Osmanlı sokaklarında dolaşırken o güzelim cumbalı ahşap evlerin pencerelerinde çiçekler görülürdü. Onlara da çeşitli mânâlar yüklenmişti. Meselâ pencerenin önündeki sarı çiçek; "Bu evde bir hasta var, lütfen gürültü yapmadan mümkün olduğunca sessiz geçin." mânâsına gelmekteydi. Çiçek kırmızı ise; "Bu evde evlenme çağına gelmiş genç bir kızımız var, sakın ola kötü bir söz edip de, onun kalbini ve ruhunu incitmeyin." demekti.
Evlerin kapı tokmakları, penceredeki çiçeklerin gösterdiği mânâdan geri değildi. Kapı tokmakları çift halkadan müteşekkildi. Bunlardan, aslan başı motifli ve büyük olanı kalın, çiçek motifli ve küçük olanı da ince ses çıkartırdı. Eğer eve bir erkek misafir gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatır, içerdeki ev sahibi gelenin beyefendi olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açar, bey yoksa mahremiyete uygun olarak kapı açılırdı. İnce sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı.
Mahalleli arasında bir ihtilâf çıkarsa, kadıya gitmeden önce imama gidilir, imam da meseleyi hukukî olarak çözmeden önce, sulh yolunu tavsiye eder ve yapılan tavsiyeye de ekseriyetle uyulurdu.
Komşu hanımlarca, mahalleye yeni taşınan bir aileye, "Hoş geldiniz, safalar getirdiniz"e gidilir, çocukların başı okşanır, ebeveynlerine de "Allah size ne güzel güller vermiş." diye iltifat edilirdi. Evin çocukları büyük ise, el işlemeli tablo götürülürdü.
Mahallede birisi öldüğünde, cenaze evine ilk önce kıble istikâmetindeki komşusundan olmak üzere, bir hafta, on gün yemek yollanır, kimse onlara işittirecek tarzda gülüp, eğlenmezdi. Böylece komşunun acısına ortak olunurdu.
Esnaf bağırıp çağırmaz, müşteri rahatsız edilmezdi. Ayrıca esnaf, müşteriye bir ev sahibi gibi muamele eder, çeşitli ikramlarda bulunur, sonra alış-verişe geçilirdi. Ölçü ve tartıda hile yapılmaz, kalitesiz mal kaliteli diye satılmaz, malın ayıbı ve kusuru alıcıya önceden söylenirdi.
Ailedeki saygınlığı bir başka açıdan Fransız şairi Pierre Loti’de dile getirmiş: “Dünyanın hiçbir evinde, bir erkek hanımına bu derece saygılı ve hayran olamaz! Bu gerçeğin sırrı, Osmanlı evinin, kadını tarafından hazırlanışındadır.
Velhasıl, bu muhteşem medeniyet; Cemil Meriç 'in ifadesiyle "büyük adam değil, insan-ı kâmil ve mükemmel bir toplum" yetiştirmişti.
Hamidiye Etfal Hastanesiiçin hiçbir fedakarlıktançekinmeyen II. Abdülhamid, 1902 yılında Afyon’da çıkmakta olan Karahisar-ı SahipMadensuyunun imtiyazını hastaneye ihsanetmişti.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra bu defa Afyonkarahisar il özel idaresine verildi. 1924’ten itibaren özel kişilerce kiralanıp çalıştırıldı.
Atatürk’ün emirleriyle 17 Ekim 1926 tarihinde imtiyaz hakkı Kızılay’averildi. Günümüzde “Kızılay Madensuyu”adıyla satılmaktadır.
Hastanenin gelişmesi için hiçbir fedakarlıktançekinmeyen II. Abdülhamid, 1902 yılındaAfyon’da çıkmakta olan Karahisar-ı SahipMadensuyunun imtiyazını hastaneye ihsanetmişti.
Bu madensuyunu incelemek amacıyla Afyon’a gönderilen Bakteriyolog Ömer Fuat Bey’in 25 Kasım 1902 günü kaynaktan aldığı 120 şişe su hastane kimyageri Dr. Ali RızaBey tarafından analiz edilmişti. Dr. Ali Rıza Bey 2 Ocak 1903 tarihli raporunda; bu suyun mide, barsak, karaciğer, böbrek ve mesane hastalıklarıyla deri hastalıklarına ve göğüs hastalıklarına şifalı etkilerde bulunabileceğini bildirmişti.
