kadar solcu var. O zaman daha ülkücüler pek içeri düşmemiş. Ecevit gelince birden başladılar ülkücüleri almaya, 80 öncesi. İçeride solcular bizi öldürmeye çalışıyor. Biz doğal olarak koğuşlarda kalamıyoruz. Cezaevi savcısına gidiyoruz, o ‘ben can güvenliğinizi koruyamam’ diyor. En son deliler koğuşuna kapağı attık. Canımızı koruyoruz. Fakat bu arada anlatıyorlar, ‘işte bu solcuların esas lideri Kirkor Aluç, Ermeni militan’ diye. O zaman MLSPB diye Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birlikleri var, onun lideri Hasan Şensoy da orada. Korkunç bir adam, 30 tane adam öldürmüş. 80’de tüm vurdu kırdıları yapan örgütün lideri. Ben Kirkor Aluç’u merak ettim, sonra gördüm bir şekilde ki bizim Türkçü Atilla. ‘Yanına geleceğim’ dedim. Gittim, Kirkor ayakları yok, kalkamıyor.”


 


Malazgirt Savaşı'ndan Sonra Anodolu'da Kurulan İlk Türk Beylikleri:

1.Saltuklular: Erzurum ve çevresinde Ebul Kasıl tafarından kurulmuştur. Anadolu Selçukluları tarafından 1202'de yıkılmıştır.

2.Mengücekoğulları: Erzincan ve çevresinde Mengücek Gazi tarafından kurulmuştur. I.Alaeddin Keykubat tarafından 1228 yılında yıkılmıştır.http://www.tarihmektebi.com/

3.Danişmendoğulları: Danişmend Gazi Ahmet Bey tarafından Sivas merkez olmak üzere Tokat, Amasya, Kayseri civarlarında kurulmuştur. Haçlı ordularına karşı büyük savaş vermişlerdir. Anadolu'daki ilk medrese olan Yağıbasan Medresesini açan ve ilk kez para bastıran bu beyliktir. 1178 yılında II.Kılıçarslan tarafından yıkılmıştır.http://www.tarihmektebi.com/

4.Artukoğulları: Artuk Bey'in oğulları Sökmen ve İl Gazi tarafından kurulmuşlardır. 3 kol halinde gelişme göstermişlerdir. Bunlar:
A) Hasankeyf (Hısn-ı Keyfa) kolu = Eyyubiler yıktı (1232).
B) Mardin Kolu = Akkoyunlular yıktı (1409).
C) Harput Kolu = A.Selçuklular tarafından yıkıldı (1234).

Eserleri: Hasankeyf Köprüsü, Malabadi Köprüsü, Haburman Köprüsü, Deve Geçidi Köprüsü, Dunaysu Köprüsü, Ambarçay Köprüsü.

5.Çaka Beyliği: Çaka Bey tarafından İzmir dolaylarında kurulmuştur. Anadolu'da kurulan ilk denizci beyliktir. Kurucusu Çaka Bey ilk Türk denizcisidir. 

NOT: Bu beyliklerin dışında;
-Sökmenoğulları (Ahlat ve Van Gölü)
-Dilmaçoğulları (Bitlis)
-Çubukoğulları (Harput)
-Yılanoğulları (Diyarbakır)
-Tanrıvermişoğulları (Efes) beylikleride Anadolu'da kurulmuştur.

                                        *Fotoğrafları büyütmak için üzerine tıklayın.

Malabadi Köprüsü


Haburman Köprüsü

Devegeçidi Köprüsü

Arama sözcükleri: anadolu da kurulan ilk beylikler, ilk türk denizci, beylik, kim tarafından kuruldu, kime ait, artuklular nerede kuruldu, ilk kurulan beylik, ilk medrese kim tarafında yaptırılmıştır, anadoludaki ilk medrese kim nerde.


İdealleri, hayalleri vardı. Sıkıntılı bir eğitim süreci geçirmişti. Mezun olmuş, artık dünyaya daha umutlu bakıyordu. Tüm bunları bırakarak, kimlerin kurbanı oldu? Hangi amaç ve dava(!) uğruna öldü/öldürüldü?
Ardından kimse sahip çıkmadı. Davalarına baktığı gazetede bile bir iki küçük haber yapıldı. Sonra onlar da unuttu...

