-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
---------------------------------------------------------------------------------
------------------------------------------------------------------------------------
ALINTI...
---------------------------------------------------------------------------
DİN DEĞERLERİNİ LOZAN,DA NASIL SATTILAR
Lozan görüşmeleri 20 Kasım 1922’de başladı. “Zafer” olarak sunulan “Lozan”, aslında büyük bir “hezimet”ti. Görüşmelerin başlangıç yıldönümü vesilesiyle dikkatleri “Lozan’da İslam’ın nasıl satıldığı”na çekmek istiyorum.
“Siz Türkiye’nin mülki tamamiyetini kabul edin, ben onlara İslam’ı ve İslam temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.”
Lozan’da İsmet İnönü ile çok yakın olan Yahudi Hahambaşısı Nahum, Lord Curzon’a böyle diyordu. Hahambaşı Nahum ne demek istemişti? Lozan’dan sonra yapılan “devrimler” ve “Andlaşma metni” incelendiğinde,Hahambaşı’nın ne demek istediği ve taahhüdünün nasıl da yerine getirildiği görülecektir.
Gerçekten de Lozan’dan sonraki birkaç yıl içinde İslam’ın bütün kurumları ve yasaları hayata amir olmaktan uzaklaştırılmış, Hahambaşı’nın taahhüdü yerine getirilerek İslam ayaklar altında çiğnenmişti.
Çiğneyenler mi? Onlar “büyük kurtarıcılar”dı!
Lozan görüşmelerinde İsmet İnönü’nün, İngilizlerle “pazarlık” yaparak “gizli bir anlaşma”yla “Hilafet’i kaldırma sözü” verdiği pek çok kaynakta belgeleriyle yer alıyor. İslam’ın hukuki, siyasi, sosyal ve iktisadi düzeninin tamamen kaldırılarak Batı’nın bu alandaki düzeninin alınacağı bizzat Lozan’da kabul edilmiştir.
Lozan’da İnönü’nün yanından ayrılmayan Haham Nahum, İzmir İktisat Kongresi’nde M. Kemal’le görüşmesinin ardından alınan Kongre kararlarıyla “İslam iktisat modeli” terk edilerek “Liberalizm” benimsenmişti. O sıralarda Lord Curzon’un, “barışın Hilafet’in kaldırılmasıylamümkün olabileceği” mesajı da Ankara’ya iletilmişti.
Lozan sonrası “azınlıklar”a birçok “ayrıcalık” verilirken, Osmanlı ve İslam Tarihi dersleri kaldırılıp yerine daha düne kadar Anadolu’yu ırz ve namusu ile birlikte yağmalayan Yunanlıların “Medeniyet Tarihi” ders olarak okutulmaya başlanır. Milli Eğitim Bakanlığı, “İslami kaynaklar”ın yasaklandığı dönemde “Batı Klasikleri”ni tercüme ettirerek, “Yunan ve Batı düşüncesi”ni zorunlu ders olarak müfredata sokar, böylece Lozan’da üstlenilen görev(!)in bir kısmı yerine getirilir. Kalanı da ardı ardına gelecektir.
M. Kemal’in yaptığı devrimin en önemlilerinden olan “şahıs, aile, borçlar, miras” gibi hususları kapsayan “Medeni Hukuk” devrimi, aslında Lozan’ın gereğidir. Andlaşmaya göre, azınlıklara “medeni” ve “siyasi” sahada “müslümanlarla eşitlik” temin edilecektir. Bunun anlamı, “Medeni Hukuk”un azınlıklara göre olacağıdır ve nitekim, İsviçre Medeni Kanunu tercüme edilerek müslümanlara dayatılır. Bunu Cumhuriyet devri “Uluslararası Hukuk” profesörlerinden M. Cemil Bilsel, 1933 basımı “Lozan” adlı kitabında şöyle ifade eder:
“Azınlıklar meselesi nedeniyle Lozan görüşmeleri kesilme tehlikesine girince, İsmet İnönü, müttefiklere söz verdi ki, Türkiye barış sonunda.... Avrupa devletlerinin kabul ettiği esaslara göre, müslüman olmayan azınlıkların haklarını tanıyıp, umumi af ilan edecektir. ....Böylece İnönü, teslim bayrağını çekmiş oluyordu.”
Yeni Türk devletinin “Laik” olacağı, “Avrupa kurumları”nı alacağı Lozan’a giden Türk Heyeti üyelerinden Dr. Rıza Nur’un “Hatırat”ında itiraf şöyle ediliyor: “Konferansta “laik” tabirini kullandım. ...Kanun-u Medeni yapacağımızı, bunu Avrupa’dan alacağımızı, zaten dini devletten ayıracağımızı söyledim.”