Analiz detaylarını; Taşpınar Yerel Tarih ve Kültür Dergisi Aralık 2012 Sayı 9 Sayfa 4 Hasan Özpunar kalemi ile kamsamlı olarak inleleyebilirsiniz.
Bu rapordan sonra madensuyu ile, Hamidiye Etfal Hastanesi ile Yıldız ve Gümüşsuyu Hastanelerinde hastalar üzerinde klinik deneyler yapılmış ve bu hastanelerin sağlık kurullarıyla yararlı olduğu onaylanmıştı. Bu raporlarla analiz sonuçlarını gören Padişah, madensuyunun idaresini, damga-pul-rıhtımgümrük vergilerinden muaf tutulmasını ve Anadolu Şimendiferiyle ücretsiz naklini emretmişti.
İbrahim Paşa’nın memba koruma binaları ve depo yapımı hakkındaki önerilerini dikkate alan Nafıa Nezareti, Kimyager Ali Rıza Bey, Nafıa Nezareti mühendislerinden Tevfik Bey ile saray mimarlarından Frans Niebermann’ı Afyon’a göndermişti. Padişah bu komisyonun verdiği 18 Temmuz 1903 tarihli rapor ile ekli plan ve projelerin yerine getirilmesini emredince bu kez hastane hekimlerinin çoğunlukta olduğu bir “Madensuları Komisyonu” kurulmuştu
Bu arada mühendislerden oluşan bir heyet de memba ve yöresinin jeolojik durumunu tetkik etmişti. İstanbul’daki hastanelerde madensuyunun klinik deneyleri devam ederken Paris ve Bonn’a gönderilen örneklerin analiz raporlarında Karahisar madensuyunun Avrupa ülkelerindeki madensularından daha üstün ve sağlığa yararlı olduğu bildirilmişti.170 Hastanede yatan hastalara da gerektiğinde Karahisar Madensuyu dağıtılırdı.
171 Padişahın isteği üzerine Anadolu Osmanlı Demiryolu Şirketi, memba suyunun kaynağı olan Afyonkarahisar Kazlıgöl’de bulunacak olan iki memura ücretsiz gidip gelmeleri için paso vermiş, madensuyu sandıklarını Kazlıgöl’den Haydarpaşa’ya nakletmeyi ve şişelerin iadesini de ücretsiz olarak yapmayı kabul etmişti (1903).
“Hamidiye Etfal Hastane-i Âlisi’nin Karahisar-ı Sahip Madensuyu” başlıklı ilanlarda, bu madensuyunun; mide hazımsızlıklarına, böbrek kumlarına, karaciğer ve göğüs nezlelerine, cilt ve mesane hastalıklarına, müzmin romatizma ve nikrise şifalı etkisi olduğu ve İstanbul’daki bütün eczanelerde satıldığı belirtiliyordu.
Hastanenin katıldığı Tourcoing Sergisinde(Fransa) Afyonkarahisar madensuyu birincilik mükâfatını kazanmıştı (1906). Madensuyunun imtiyazı, II. Meşrutiyet’tensonra hastanenin idaresi ile birlikte 14 Ekim 1909 (1 Teşrinievvel 1325) tarihinde Müessesat-ı Sıhhiye-i Hayriye Müdüriyeti’ne geçti. Bir süre bu müessese tarafından idare edildi. İlânlarda, “Kâffe-i menâfi ve hasılatı Müessesât-ı Hayriye-i Sıhhıye’ye ait Karahisar Madensuyu” ifadesi ile tanıtılıyordu.
İstanbul’da bütün ecza depolarıyla eczanelerde, tanınmış bakkaliye mağazalarında ve köprü üzerindeki satış şubesinde bulunuyordu.174 Meclis-iVükelâ’nın 10 Ekim 1912 tarihinde aldığı karar uyarınca madensuyunun imtiyazı yeniden Şişli Etfal Hastahanesi’ne geçti.1 I. Dünya Savaşı’ndan sonra bu defa Afyonkarahisar il özel idaresine verildi. 1924’ten itibaren özel kişilerce kiralanıp çalıştırıldı. Atatürk’ün emirleriyle 17 Ekim 1926 tarihinde imtiyaz hakkı Kızılay’averildi. Günümüzde “Kızılay Madensuyu”adıyla satılmaktadır.