Çünkü çalkantılı yıllardı. Herkes paçasını kurtarma peşine düşmüştü.
Tayyip Erdoğan yeni bir parti kurmak için start vermişti. Dönemin hükümet ortağı başbakan yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, sağda kurulacak yeni bir partinin kendisine zarar vereceğini iyi biliyordu.

Yılmaz elindeki tüm yetkilerle, Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı dönemini mercek altına almış, yolsuzluk usulsüzlük ne varsa Erdoğan aleyhine kullanacaktı. İstanbul Mali ve Organize Suçlar Şubesi, Erdoğan için görevlendirilmişti. Erdoğan’a destek veren Yeni Şafak da, savaşta nasibine düşeni almıştı.

Bir taraftan Yılmaz’ı destekleyen Doğan Grubu gazetelerinde, diğer taraftan Erdoğan’ı destekleyen Yeni Şafak’ta her gün birbirlerini suçlayan manşetler yer alıyordu.

Yılmaz, Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmak üzereydi. Bir şeyler yapılması gerekiyordu. Albayraklar’ın hukuki işlerine bakan Aksan hukuk bürosunda görev yapan avukat Vildan Ersin, hırsı ve cesurluğuyla dikkat çekiyordu.

Ersin, Eşinden boşanmış ve bir çocuğu vardı. Hayat onun için zordu. Zorlukları hızla aşması gerekiyordu.
Öğrenciyken, başörtülüydü. Dışarıdan yaptığı röportajlar bazı gazetelerde yayınlanıyordu. Okulun son döneminde başörtüsü yasağı ile karşılaşmış sonuna kadar direnmiş başını açmamıştı. Mezun olduktan sonra, avukatlık yapabilmesi, duruşmalara girebilmesi için başını açması gerekiyordu.

Sorduğumda, “Mecburum. Yoksa o kadar eğitim boşa gidecek. Daha okuldayken açan arkadaşlarım oldu. Açmadan bir şey yapamayız, mecburuz” şeklindeki savunması çaresizliğinin kanıtıydı.

Tek başınaydı, mücadele etmek zorundaydı. Aldığı ücretin çok komik olduğunu, buna karşın elinde son derece ciddi siyasi davalar olduğunu söylüyordu. “Bunca yıl boşuna mı hukuk fakültesinde mücadele ettim. Başörtüsü yüzünden okuldan atılma korkusu yaşadım. Diğer yandan kötü bir evlilik geçirdim onunla mücadele ettim. Şimdi yeni bir hayatın başlaması gerekmiyor mu? Her şey boşa mı gidecek” diyor, zaman zaman karamsarlığa kapılıyordu. Sabretmesi gerektiğini söylüyordum.

“Her şey zamanla değişecek. Zamanla... Sabretmen gerek”

Görev yaptığım derginin ofisi Çemberlitaş’ta olduğu için Sultanahmet adliyesine geldiğinde vakit bulursa bana uğrardı. Albayraklar için önemli işlerin içinde olduğunu söylediğinde onun için endişelenmiş, uyarma gereği duymuştum: “Mesleğin basamaklarından henüz yeni çıkmaya başladın. Kendine dikkat etmen gerek. Kariyerini zora sokacak ilişkilerin içinde bulunma. Birilerinin yaptığı yolsuzluklar yüzünden, kahramanlık yapma. Siyasi ilişkiler kirlidir. Bir gün hepsinin üzerine sünger çekilir, arada harcanan sen olma. Dikkatli ol.”

Hayatını kaybettiği o hafta beni ziyarete geldi. Yanlış hatırlamıyorsam, hafta sonu iki günlüğüne tatil için bir arkadaşıyla İtalya’ya gideceğini söyledi. Ekonomik durumunun ve maaşının böyle bir tatil için yeterli olmadığını biliyordum. Hangi arkadaşınla gidecekti? Bay mı, bayan mı? Tatil için parayı nereden bulmuştu?.. Hiçbir soru sormadım.

28 Temmuz 2001 cumartesi günü şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti. Pazartesi günü işe geldiğimde, gazeteci bir arkadaşımın telefonla araması sonucu olaydan haberdar oldum.