Bu ifadeler, “Lozan’da İslam’ın satıldığı”nın resmi ağızdan itirafıdır. Sırf Avrupa’yı memnun ederek kendi iktidarlarını sağlama almak için, “müslüman çoğunluk”u “hıristiyan azınlıklar”ın hukukuna mahkûm etmek; bunun için de “Hilafet”i kaldırmak, “Laiklik”i ilan etmek, Avrupa’dan Medeni Kanun’u almak, bizzat Lozan’da taahhüt edilmiştir.
Ancak “bu taahhüde Batılılar inanamazlar.” Çünkü onlara göre, Türkiye’deki “müslümanların dini hukukları”nın kaldırılması imkânsızdır, herkese aynı kanunu tatbik etmek, hiç kimseyi memnun etmemek demektir. Ancak “dini satma”ya azmetmiş Türk Heyeti, “İslam Hukuku”nun kaldırılıp yerine “Avrupa hukuku”nun konulacağında ısrarcıdır. Avrupalılar bunu mümkün görmezlerken, Türk Heyeti diretip ille de hıristiyanlarınhukukunun müslümanlara tatbik edileceğinde ısrar ederek adeta onları ikna eder, “İslam Hukuku”nu satar.
Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılap Tarihi adlı eserinde, Lozan’da dinin nasıl satıldığına delil olabilecek şu ifadeleri kullanıyor: “Lozan Barış Andlaşması ile modern bir adli taşkilatla modern ve Laik kanunlar yapmak mecburiyetini de mukavelevi olarak yükümlenmiştik....”
Lozan Andlaşması’nın maddelerine geçmeden önce Türk Heyetinin 24 Temmuz 1923’te imzaladığı “Adaletin yönetimine İlişkin Açıklama”da, 5 yıl içinde hukuk, siyasal, sosyal ve toplumsal düzende tamamen İslam’dan uzaklaşıp Laikleşme öngörülür. Gerçekten de bu taahhüt yerine getirilir ve Lozan’dan sonraki 5 yıl içinde yapılan devrimlerle devlet tamamen dinden uzaklaştırılır.
Lozan Andlaşması’nın 37. maddesine göre, 38. maddeden 44. maddeye kadar olan maddeler Türkiye için Anayasa’dan üstün olacak; hiçbir mevzuat ve resmi işlem bu maddelere aykırı olamayacaktır. Nitekim Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı, “Uluslararası Hukuk Dersleri” adlı kitabında bunu şöyle ifade ediyor: “Anılan hükümlere aykırı herhangi bir iç hukuksal işlemin geçersizliğininöncelikle ulusal yargı organlarımız tarafından saptanması sözkonusu olacaktır.”
Anlaşılan o ki; Lozan’da İslam resmen satılmış, Türkiye için bir “Azınlıklar Rejimi” kurulmuştur. Lozan’da Türkiye bağımsızlığını elde etmemiş, bağımlılığını teyit etmiştir. O halde İstiklal Harbi sona ermemiştir. Birinci Meclis yeniden kurulmalı ve Devlet yeniden inşa edilmelidir. İslam’a göre...
KAYNAK;Faruk Köse / Yeni Akit
------------------------------------------------------------------
Sevr'i tartışmaya açma zamanı geldi mi?
"Bandırma vapuru" denilince aklınıza ne gelir? Tabii ki, şu dümeni kırık, pusulası bozuk, Atatürk'ü Samsun'a çıkaran "gazi" gemi.
İyi ama, aynı Bandırma'nın Samsun'dan dönünce işgal İstanbul'unda çeşitli hizmetlerde kullanıldığını,9 ay sonra bu defa Milli Mücadele'nin öncülerinden Yahya Kaptan ve çetesini yakalayıp öldürecek olan birlikleri Hereke limanına çıkaran "hain" gemi olduğu neden eklenmez? "Gazi" olunca iyi de, "hain" olunca kötü mü oldu Bandırma?
Tarih bizde olduğu gibi "seçmece" usulünde yazılınca, olgular da ister istemez iyi ve kötü diye ikiye ayrılır. "İyiler" çekmecesine girenler, öbürlerinden atılır, sonradan "ihanet" edenler de "kahramanlık" zirvesinden tepe takla yuvarlanırlar.
Bunları yaşadık yakın tarihte. Rauf Orbay gibi bir kahraman bile 10 yıl 'kürek' cezası almamış mıydı anlı şanlı İstiklal Mahkemesinden? Neyse, şimdilik bunları bırakalım da, şu günlerde 90. yıldönümü vesilesiyle yeniden gündeme getirilen Sevr'i neden hala tartışamadığımızı soralım.
Sevr Barış Projesi'nin tamamını okuyan var mıdır aramızda? (Bu arada Ankara Ticaret Odası Sevr'in tamamını Lozan'la beraber yayınladı, meraklılar kaçırmasın.)