Atatürk’ün emirleriyle 17 Ekim 1926 tarihinde imtiyaz hakkı Kızılay’averildi. Günümüzde “Kızılay Madensuyu”adıyla satılmaktadır.
1935 yılına ait bir reklam
Karahisar Madensuyu (Kızılay); Tarihi, Döneme ait fotoğraflar,gazete haberleri hakkında kapsamlı bilgi için Taşpınar Yerel Tarih ve Kültür Dergisi Aralık 2012 Sayı 9 Osmanlı’dan Bugüne Karahisar Maden Suyu Sayfa 4 Hasan Özpunar kalemi ile kamsamlı olarak inleleyebilirsiniz.
Mehmed Orhan Osmanoğlu (Şehzade-i civan-baht, asaletlu, necabetlu Mehmed Orhan Efendi);
Osmanlı hükümdarı II. Abdülhamit'in torunudur. Şehzade Mehmed Abdülkadir Efendi'nin oğludur.
10 Kasım 1909 tarihinde Üsküdar' da doğdu, Galatasaray Lisesinden (Mekteb-i Sultani) mezun oldu ve Harp Okuluna devam etti.
15 yaşındayken ailesiyle beraber sürgüne gönderildi.
2. Dünya Savaşı yıllarında Arnavutluk kralı Zogo'nun yaverliğini yaptı ve Arnavutluk Hava Kuvvetlerinde Yüzbaşı rütbesiyle bir süre pilot olarak görev aldı.
İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Macarca, Arapça, Portekizce ve Türkçe olmak üzere 9 lisan biliyordu.
Paris'teki Amerikan Askeri Mezarlığında rehberlik olan son işinden emekli oldu ve Güney Fransa'daki Nice şehrine yerleşti.
Kuzeni Şehzade Ali Vâsıb Osmanoğlu'nun vefatıyla 1983 yılında Hanedan reisi (Son Osmanlı) oldu. 1991 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını aldı.
Mehmed Orhan Osmanoğlu, yaşamını ve 70 senelik sürgününü, Nice'deki tek odalı evinde 1994'ün 12 Mart akşamı noktaladı.
1933 baskı Atatürk emriyle yazdırılan liseler için TARİH kitabı, içinde Atatürk'ün İSLAM DİNİ hakkında olumsuz,ağır ve kötü düşünceleri...
İLK BASKISI 1931 Yılında Basılan 4 Ciltlik Bir Tarih Kitabı. İKİNCİ BASKISI 1933 yapılan 2. Cildi TARİH - Orta Zamanlar TÜRK TARİH TETKİK CEMİYETİ
Mustafa Kemal Atatürk'ün Peygamberimiz ve Kur'an ı Vahiyi SORGULADIĞI TARİH kitabı…
Kitaptan Bölümler:
-Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir.
-Muhammet, Medine’de yerleştikten ve az çok teşkilat yaptıktan sonra Mekke ile Suriye arasında gelip giden tüccar kervanlarına tecavüzlere başlamıştı.
-Kabe, mikap yani tavla zarı şeklinde demektir.
-Bu uydurmalara göre İbrahim karısı Hacer ile oğlu İsmail'i buraya getirmişti. Zemzem'de onlar için fışkırmıştı. İbrahim oğlu İsmail ile birlikte Kabe'yi bina etmişlerdi.
-Bunların hepsi, bittabi sonradan uydurulmuş masallardır. -
Muhammet birdenbire Allah'ın Resulüyüm diye ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur
-Bütün iptidai (ilkel) kavimler gibi, Araplar da, şairlerin akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı.