Beş, altı yıllık bir arkadaşlığımız vardı. Erkek kızdı doğrusu...

Haksızlığa asla tahammülü yoktu. Cevval ve cesurdu. Yaşama dair büyük planları, idealleri vardı. Yaşasaydı (Başarsaydı), AKP içinde önemli görevler verilecekti. Yazık oldu! Çok yazık...

Olay üzücü olmakla beraber, dehşet vericiydi. “Filler dövüşür, çimenler ezilir”…

Vildan fillerin savaşında, arada kalmıştı. İki siyasi gücün arasında ezilen, idealleri ve hırsı olan genç bir avukattı.

Ölümünden bir gün sonra avukatlığını yaptığı Yeni Şafak Gazetesi, şüpheli ölümü hakkında yaptığı haberle, Ersin’e sahip çıkmadığını ortaya koyuyordu:

“Vildan Ersin, dün öğle saatlerinde hava almak amacıyla Sarıyer ilçesine bağlı Kilyos sahiline gitti. Deniz kıyısında bulunan kayalıklarda yürümeye başlayan Ersin, bir süre yürüdükten sonra dengesini kaybederek denize düştü. Yüzme bilmeyen Ersin çevredeki vatandaşların tüm müdahalelerine rağmen kurtarılamadı”

Oysa gerçek çok daha farklı ve acıydı:

Vildan Ersin öldüğünde yanında Albayrak soruşturmasını yürüten İstanbul Emniyeti Mali Şube Dolandırıcılık Büro Amirliği’nde görevli polis memuru Kadir Koçyiğit bulunuyordu.
Polis memuru verdiği ifadede, Kilyos’ta akrabaları olduğunu önce akrabalarına uğradıklarını, sonra deniz kıyısına gezintiye gittiklerini, Ersin’in burada ayağının kaydığını denizde boğulduğunu söylemişti.
Koçyiğit’in akrabaları ise deniz kıyısına birlikte gittiklerini, Ersin’in orada kustuğunu daha sonra onları yalnız bıraktıkları şeklinde ifade verdiler.
Koçyiğit tek görgü şahidi ve tek zanlı olmakla beraber gözlem altına alınmadan serbest bırakıldı. Ertesi gün de, izne ayrıldı.

Ersin’in ağabeyi, kardeşinin çok iyi yüzme bildiğini söylemesine ve öldürülme ihtimali olduğu yönünde açıklamalar yapmasına rağmen savcı tarafından ciddiye alınmadı.

Vildan Ersin’in elinde Aydın Doğan, Mesut Yılmaz ve Cumhur Ersümer’e ait dosyalar olduğu ortaya atıldı...

Genç bir avukata böyle önemli dosyaların verilmesi imkânsız görünüyor. Vildan olsa olsa, emniyete sızması için birileri tarafından görevlendirilmiş olmalıydı.

Vildan’ın ölümüyle de, birilerine mesaj veriliyor olabilirdi.

Vildan Ersin öldüğünde, yanında bulunan polis memuru Kadir Koçyiğit’in amiri İstanbul Emniyeti Mali Şube Müdürü Ayhan Mimaroğlu’ydu. Mimaroğlu, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Adil Serdar Saçan ile birlikte Tayyip Erdoğan hakkında araştırma yapıyordu. 

Bildiğiniz gibi Saçan, 2001 yılında Tuncay Güney’i sorgulayan polis müdürü olarak tarih sahnesinde yerini almasına rağmen, Ergenekon zanlısı olarak tutuklanmayı engelleyememişti. Birileri geçmişin rövanşını mı alıyordu?..

Dosya savaşları çoktaan bitti. Siyasiler ve holdingler barıştı. Parsayı bölüşmede anlaştı. 
Devlerin savaşında, insanlar ezildi. Vildan Ersin, ardında gözü yaşlı bir aile ve öksüz bir evlat bıraktı.
Yahudi Meselesi
Yıllar önce gazeteciler, İsrail Devleti’nin o günkü başbakanı Şimon Perez’e “Kur’an-ı Kerim, sizin devletinizin yıkılacağından haber veriyor” diye hatırlattıklarında, Perez şu cevabı vermiş: “Kur’an’ın bahsettiği Müslümanlar gelsin, düşünürüz.”