'Barış projesi mi?' dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, yanlış okumadınız, Sevr bir 'barış projesi'ydi? Nereden mi çıkartıyorum? Hani şu hepinizin elinin altında olan ama bir türlü sonuna kadar okuyamadığınız "Nutuk"tan (ya da şimdilerde kesilip biçilerek iyice sulandırılan 'Söylev'den). Üzerinde yazdığı adıyla Gazi Mustafa Kemal "Nutuk"un sonlarında hem de 4-5 yerde Sevr'den 'proje' ("Söylev"de 'tasarı') olarak söz eder. Neden acaba?
Bunun sebebini Prof. Sina Akşin, 1983'te "Yaba" dergisine şöyle açıklamış:
"ABD 1919 sonunda Avrupa siyasetinden elini eteğini çekmek kararını aldı. İngiltere, Müslüman sömürgelerine ibret olsun diye Yunanistan'ı kendi uydusu yapıp Türkiye'yi ezmek kararındaydı. Fransa ve İtalya, onun müttefiki olarak bu karara katılıyor görünüyorlardı.Nitekim Sevres Antlaşması'nı birlikte yaptılar. Fakat anlaşılan kimse Sevres'i ciddiye almıyordu ki hiçbir devlet bu antlaşmayı onaylamadı. Sevres'i, garip bir şekilde, bile bile ölü doğurdular."
Kafanız mı karıştı? Olabilir. "Türkiye'nin Önünde Üç Model" adıyla 1997'de çıkan kitabının 42. sayfasında aynen böyle yazıyor Kemalist tarihçi Akşin.
Demek Sevr'i kimse, yani ne İngiltere, ne Fransa, ne de İtalya ciddiye almamış ve "garip bir şekilde bile bile ölü doğur"muşlar öyle mi? 'Öyleyse şimdiye kadar okuduklarımız masal mıydı?' diye sormayacak mıyız? Peki ya şu can sıkıcı gerçeklere ne diyeceksiniz?
1- Paris'e giden Osmanlı barış heyeti başkanı Tevfik Paşa bu 'antlaşma (muahede) projesi'nin 'bağımsızlık' ve hatta 'devlet' kavramlarıyla bağdaşmasının mümkün olmadığını söylemiştir.
2- Sevr şartlarının Türkiye'ye bildirilmesininüzerinden sadece 10 gün geçmiştir ki, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Sultanahmet meydanında düzenlenen mitingde kürsüye çıkıp ateşli bir konuşma yapmış ve projedeki şartların asla kabul edilemeyeceğinihaykırmıştır.
3- Sonradan adı haine çıkartılacak olan Ali Kemal "Peyam-ı Sabah"ta Sevr şartlarını lanetlemiş, Veliahd Abdülmecid Sevr'in Türkiye'yi köleleştireceğini iddia ederek karşı çıkmış, Sultan Vahdettin ise ondan "mecelle-i mesâib", yani 'musibetler belgesi' diye söz etmiştir. Gördüğünüz gibi içeride de Sevr'den memnun olan yok, dışarıda da. Öyleyse neden zorla imzalatıldı Sevr? Demek ki, Sevr'i Sevr'in içinde kalarak anlayamayız. Sevr'in dışında bir "Arşimed noktası" yakalamak zorundayız onu hakkıyla değerlendirebilmek için.
Şimdi gelelim Vahdettin'in Sevr'i imzalayıp imzalamadığı meselesine. İsterseniz bu konuyu ben değil, yukarıdaki bilgileri aktardığım Kemalist tarihçi Sina Akşin açıklasın ("İç Savaş ve Sevr'de Ölüm", T. İş Bankası Yayınları, 2010, s. 220 vd.):
"Vahdettin imzalattığı Sevr Antlaşması'nı hiçbir zaman onaylamadı (...) İlginç olan başka bir şey, sonbaharda Vahdettin'in kendisi de feragat "silahını" kullanmaya başladı. (...) De Robeck bu olasılık karşısında hayli heyecanlandı, çünkü [eğer Vahdettin tahttan çekilirse] Abdülmecit'e bu antlaşmayı onaylatmak çok zor olacaktı. (...) Vahdettin San Remo'da dikte ettiği anılarında Sevr'i zorunluluktan ve zaman kazanmak amacıyla imzalattığını, ama onaylamaya hiç niyeti olmadığını söylemiştir."
Gerçi Akşin hoca Vahdettin'in onaylamayışını son tahlilde Milli Mücadele'nin başarısına bağlamak istemişse de (ki bunda haklılık payı var), Sevr'in neden bir 'antlaşma' değil de, bir 'proje' olduğunu açıklamaktan kaçınmamıştır (s. 219). Akşin haklı olarak uluslararası antlaşmaların onay süreci tamamlanmadan yürürlüğe girmediğini, dolayısıyla Sevr projesinin Osmanlı heyetince imzalanmış bile olsa 'antlaşma' kimliğini kazanabilmesi için meclis ve padişahın onayından geçmesi gerektiğini yazıyor. Ne var ki, o sırada meclis kapalıydı ve üstelik padişah İngilizlere ayak diriyordu.