-“Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcına dair bir çok rivayet vardır.Bunlar pek çok efsaneyle karışmıştır. Hakikatte peygamberin ilk söylediği Kur’an ayetlerinin ne olduğu kati surette malum değildir. Muhammet Uzun Bir devirdeki Tefekkürlerin (düşünmelerin) mahsulü olan ayetleri luzüm ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu (anlatıyordu). Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi. Muhammedi harekete getiren ilk amil bu samimi heyecanlar olmuştur. .... Muhammet başlangıçta doğaçtan dini hitabette bulunan bir "vaiz" oldu. Muhammed vaizlikten "nebiliğe", nebilikten nihayet "Allah’ın resulü" haline geçti...”
Artık 30 Ağustos’lar, Yunan’ı denize döktüğümüz gün olarak hatırlanmıyor..Askerlerin görev değişikliği günü olarak hatırlanıyor..
Zaten “Yunan’ı denize dökmek” hikaye.
O bir “Müthiş Türkler efsanesi”.
Mustafa Kemal’in de dediği gibi “Geldikleri gibi gittiler..”
İlk kurşun da “Müthiş Türk efsanesi” idi. Zaten atılan kurşun ilk kurşun olmadığı gibi, Osman Nevres (Hasan Tahsin) de Türk değildi.. İlk kurşun o tarihte, İzmir’de Yunan’a karşı değil, daha önce Hatay-Dörtyol’da Fransızlara karşı sıkıldı.. İlk kurşun anıtı İzmir’e CHP’lilerin bir armağanı..
Ne Kurtuluş Savaşı İzmir’de Yunan işgalinin başlaması ile başladı, ne de son kurşun Yunanlılar giderken sıkıldı..
Yunanlılar 18 Mayıs 1919’da çıktı. 9 Eylül 1922 de gitti. 2 yıl gibi bir zaman kaldılar Anadolu’da.. İngilizlerin Anadoluyu terk etmeleri için daha yaklaşık 1 yıl gerek. İşgal devam etti. 2 Ekim 1923’de ayrıldı İngilizler İstanbul’dan hem de tek kurşun bile sıkılmadan..
30 Ağustos’ta aslında Anadolu’nun kurtuluşunu değil, Yunan’a karşı kazanılan zaferi kutluyoruz.. Asıl kutlamanın 2 Ekim’de yapılması gerek aslında ama, kimse o tarihi hatırlamıyor bile..
2 Ekim’i de kutlamayız, çünkü 2 Ekim’de (kimine göre 4 Ekim, ya da 2 Ekim’de çekilmeye başlamışlar, 4 Ekim’de çekilme sona ermiş.)
Tek kurşun bile sıkılmamış..
İngilizler “Biz gidiyoruz”, demiş ve gitmişler.
İstanbul’a girip yönetimi devralacak kimse yok ortalıkta; ancak 2 gün sonra 6 Ekim’de Selahattin Adil’in çevreden topladığı, asker elbisesi giydirilmiş vatandaşlar, vilayete gelip göndere bayrak çekmiş. Daha sonra da Anadolu’dan gelen birlikler İstanbul’a girmiş..
Resmi tarih kitaplarında yazmaz bunlar..
Neyini kutlayacaksınızbunun. Ama yine de 6 Ekim İstanbul’un kurtuluşu diye kutlanır.
Mustafa Kemal yok ki orada o zaman.
İtilaf Devletleri donanmaları 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’na dayanarak 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa önlerine demirleyip İstanbul’a girdiler. Fiilen gerçekleşmiş olan işgal, 16 Mart 1920 günü resmi işgale dönüştü.
İmzalanan Lozan Antlaşması gereğince de düşman askerleri altı hafta sonra İstanbul’dan ayrılacaklardı.4 Ekim 1923 günü şehirden ayrıldılar.
Şimdi 88 yıl sonra İzmir’in kurtuluşunu kutluyoruz..
Dikkat: Son düşmanın ülkeyi terketmesini ya da en büyük ilimiz olan İstanbul’un kurtuluşunu değil.
Zaten Kurtuluş Savaşı dediğin ne ki! Çete savaşlarını saymazsanız, hükümet kuvvetlerinin yönettiği 1.-2. İnönü (1. İnönü Savaşı tartışmalarıdır), Eskişehir-Afyonbölgesinde mevzi çatışmalar, Sakarya Meydan Muharebesi ve Başkumandanlık Meydan Muharebesi..