“Yahudi meselesinin bizleri ilgilendiren çok önemli bir yönü, Kur'an-ı Kerim'de beyan buyrulan İsra Sûresi ve ayetleridir.
Malûm olduğu üzere, Kur'an-ı Kerim'de Yahudilerle alakalı değişik birçok ayet bulunmakta ve genel olarak Yahudinin yapısı, karakteri, fiilleri bizlere anlatılmaktadır. Yahudi'de ırk ve din, adeta bütünleşmiştir. Yahudi olmayan Musevî ve Musevî olmayan Yahudi, hemen hemen yok gibidir. Cenab-ı Hak da bu kavmi lanetlediğini açıkça ifade etmektedir. “Onların üzerine horluk ve yoksulluk yüklendi. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu Allah'ın ayetlerini inkar ettiklerinden ve haksız yere Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Şuayb gibi peygamberleri öldürerek isyan etmelerinden ve aşırı gitmelerindendir.” (Bakara Sûresi, ayet: 61)
O peygamber katilleri hakkında, Maide Sûresinin 64. ayetinde şöyle buyuruluyor: “Bir de Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, cömert değildir, dediler. Bu dedikleri söz sebebiyle, elleri hayır yapmak hususunda bağlandı ve lanetlendiler. Doğrusu Allah'ın kudret elleri açıktır, dilediği gibi ihsan eder. Andolsun ki, sana Rabbinden indirilen ayetler, onlardan bir çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır.”
“Lanetlenen Yahudilere, acaba Cenab-ı Hakk'ın biçtiği hüküm nedir?” şeklinde bir soru gündeme getirilir ve Kur'an ayetleri bu gözle taranırsa, karşımıza İsra Sûresi çıkmaktadır. Bu sûrenin başlıca özellikleri şunlardır:
• İsra sûresi, Müslümanlarla Yahudilerin münasebetlerinden bahsetmektedir.
• Allah'ın Resûlü, Mescid-i Aksa'nın ‘Mescid' oluşunu belirtmek ve onun çevresinden Sidretü'l-Münteha'nın yeraldığı yüce gök katlarına yükselmek için, Mekke'den Kudüs'e, o gece teşrif etmiştir.
• Mekke döneminde nüzul eden İsra sûresinde Allah, İsrail oğullarının yok edilmesine sebep olacak iki fesattan haber vermektedir. İşte önemli nokta buradadır! Acaba bahsolunan bu iki fesat, ayetin nüzulünden önce mi gerçekleşmiştir, yoksa daha sonra mı gerçekleşecektir!
“Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik ki: “Doğrusu siz o ülkede iki defa fesat çıkaracaksınız ve çok kibirlenip böbürleneceksiniz.” (İsra, 4)
Beşinci ayette geçmekte olan ‘İza' Arapça'da zarf edatı olarak kullanılan bir kelimedir ve olayın gelecekte gerçekleşeceğini gösterir. Aynı şekilde 4. ayette yer almakta olan ‘le tuisidunne' ve ‘le ta'lunne' kelimelerindeki ‘le' de, Arap gramerinde gelecek için kullanılır. Öyleyse bu kelimelerin varoluşu, Yahudilerin çıkaracakları fesadın daha gelmemiş olup, ayetlerin nüzulünden sonra gelecek bir zaman diliminde gerçekleşeceğini bizlere anlatmaktadır.
“Bu ikisinden birincisinin vakti gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı göndereceğiz ve onlar bütün diyarlarınızı kontrol altına alacaklar, bu gerçekleştirilmesi gereken bir vaattir.” (İsra, 5)
Her iki ayetten de (İsra, 4-5), gayet açık şekilde anlaşılmaktadır ki Yahudiler, İslam'ın, Mekke döneminden sonra fitne ve fesat çıkaracaklar, ancak vakti geldiğinde, Cenab-ı Hakk'ın ‘kullarım' dediği Müslümanlarla bu ateş söndürülecek ve Yahudiler bozguna uğratılarak, bütün diyarları İslam'ın kontrolüne girecektir... Nitekim aynen böyle olmuş, Mekke dönemi, Medine hicreti ve sonra gelişen olaylarla Yahudiler, çıkardıkları her türlü hile ve entrikaya rağmen ilk Müslümanlar tarafından mağlûp edilmişler ve Medine, Hayber, Teyma gibi bölgelerdeki Yahudi gücü yok edilerek buralardan kovulmuşlardır. Yani, İsra Suresi'nin 5. ayetindeki vaat gerçekleşmiş ve Yahudiler, ikinci fesatlarına kadar bu bölgelerde aktif olarak barınma şanslarını kaybetmişlerdir.
Yahudilerin ayette adı geçen ikinci fesatları acaba hangisidir ve ne zaman gerçekleşecektir?
İsra Suresinin 6. ayeti çok manidardır: “Bunun ardından sizleri onlara galip getireceğiz, mallar ve çocuklarla size yardım edecek ve savaş halinde sayınızı artıracağız.”
Bu ayette Cenab-ı Hak, Yahudilerin bu defa aynı bölgelerde bir gün tekrar hakimiyet şeklinin bir ‘devlet' tarzında olacağını da haber vermektedir. Zira ayetin metninde geçen ‘kerre' kelimesi, Arapça'da ‘devlet' ve ‘hakimiyet' manalarında kullanılır. Nitekim, İslam'ın ilk devirlerinden sonra (1. Fesattan sonra) 1948'lere kadar önemli bir Yahudi meselesiyle uğraşmayan Müslümanlar, 1948 yılında Yahudilerin bir İsrail Devleti kurmasıyla ikinci Yahudi fesadıyla karşılaşmışlar ve Yahudiler, hakimiyeti tesis ederek, bu bölgeyi elde etmişlerdir.