Nitekim İngiltere Parlamentosu tutanaklarında yapılan bir araştırmada üyelerden birinin Sevr'i "insanlık kibrinin ve ahmaklığının anıtı" saydığını görüyoruz. Bir şeyi daha: Lozan görüşmelerini kabul etmek suretiyle Sevr'i "yırtan taraf" olarak İngiliz hükümetini tebrik ettiğini görüyoruz. (M. Çufalı, "Lozan konferansı ve...", ATAM, Temmuz 2000, s. 564.) Biliyorsunuz, Sevr'i bizim yırttığımızı söyler dururuz. Öğreniyoruz ki, İngilizler de ondan şikayetçiymiş.
Atatürk Sevr'e 'proje' (tasarı) diyor, uyanmıyorlar. Akşin 'kimse ciddiye almadı' diyor, fark etmiyorlar. Bizzat İngilizler 'Hangi ahmak yaptı bu antlaşmayı?' diyorlar, duymuyoruz. Şeyhülislamından Padişahına kadar kimsenin kabul etmediğini yazıyorsunuz, yine tutturuyorlar 'Sevr'de bizi parçalamak istediler'.
İnsanı söyletecekler: Sanki Lozan'da hareket noktası olarak Sevr'i almamışız, sanki Sevr'in bir çok maddesi Lozan'da güle oynaya kabul edilmemiş gibi...
Elbette Osmanlı Devleti'ni parçalamak istediler ama neden? Devletleri parçalama sadizmi mi kaplamıştı İngilizleri, yoksa bir gaye için miydi bu? "Yurtta sulh, cihanda sulh"un bu gayeyle bir ilgisi var mıydı? İşgal altındaki Müslümanlarla bütün ilişkinizi keseceksiniz emrini veren Sevr'in 139. maddesinin 90 yıl sonra yırtılmaya başladığını söylemek neden cesaret ister?
Mustafa ARMAĞAN..
-------------------------------------------------------------
Mısır’ı Lozan’da verdiğimizi biliyor muyuz?
Lozan’ı okur musunuz? Lozan’ı, yani Lozan Barış Antlaşması’nı? Ben konuya özel ilgi duyan birkaç kişiden başka metnini okuyan ve anlayana pek rastlamadım da, onun için soruyorum. Neden acaba? Bu kadar zor mudur 143 maddeyi okumak?
Mesela şu 17. maddeyi okuyalım mı beraberce:
Türkiye’nin Mısır ve Sudan devletleri üzerindeki bütün hukukundan ve sıfatlarından vazgeçiş hükmü 5 Kasım 1914 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiş olacaktır. Maddenin gerçek anlamını üstteki maddeyi okuyunca anlıyoruz. Şöyle diyor Lozan’ın 16. maddesi:
“Türkiye işbu antlaşmada netleştirilen sınırlar dışında bulunan topraklar üzerindeki ve bu topraklara ilişkin ve yine işbu antlaşmayla üzerlerinde egemenlik hakkı tanınmış olan adalar üzerindeki –ki bu topraklar ve adaların mukadderatı ilgili taraflarca belirlenmiş veya belirlenecektir- her ne mahiyette olursa olsun sahip olduğu her türlü hukuk ve sıfatlarından feragat ettiğini beyan eyler.”
Yani: Türkiye kendisine biçilen sınırlar dışındaki bütün eski topraklarındaki haklarından ve onların getirdiği her türlü sıfat ve avantajlardan vazgeçeceğini açıkça beyan etmiştir. Soru buralara bir yere gizlenmiş gibidir:
Ne yani? Mısır 1923’e kadar bizim miymiş?
Kâğıt üzerinde de olsa bizimmiş ki, Lozan’da anlı şanlı İsmet Paşamız onu gönül rahatlığıyla verebilmiş, üstelik 9 yıl geriye dönüp 1914 yılından itibaren “Mısır bizim değildir” diye borazanla ilan etmiş.
Diyeceksiniz ki, Mısır çok önceden işgal edilmişti, alacak gücümüz mü vardı ki?
Doğru olabilir. Ancak Kemal Tahir’in bir romanında dediği gibi işgal altında olabilir topraklarınız. Ancak günün birinde geri alabilme umut ve hakkımız korunacaktı imzalamasaydık. Ya da bir başka hususta pazarlık konusu yapabilirdik onu.