Ankara için “İrtica ile mücadele istila ile mücadeleden daha zor ve elzem bir hadise” idi.
Bursa kalesinde o günlerde dikilen bir taş sutun hâlâ tarihe tanıklık edercesine orada durmaktadır..
Sonuçta Mustafa Kemal’in dediği gibi, İstanbul’dan “Geldikleri gibi gittiler”. Hem de tek kurşun sıkmadan.. Yunan’ı denize dökme konusu da artık pek konuşulmuyor. Getirenler, getirdikleri gibi götürdüler Yunan askerlerini sonuçta..
26 Ağustos 1922’de Afyonkarahisar-Kocatepe’debaşlayan Büyük Taarruz , 9 Eylül 1922’de İzmir’in Yunan işgalinden kurtarılmasıylasonuçlanır.
Başkomutan Meydan Muharebesi, “Kütahya Dumlupınar yakınında 30 Ağustos 1922’de Türk ve Yunan orduları çıkan çatışmayla başlar.. Burada ilginç olan 26 Ağustos ile 9 Eylül arasında 14 gün var.
Kütahya’dan İzmir’e 450 km.’lik bir mesafe var, düz gidilirse. Yol yok. Motorize değiller. Askerler süvari ya da yaya.. Bir günde en çok teçhizatlı bir birliğin o günkü şartlarda hiç dinlenmeden yol alması halinde en fazla günde 30 km. yol katetmesi mümkün..
Ortada mucizevi bir durum olduğu hemen görülüyor.. Ya da Afyon-Kütahya bölgesindeki çatışmaların dışında zaman kaybına sebeb olan bir savaş olmadı. Yunan tabana kuvvet kaçtı, bizimkiler kovaladı.. Yoksa Sakarya’daki bir çatışma tek başına, bir boğazda 22 gün ve 22 gece sürdü.
Mesela 26 Ağustos gecesi başlayan çatışma, 5. Süvari Kolordusu Ahır Dağları üzerindeki Yunanların gece savunmadığı Ballıkaya mevkiinden sızma yaparak Yunan hatlarının gerisine intikale başlamıştır. İntikalin bütün gece sabaha kadar sürmesi sonucu, bu cephede ileri harekâtın bir gün sonra başladığını gösteriyor.
27 Ağustos sabaha karşı Tınaztepe, Erkmentepe ve Kurtkaya tepesinin düşürülmesi neticesinde 4. Piyade Tümeni’nin dağılması, 1. Piyade Tümeni’nin ağır kayıplarla geri çekilmesi Yunan cephesinin 27 Ağustos öğle saatlerinde tamamen çökmesine yol açmıştır. Bu çatışmaların 28 Ağustos’a kadar sürdüğünü gösteriyor.
Hatta 28 Ağustos-30 Ağustos sabahı arasında Türk birlikleri ile çekilen Yunan birlikleri arasında yer yer şiddetli çatışmalar çıkmış, Yunan birliklerinin Türk kuvvetlerinin takibinden kurtulamaması, mevzi almalarına engel olmuştur.
30 Ağustos günü akşam saat 19.30’a kadar süren bugün Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak bilinen büyük çarpışmalarda Yunan birlikleri imha edilip dağıtılmıştır.
Bu muharebede Yunan 4. ve 12. Tümenleri tamamen, 5. ve 9. Tümenleri kısmen imha olmuştur. 9 Eylül’e 10 gün kaldı..
Peki bu savaşta kaç şehid verdik? Kaç yaralımız var? Mesela Sakarya’daki durum meydanda. 100 km.’lik bir alanda meydana gelen savaşta bizim tarafın şehid sayısı 5.700, yaralı 17.700, tutsak 415 idi.
9 Alay komutanı öldü. Yaralılar, Yunan ordusunun kaybı subay ve er olarak 15.000 ölü verdiler. Yaralı sayısı 25.000 kadardı. Burada Yunan ordusunun askerinin üçte birini kaybettiği hesaplanıyor.
Bizim toplam muharip mevcudumuz 88.000 piyade, 12.000 süvari ve 137 top idi.