“...mallar ve çocuklarla size yardım edecek...” mealindeki 6. İsra ayetinin içinde geçen bu ifadeler, kurulan İsrail Devletinin, Hıristiyan Amerika ve Batı'dan gelen yardımcılarla ayakta duracağını, bize bir Kur'an mucizesi olarak haber vermektedir!
İsra suresinin 6. ayeti, “... savaş halinde sayınızı artıracağız...” şeklinde bitmektedir. 1948 yılında, özellikle Amerikalı Yahudilerin muazzam filolar halinde ve aylar boyu süreyle İsrail'e göç etmeleri, bu ayetin mucizevî bir tezahürüdür.
Öyleyse Yahudilerin ikinci fesadı, şu andaki İsrail Devletinin fesat ve zulmüdür.
Halen Filistin'in en ücra köyünde bile sürmekte olan ve herkesi, insanlığından utandıracak zulmün sonunu merak edenler, Yahudilerin Peygamberimizden sonraki durumuna işaret eden İsra Sûresinin 4 ve 5. ayetlerinin devamı olan 7. İsra ayetini dikkatle okusunlar.
“Vaatlerden ikincisinin (başkaldırmanızın) ceza vakti geldiğinde (öyle kullar göndeririz ki) yüzlerinizi kötü duruma soksunlar (üzüntüden suratlarınızın asılmasına sebep olsunlar) ve ilk kez girdikleri gibi yine Mescid'e (Kudüs'e) girsinler ve ele geçirdiklerini mahvetsinler.”
Cenab-ı Hakk'ın Yahudilerin bir gün galip gelerek, yeniden devlet kuracaklarını bizlere bildirdiği İsra 6. ayetten sonra gelen İsra 7'de, bu devlet zulmünün bir gün biteceği ve Müslümanların ilk defa olduğu gibi tekrar Mescid-i Aksa'ya girerek Yahudileri cezalandıracağı ve onların yüz hatlarının çok kötü bir hale geleceğini bizlere müjdelenmektedir. Dikkat edilirse, Müslümanların tekrar Mescid-i Aksa'ya gireceği ifadesinde; Mescid'in Yahudilerin işgalinde olacağı da anlatılmaktadır. Nitekim Mescid-i Aksa, 1967 yılında Yahudilerin eline geçmiştir.
• İsra suresinin sonunda da Yahudilerin ikinci fesadı ile ilgili bir başka ayet yer almaktadır:

“Sonra İsrailoğullarına bu memlekette siz oturun, diğerinin vakti gelince, hepinizi bir araya getiririz” dedik. (İsra 104.)