Sultan Abdülhamid’in binbir manevra çevirerek vermemek için nice terler döktüğü Mısır’ın tapusunun Lozan’daki iki maddede İngiltere’ye terki üzerinde düşünmek, yakın tarihimizin nasıl bir karambol haline getirilerek anlatıldığının çarpıcı bir misalini teşkil eder
Mısır’da liderler geçidi
Yakın tarihimizin karambolden gol bulmayı uman tacirleri sanki bağımsızlık mücadelesini bir tek bizim yaptığımızı, Osmanlı’dan kalan diğer halkların pısırık liderleriyle emperyalizmin yedeğine koşulduğu yolunda sanal bir tarih oluştururlar. Oysa yalnız Mısır’ı incelemek bile bu sanal tarihin balonunu patlatmaya yardımcı olabilir.
İngilizlerce işgal edilmeden önce Kavalalı ailesinin 80 yıl kadar yarı-bağımsız bir yönetim sürdüğü Mısır’da 1914 yılından sonra İngiliz himayesi başlamış, ancak halkın tepkisinden korkan işgalciler Mısır’ı imparatorluklarına resmen dahil edememişlerdi. Hatta darbenin başkanı Adlî Mansur’un adaşı Adlî Yeğen Paşa, Lloyd George ile pazarlıklara bile girişebilmişti.
Daha önce Mustafa Kâmil adlı bir liderin 1874-1908 yıllarında Mısır’da güçlü bir milliyetçilik akımının fitilini ateşlediğini biliyoruz. Sonraki milliyetçi lider Sa’d Zağlul olmuştu. Peter Mansfield’in de belirttiği gibi Zağlul, zamanla şiddetli bir İngiliz aleyhtarı ve bağımsızlığın ateşli bir savunucusu haline geldi. Halkı tepkisini göstermeye çağıran Zağlul, tutuklanarak Malta adasına sürüldü. Hemen arkasından büyük 1919 Ayaklanması patlak verdi. (Demek ki, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 1919’da İslam dünyası da uyumuyor, emperyalizme karşı mücadele ediyor, hatta ayaklanıyormuş.)
Tahrir’dekine pek benzeyen bu ayaklanma, öğrenciler ve memurlarca başlatılmış ve köylere dek yayılmıştı. İngilizlerin hızlı ve sert müdahalesi olmasaydı daha da yayılacaktı. İngilizler şaşkındı. Filistin-Suriye cephesinde içlerinde Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Ali Fuat Cebesoy’un da bulunduğu komutanları müthiş süvari akınlarıyla hezimete uğratan General Allenby, Yüksek Komiser sıfatıyla getirildi iş başına. Allenby, halka kendini sevdirmeyi amaçlıyordu, bu sebeple Zağlul’un sürgün cezasını kaldırttı. İngiltere, Mısır ile anlaşarak onu elinde tutmak istiyordu.
Bu defa Sömürgeler Müsteşarı Milner göreve getirildi. O da gördü ki, Mısır halkıyla anlaşmadan burayı İngiliz himayesinde tutmak mümkün değildi. En iyisi herkesin sözünü dinleyeceği bir liderle anlaşmaktı. Bu lider de Sa’d Zağlul’dan başkası değildi.
Mısır ile İngiltere arasında sınırlı bir bağımsızlık anlaşması imzalanması gündemdeydi. Anlaşma Zağlul’a teklif edildi ama o kısa bir tereddütten sonra reddetti. Şimdi ne olacaktı? Halk sokaklardaydı. Yakıp yıkmalar, şiddet sokaklardaydı. Suikastlar da…
İngilizler çekiliyor
Allenby işin içinden çıkamayınca meseleyi tek taraflı bir bağımsızlık bildirisiyle halletmeyi denedi. İngiliz kabinesinin yarısı istemiyordu bunu ama başka çare kalmamıştı. Bir çeşit yarı bağımsızlık tanıyordu. Bazı sorunlar vardı ama karşılıklı anlaşmalarla çözüme kavuşturulacaktı.
Mısır halkı tam bağımsızlık istiyordu oysa. Memnun olmadıysa da, ehven-i şerre razı oldu. Fuad kral olmuştu, namı I. Fuad’dı artık. İngiliz memurların çoğu gitmişti ama kuvvetleri duruyordu. Mısır’ın kilit noktaları hâlâ İngilizlerin elindeydi. Allenby de makamını koruyordu. Üstelik Mısır’ın içişlerinde söz sahibiydi. Bağımsızlık şeklen sağlanmıştı; onu tam olarak ele geçirmek biraz daha zaman gerektirecekti.