Bu savaş 9 Eylül’de İzmir, 17 Eylül’de Bandırma’dan kalan Yunan birliklerinin tahliyesi ile son bulmuştur. Aynı gün 9 Eylül 1922 sabahı Ahmet Zeki (Soydemir) komutasındaki 2. Süvari Fırkası, ardından Mürsel (Bakü) komutasındaki 1. Süvari Fırkası birlikleri İzmir şehrine girmiştir.
Albay Reşat (Çiğiltepe) hikayeleri üzerine tarih bina ediyoruz bu arada.. Mustafa Kemal, Albay Reşat’a tepenin alınmasını emreder. Albay, “Yarım saate kadar alırız” der.
Ama yarım saat dolduğunda henüz tepe alınmamıştır fakat çatışma devam etmektedir. Albay verdiği sözde duramadığı için savaş sırasında intihar eder. Ama komutanı intihar etmiş askerler savaşmayı sürdürür ve 45 dakika sonra tepe alınır.
Adam çatışma devam ederken, verdiği sözde duramadığı için askerlerini kendi haline bırakıp intihar eder ve kahraman olur. Komutanlarını kaybeden askerler ise zafer kazanır.
Keşke tarihi, övgü ya da sövgü kitabı olmaktan çıkartıp, kahramanlar üretme aracı yapmadan, efradına cami, ağyarına mani bir anlayışla olduğu gibi anlatsak. Yunan hükümetinin kendi çocuklarına anlattığı tarih böyle değil..
Yunanların İzmir’de denize dökülmesinden sonra Fahrettin Paşa komutasındaki Türk Süvari birliği hızla Çanakkale’ye doğru ilerlemeye başladı ama, bu taarruz durduruldu..
Bundan sonraki gelişmeleri biliyorsunuz.. Anadolu’nun işgalinin sonuna gelinmedi ama, biz 30 Ağustos’u kutlamaya devam ediyoruz..
Mustafa Kemal İzmir’e geldikten sonra, meraklıları ilk birkaç gününü izlese iyi ederler.. Ben olaya sadece, bir de farklı açıdan bakmak istedim..
Selahaddin Adil Paşa İstanbul'da işgal devletleri temsilcileri ile vedalaşıyor.
Resmi tarih, İstiklal Savaşı'ndan sonra İngilizler başta olmak üzere işgal kuvvetlerini İstanbul'dan nasıl başları önlerinde çıkarttığımızı yazar.
Ne de olsa fena halde yenik ve eziktirler karşımızda. Nitekim muzaffer Türk ordusu 6 Ekim 1923 günü İstanbul'a girmiş ve şehri 5 yıla yakın süren düşman işgalinden kurtarmıştır.
Artık değişmesi şart olan tarih kitaplarımızda böyle yazar yazmasına ama gerçekler aynı kanaatte değildir. Aslında İtilaf devletlerinin silahlı kuvvetleri, resmi geçit törenleri ve centilmenlere yakışır "garden party"lerle veda etmişler, halkın alkışları arasında bayrağımızı selamlayarak Dolmabahçe rıhtımında kendilerini bekleyen "Arabic" adlı vapura binmişler ve sevinç içinde el sallayarak İstanbul'dan ayrılmışlardı.
Hangi tarihte peki? Herkes gibi '6 Ekim'de' diyorsanız yanılıyorsunuz. Doğru cevap için ise biraz sabrınızı istirham edeceğim. Çünkü daha önce hatırlatmam gereken bazı önemli noktalar bulunuyor.
Öncelikle şunu belirtelim ki, işgal kuvvetlerinin İstanbul'u terk edişi ile Lozan Antlaşması'nın imzalanması olayları arasında sandığımızdan da yakın bir bağ mevcuttur. Yani Lozan imzalanana kadar işgal devam etmişti, hatta sonrasında da 2,5 aya yakın bir süre işgalciler başkentimizden gitmemişlerdi.
Hemen araya girip söyleyeyim: Ankara'nın 13 Ekim'de başkent oluşu İtilaf kuvvetlerinin gidişinden bir hafta kadar sonraya rastlar, yani Lozan imzalandığında İstanbul hâlâ payitahttır ve bir maddesinde de Hilafet merkezinin İstanbul olduğu açıkça yazılıdır.