Bu ayetin metninde geçen ‘lefife' kelimesinin Arapça manası ‘muhtelif topluluklar' demektir ki, 1948'de İsrail'i kuran Yahudi göçmenler, muhtelif topluluklar halinde dünyanın her tarafından FİLİSTİN'e gelmişler ve 14 Mayıs 1948 gecesinde İsrail Devletini kurmuşlardı. (Jerusalem Post 10 Ağustos 1967) Cifir ilmine vakıf olanlar, bu ayetteki ‘lefife' kelimesinin yılı, ayı ve gününe varana kadar İsrail Devletinin kuruluş tarihini gösterdiğini çok iyi bilirler.
İsra Sûresine ait ayetlerin tefsirinden sonra, yazımızı şu Hadîs-i Şerif ile sürdürüyoruz.
Evet, Ahirzaman peygamberi buyuruyor:
“Müslümanlar, Yahudilerle harp etmedikçe kıyamet kopmayacak. Harp olacak ve Müslümanlar onları yenip öldürecekler. Öyle ki, Yahudiler ağaç ve taşların arkasına saklanacaklar, o ağaç ve taşlar konuşarak, “Ey Müslüman, ey Allah'ın kulu, arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür,” diyecek. Sadece ⁄arkad ağacı haber vermeyecek, çünkü bu ağaç, onların ağacıdır.” (Ennihaye, cilt 1, shf. 87, 103, 104, 117, İbni Mace, cild: 2, shf: 1363; Müslim, cild: 4 Shf: 2239)
Hadiste adı geçen ⁄arkad ağacı. Kamus'ta “Sincan Dikeni” veya “Yahudi ağacı” olarak belirtilir. Anadolu'nun muhtelif bölgelerinde ise Karaçalı, Karadiken, Kunar, Çalıtohumu, Çalıdikeni, Çeşmizen ve Hz. İsa Dikeni gibi çeşitli isimler altında tanınır. Boyu 2-3 m. olan bu ağacın Latince ismi “PALIURUS SPINA CHRISTI”dir.
Tehlikeli dikenlere sahip olan bu ağaç, Filistin havalisinde Yahudiler tarafından halen çok yaygın bir şekilde dikilmektedir...
“Onlar toplu olarak sizinle savaşmazlar ancak müstahkem şehirlerde yahut surların ardında sizinle savaşmak isterler. Kendi aralarındaki çekişmeleri oldukça çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri dağınıktır. Öyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur” (Haşr, 14)
Bundan yıllar önce gazetecilerin, İsrail Devleti'nin o günkü başbakanı Şimon Perez'e “Kur'an-ı Kerim, sizin devletinizin yıkılacağından haber veriyor” diye hatırlattıklarında, Perez şu cevabı vermişti:
“Kur'an'ın bahsettiği Müslümanlar gelsin, düşünürüz.” (Tercüman Gazetesi, Ergun Göze, 1986)

Yazımızı, İsra sûresinin 51. ayetiyle bitiriyoruz:
“Sana alaylı alaylı başını sallayacaklar ve ne zamandır, diyecekler. Sen, ‘yakında olması mümkündür' de.”
Allah CC selamı bereketi Rahmeti üzerinize olsun.”
Eğitimci Yazar Metin Alkan


Arama sözcükleri:yahudi meselesi, kuranda yahudiler, yahudi devletini yıkılacağı konusunda ayetler, yahudilerle ilgili ayet ve hadisler, Makaleler, 

Bu görüntüler ilk kez yayınlanıyor. Çanakkale Zaferi'nin 95. yıldönümünde Genelkurmay Başkanlığı, Galiçya ve Sina-Filistin cephelerini anlatan görüntü dökümanı dağıttı. Filistin Harekatı ve Galiçya Harekatlarını içeren görüntüler Genelkurmay Başkanlığı tarafından basın mensuplarına iletildi. Genelkurmay Başkanlığı görüntülerle birlikte ilettiği bilgi notunda şunlara yer verdi: "Birinci Dünya Savaşı Türk Tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. 14 Kasım 1914'te savaşa giren Osmanlı Devletinin savaşmak zorunda kaldığı Galiçya ve Sina-Filistin cephelerinde Türk Ordusunun gösterdiği kahramanlık dillere destandır.
osmanli askeri