Türkiye’nin bağımsızlığına kavuştuğu, Cumhuriyet’i ilan ettiği ve hilafeti kaldırdığı 1922-1924 aralığında Mısır halkı ateşli bir bağımsızlık mücadelesi yolunda ilerlemekle meşguldü. Grevler, bombalama olayları ve Avrupalılara suikastlar birbirini izliyordu. Sudan da ayaklanmıştı. İngilizlerin Sudan Genel Valisi Kahire’de öldürülünce kriz çıktı. Zağlul 1927’de ölmüş ama geriye Vefd Partisi gibi dinamik bir örgüt bırakmıştı. İktidardayken Kral tarafından görevden alınan parti Mısırlıların umudu olmuştu. General Allenby emekli olmuş, Kral Fuad ölmüştü. Tam bağımsızlık mücadelesi bütün hızıyla sürüyordu.
1936 yılında durum değişecek ve İngiltere, bu toprakları İtalya’ya kaptırmamak için bir Mısır-İngiliz Ortak Anlaşması imzalamak zorunda kalacaktı. İngiltere’nin işgali resmen sona ermişti ama bu, İngiliz askerinin Mısır’ı terk etmesi anlamına gelmiyordu. Mısır ordusu kendisini savunabilecek duruma gelinceye kadar kalacak, sonra çekileceklerdi.
İngilizlerin görünüşte devreden çıkmasıyla Mısır’ın geleceği artık milliyetçi Sa’d Zağlul’un Vefd Partisi ile Hasan el-Bennâ’nın kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü arasındaki mücadeleyle belirlenecekti. 1952 yılındaki askerî darbeyle Krallık yıkılıncaya kadar süren mücadele, bundan sonra Nasır’la, Sedat’la ve Mübarek’le mücadele şeklini alacak ve Seyyid Kutub’un idamı gibi karanlık olaylara sahne olacaktı.
Müslüman Kardeşler Tahrir’den iktidar çıkarmıştı ama darbe yumurtlayan bir başka Tahrir gösterisiyle mağdur edildi. Mısır alışıktır ne de olsa darbelere. Bu badireyi de aşacaklarına inancım tam. Tarihleri öyle söylüyor çünkü.
MUSTAFA ARMAĞAN
------------------------------------------------------------------------------
Bize yapay bir bağımsızlık mı verildi?
Kurtuluş Savaşında savaştığımız işgal kuvvetleri bu plan gereği mi savaşmadan geri çekildiler?
KİMDİR BU HAHAM HAYİM NAUM EFENDİ?
İngiliz murahhas (delegeler) heyeti reisi Lord Gürzon (ki O da Yahudidir), nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki:
“Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs (gönül) birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”
Lozan’da Türk murahhas (delegeler) heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıtları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hıristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesat kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz(ödün) ve teminatı veriyor ve diyor ki:
“Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden, yani an’ane-i İslâmiyetten kurtulmak hususunda besledikleri (yâni İsmet’in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir.”
Harfi harfine iktibas ettiğimiz(alıntıladığımız) bu sözlerle, Türk başmurahhasının (baş temsilcisinin), yâni İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksat altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz(ödün) diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.
Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve baş başa seyahat… Sonra Ankara gizli meclis toplantıları… Fakat esas meselelerde daima baş başa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları(toplantıları) ve karar: “Din öldürülecektir.”
Lozan Konferansının ikinci sayfası: “….. Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti) bundan böyle, bu millette, İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salip(haçlı birliği) kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden varestedir.(uzaktır)”
Nihaî Vesika (son delil)
Lozan Muahedesinden(antlaşmasından) sonra, İngiltere Avam Kamarasında, “Türklerin istiklâlini(bağımsızlığını) niçin tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:
“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.
Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.”
Artık bunun üzerine herşey apaçık anlaşılıyor, değil mi?
Gizli anlaşmanın entrikası
Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl (yapay bağımsızlık) işinde gizli anlaşmanın müessiri(tesir edeni), tek kelime ile, Yahudiliktir.
Buna memur-u müşahhas(kişisel memur) kimse de, şimdi (o zaman) Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur.
Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları(özgürlük vermeleri) , buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır.
Yani, masonluk hasebiyle Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:
“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini(sınırlarını) kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.”
Aynı Hayim Naum Türk murahhaslar(delegeler) heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş. Ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mâni kalmamıştır.
Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak plânın muvaffakiyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde-yani Mustafa Kemal yanında-emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki, bu tesir, mahut(sözü edilen) mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türkü içinden vurmanın plânını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.
İşte bu ehemmiyetli vesika(önemli delil), tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadis-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hadiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şeriat-ı Ahmediyeye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmi beş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.
Büyük Doğu’nun yirmi dokuzuncu sayısında; Lozan’ın İçyüzü diye yazılan makaleden alınmıştır.Necip Fazıl Kısakürek imzalıdır.