O zaman şunu sormak hakkımızdır diye düşünüyorum: Ankara'yı başkent yapmakla Lozan'ı ilk delen biz mi olduk yoksa? Hani Lozan ilk imzalandığı haliyle dimdik ayaktaydı? Aslında Lozan defalarca delinmiştir. Hatta Montrö bir yana, belki de Lozan'ın lehimize asıl delinişi, "Kanalistanbul" projesiyle gerçekleşecektir. Böylece Boğaziçi, 1918'den bu yana ilk defa tam olarak egemenliğimiz altına girecektir.
Konumuza dönecek olursak, şehrin boşaltılması sırasında İstanbul Komutanı olarak görev yapan Selahaddin Adil Paşa'nın "Hayat Mücadelelerim" adlı hatıralarında (1982) o günler içeriden ve ayrıntılı bir şekilde anlatılır. (Maalesef bu hatıratın orijinali, Paşa'nın oğlu Semuh Adil Bey'in ifadesiyle Kemal Ilıcak'ın yalısında kaybolmuştur.)
Görevine Halife Abdülmecid'in biat töreniyle başlayan Selahaddin Adil Paşa, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nın hükümlerine uygun olarak bir ay sonra (23 Ağustos) TBMM Lozan'ı onaylayacak ve ancak o zaman İtilaf kuvvetleri denklerini toplamaya başlayacaklardır. (İngiltere parlamentosunun onayı ise eylülde gelecektir.) 25 Ağustos'ta işgal kuvvetleri hazırlığa başlamış, binaları teslim etmektedirler birer ikişer. Boşaltma 1,5 ayda tamamlanacak ve son gün dostane bir tören düzenlenecektir. Bundan sonrasını S. Adil Paşa'nın hatıratından takip edelim (sayfa 424):
"General Harrington tarafından İtilaf devletleri orduları namına 29 Ağustos'ta Türk ordusu için Sumer Palas'ta bir çay ziyafeti verilerek İstanbul'daki askeri, sivil birçok kişi çağrılmış ve kumandanlıkça (yani Türk tarafınca) da 19 Eylül 1923'te Beykoz Parkı'nda bir garden parti ile buna karşılık verilmişti."
S. Adil Paşa bundan sonra ordumuzun İstanbul'a girişi için de hazırlık yaptıklarını ve eylül sonuna kadar işgal kuvvetlerinin binaları teslim işinin sürdüğünü, birliklerin de büyük ölçüde karargâh heyetleri hariç- ülkelerine yollandığını anlatıyor.
Nihayet 2 Ekim günü İtilaf devletlerinin Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince el koydukları bütün cephane ve savaş malzemesinin Türk hükümetine teslim edildiğine dair belge imzalandıktan sonra artık resmi işlemlerin tamamlandığını yazan Paşa, aynı gün, yani 2 Ekim 1923 günü işgal kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini de şöyle anlatıyor (s. 425):
"Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmiş ve yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlanarak yabancı kumandanlar cami rıhtımına kadar uğurlanmış ve burada rıhtıma yanaşan bir motorla Fındıklı açıklarında beklemekte olan Arabic vapuruna gitmişlerdi. Bu suretle de İstanbul işgaline kesinlikle son verilmişti."
Bizzat İstanbul'u teslim alan komutanın ağzından aktardığım yukarıdaki satırlar İtilaf kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini belge değerinde bir anlatımla ortaya koyuyor. Yalnız o soruyu unutmadınız umarım: 'Hangi tarihte?' diye sormuştuk. Resmi tarih 6 Ekim diyor, S. Adil Paşa ise 2 Ekim.
Doğrusu, İtilaf güçleri 2 Ekim'de çekip gitmişlerdi ama onları göndermenin şerefi Selahaddin Adil Paşa gibi bir muhalife kalmasın diye resmi tarihte Türk ordusunun İstanbul'a giriş tarihi esas alındı ve adı yalnız İstiklal Savaşı'ndan değil, 18 Mart'ın gerçek kahramanı olduğu Çanakkale Zaferi tarihinden bile silindi.