***************
<< Ingiliz heyetinin başkanı Lord Gurzon Lozan’da Ismet Paşa’nın müşaviri sıfatına haiz bulunan [Istanbul Hahambaşısı] Hayim Naum efendiyi çağırarak daha onceki taahhütlere uygun olarak hilafet ilga edilmediği takdirde sulhun gerçekleşemeyecegini söylemiştir. Esasen bu mesele ile öteden beri meşgul bulunan Hayim Naum Efendi Ismet Paşa ile Lord Gurzon arasında bu mesele etrafındaki haberleri getirip götürmek suretiyle ciddi bir gayret sarfetmişti.
Heyetin başkanı Ismet Inönü tek başına ‘hilafeti kaldırma’ sözü verecek mevkide değildi. Hatta o günlerde TBMM’de hilafet lehine bir hava doğmuştu. Bizzat Mustafa Kemal Paşa hilafeti methediyordu. Mesela Lord Gurzon’un tam Lozan’i terk ettiği gün meşhur Balıkesir Hutbesini irad etmişti. Binaenaleyh Hayim Naum’a müspet bir cevap veremedi.
Ismet’le işi bitiremeyen Hahambaşı hemen atlayıp Türkiye’ye dönüyor. O esnada Izmir Iktisad Kongresinde bulunan Mustafa Kemal Paşa ile görüşüyor. >>
Kaynak;Lozan Zafer mi Hezimet mi?
Kadir Mısıroğlu cilt: 1 sayfa: 272-273
**********
<< Hatta iddiaya gore Hayim Naum’a bir de yazılı ‘taahhüt’ veriliyor. Ve akabinde ‘yorgun olduğu’ ileri sürülerek ordu terhis ediliyor. >>
Kaynak;Harp Hatıralarım
Ali Ihsan Sabis cilt: 5 sayfa: 358
**********
<< Ismet Paşa anlaşıldığına göre Lozan’da Ingilizlerle bir nev’i gizli arabuluculuk rolü oynayan Istanbul’un Hahambaşısı Hayim Naum Efendinin telkinleriyle hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip derhal atılması lüzumu fikrini tamamiyle benimsemiş bulunuyordu. Peki ya dört-beş ay önceki hilafete bağlılık hatta hilafetin kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kat’i ifadeler ve Islam alemine bunun duyurulması hususundaki telaş ve heyecan ne olmuştu? >>
KAYNAK;Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay
Feridun Kandemir sayfa: 96-97
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Tarihçi Yazar Kadir Mısıroğlu
VİDEO
Tarihçi Yazar Kadir Mısıroğlu'nun konuk olduğu programda, Hıristiyan alemi Noel'i, dünya yeni yılı kutlarken, Suriye'de akan kan ve gözyaşına neden seyirci kalındığı sorusuna yanıt arandı.
Sosyal medyada da geniş yankı uyandıran programa, Tarihçi Yazar Kadir Mısıroğlu'nun kendine has üslubuyla yaptığı açıklamalar damgasını vurdu.
"SURİYE HALKINA KARŞI ASIL CİNAYET LOZAN"DA İŞLENDİ"
Mısıroğlu, Esad'ın çoluk çocuk demeden yaptığı katliamları eleştirirken "Suriye'de bugün yaşanan trajedinin asıl nedeni Lozan Anlaşması'dır. Suriye halkına karşı asıl cinayet Lozan'da işlenmiştir. Çünkü Suriye-Halep, Misak-ı Milli Sınırları içerisindedir. Eğer Lozan'da imza atanlar vatana ihanet içinde olmasalardı, bugün Kıbrıs'ta olduğu gibi Suriye'ye de müdahale şansımız olurdu" dedi.
ABD ve Batı'nın yeterince petrol olmadığı için Suriye'ye duyarsız kaldığına dikkat çeken Mısıroğlu, "bu sebeptendir ki orada akan Müslüman kanına seyirci kalıyorlar" şeklinde konuştu…
"NOEL BİR PAGAN GELENEĞİ, HIRİSTİYANLIKLA ALAKASI YOK"
Suriye'de kan ve gözyaşı dökülürken, İslam dünyasının yılbaşı kutlamasını eleştiren Mısıroğlu, Hıristiyanların kutsal bayramı Noel ile ilgili de çok tartışılacak açıklamalarda bulundu.
Noel'in bir pagan inancı olduğunu ileri süren Mısıroğlu, "Güneşe tapan Mitraistler, 25 Aralık gününü Mitra'nın doğum günü olarak kutlarlardı. Bugün, Hıristiyanlar Hz. İsa'nın doğum günü olarak kutluyor. Roma İmparatorluğu 325 yılında Constantine'nin kararıyla Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul edince bu pagan geleneğini de Hıristiyanlığa geçmiştir"
Mısıroğlu, "Hz İsa bizim de peygamberimizdir, doğum günü hakkında net bir bilgi yok. O yüzden Mitra'nın doğum gününü kutlayan kutlasın ama Müslümanlar buna alet olmasın" ifadesini de kullandı..