Kızıl Orduya teslim edilen sığınmacıların hali, Türkiye tarafından dürbünle seyredenlerin ifadesine göre şöyle cereyan etmiştir ;
“Sovyet askerleri, etraflarını sardılar. Düz bir çayırlığa götürdüler. Gümrü tarafından bir otomobil geldi. Arabadan iki adam indi. Gençleri toplayıp, ellerini kollarını sallayarak bir şeyler konuştular. Ama ne konuştukları bilinmiyor. Yarım saatlik bir konuşmanın ardından Gümrü tarafından üç tank çıktı. Hepsini üç sıraya dizdiler. Sadece iki kadını ayırıp otomobil ile gönderdiler. Tanklarla sıra başlarından gençleri acımadan ezmeye başladılar. Kaçmaya çalışanları askerler süngüleyip tankların altına atıyordu. Onları oracıkta katlettiler.” (Kadir Dikbaş Zaman 3—6 Şubat 1990)
İsmet İnönü Azeri Kardeşlerimizi Ruslara Teslim Etti
1944 yılında, "Milli Şef" döneminde Azerbaycan'dan kaçarak Türkiye'ye sığınan 146 Azerbaycan Türkü aydının Stalin'e geri verilmesi ve kurşunlanarak öldürülmeleri tarihe "Boraltan Köprüsü Vakası" olarak geçmiştir.
1944 yılında Türkistan, Sovyet Rusya'sı tarafından işgal edilmişti. Sovyet rejimi kendisine karşı tehlike olarak gördüğü her şeyi yok etmeye kararlıydı. Özellikle Türklerin yaşadığı ülkelerde taş üstünde taş bırakmayan Sovyet rejimi Azerbaycan'daki Türkleri de hedef almıştı. Sovyet rejiminin katliamlarından kaçarak kendilerine "anayurt" olarak gördükleri Türkiye'ye sığınmak isteyen 146 tane Azerbaycanlı aydın tarihe geçen bir olayın aktörleri oluyor.
Azerbaycan'daki Sovyet birliklerinden kaçmayı başaran aydınlar, Iğdır'daki sınır kapısına yakın yerdeki Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsü'nü geçerek Türk sınır karakoluna sığınıyor.
Türkiye'de "Milli Şef" döneminin yaşandığı yıllara denk gelen olayda, 146 Azerbaycanlı'nın Türkiye'ye sığındığını duyan Sovyetler hükümeti, bu kişilerin derhal SSCB'ye iadesini istiyor.
Türkiye'ye sığınan Azerbaycan Türkleri, kuşkusuz kendilerinin azılı Rus askerlerine geri verileceğine ihtimal bile vermiyorlardı. Azerbaycanlı sığınmacılar Türkiye'ye sığınarak kurtulduklarını düşünüyorlardı.
Sovyetler'den gelen istek üzerine karakoldaki askerler panik içinde Ankara ile temasa geçiyor ve sığınmacıların geri verilip verilmeyeceği ile ilgili bilgi almak istiyor. Hem Türk askerleri hem de sığınmacılar, öz yurtlarının böyle vatan sevdalısı kardeşlerimize kucak açacağından emin bir şekilde Ankara'dan gelecek cevabı bekliyorlar. Ankara'dan gelen cevap herkesin tüylerini ürpertiyor:
ANKARA: ESİRLERİ İADE EDİN
Bu korkunç cevap, herkeste bir korku ve şaşkınlık uyandırıyor ve Ankara'nın cevabı tekrar isteniyor. Fakat sonuç aynı: "Ülkelerine iade edin!"
BİZİ ÖLDÜRÜN GERİ VERMEYİN
Azerbaycanlılar, bu cevap karşısında "Lütfen bizi o azılı düşmanlara teslim etmeyin, bizi siz öldürün. Kendi vatanımızda, kendi bayrağımızın altında ölmüş oluruz" deseler de, karakol komutanı içini kan ağlaya ağlaya 146 sığınmacıyı yeniden Sovyet Rusya'sına, eslim etmek zorunda kalıyor. Ruslara zorlukla teslim olan 146 Türk evladı, hemen elleri ayakları bağlanarak oracıkta, Türk askerlerinin gözleri önünde kurşuna dizilerek öldürülüyor