"ŞAPKA TAKMAYAN İNSANLARIN BAŞINA ZİFT DÖKÜLDÜ"
Bir izleyiciden gelen "Batıyı eleştiriyorsunuz ama, neden hem fes hem kravat takıyorsunuz" sorusu üzerine Mısıroğlu "Kravat simge olmaktan çıkmıştır, batıyı simgelemez, o yüzden takmamda bir sakınca yok. Ama şapka bir devrimin simgesiydi. Bu ülke de şapka takmadığı için Pazar yerinde başına zift dökülen insanlar gördüm. O yüzden hala fes kullanıyorum" şeklinde kendini savundu..
KAYNAK
--------------------------------------------------------------------------------------------------
Petrol'ü yurtdışından satın almamızın tek sebebi Chp'dir.
Lozan anlaşması'nda Petrol yatağımız olan Musul ve Kerkük'ü sattılar.
Bizi Lozan anlaşması'nda temsil etmesi için her ne hikmetse yahudi bir Haham olan Haim Naum ve ismet İnönü tayin edildi.
Misak-ı Milli sınırlarımız içinde olan Musul ve Kerkük'ü de Mısır, Sudan, Batum ve adalar ile birlikte Lozan hezimetinde sattıkları bilinmiyor.
Bizi kendi petrolümüzü satın almaya mahkum edenler, bizi Lozan anlaşmasında temsil edenlerdir. Ama tarih kitabı diye bize okullarda okutulanlar yazmaz bunları... O kitaplara göre Lozan hezimet değil zaferdir. Petrol fiyatı'nın pahalı olması'ndan sürekli yakınanlar, bunlara da iki çift laf söyler herhalde ?
--------------------------------------------------------------------------------------------------
Lozan’ın Gizli Kodları
89 yıl önce bugünlerde Lozan Barış Antlaşması imzalanırken bir Türkiye Cumhuriyeti bulunmuyordu ortada. Malum, görüşmeler başlamadan 1 ay kadar önce saltanatı kaldırarak Osmanlı’yı ‘tarihe gömmüştük’.
Peki görüşmeleri hangi devlet yürütüyordu? Türkiye Büyük Millet Meclisi Devleti. Ancak
burada fazla göze batmayan ufak bir sorun vardı. 307 sayılı kanunla Osmanlı İmparator-lu
ğu’nun inkıraz bulduğu ve TBMM hükümetinin kurulduğu ilan edilmişti edilmesine ama bu yeni devlet henüz uluslararası camia ve Milletler Cemiyeti tarafından tanınmış değildi.
Bunun anlamı, henüz tanınmamış bir devlet olarak gidecektik Lozan’a ve ancak orada atacağımız imzayla tanınmamız mümkün olacaktı.
Burada akla şu soru geliyor:
Eğer Lozan’da bir anlaşmaya varılamazsa kaybeden kim olacaktı? İngiltere zaten fiilen işgal etmişti edeceği yerleri. Bu durumun tescilini bekliyordu sadece. Fransızlar da Suriye’yi kapmışlardı. Onlar da 1921′de Ankara’da imzaladıkları geçici İtilafname’nin kalıcı olmasını bekliyorlardı. En büyük mağdur İtalya idi; kelimenin tam anlamıyla hava almışlardı! Ermeniler de, Kürtler de umurlarında değildi İngilizlerin; yeter ki, Sovyetler Birliği Mısır ve Hindistan’dan uzak tutulabilsindi.
19 Şubat 1920 tarihli İngiltere Genelkurmay Başkanı’nın talepnamesinde, vazgeçilebilecek topraklar belirtilmişti zaten. Nitekim bu belgede açıklanan asgari sınır, İngilizlerin Lozan’da bize bıraktıkları topraklarla neredeyse birebir örtüşüyordu. Konunun uzmanı Marian Kent, Lozan’da ortaya çıkan sınırlarımız için şu yorumu yapar: “İroniktir, bu koşullar, neredeyse tamı tamına 1919 başlarında Donanma Bakanlığı’nın desteklediği İngiliz Genelkurmay’ının savunduğu koşullardı.”
Velhasıl, Lozan’a giderken durumu belirsiz olan yalnız bizdik. Bağımsızlığımızın tanınması gibi temel bir problemimiz vardı. Hukuken tanınmış olan Osmanlı’yı kendi ellerimizle öldürmüştük, yeni kurduğumuz devlet de rüşdünü ispata uğraşacaktı. Lozan görüşmeleri uzadıkça sıkıntıya düşecek olan taraf bizdik. İngiltere’nin başını çektiği uluslararası camia tarafından tanınmazsak ne olacaktı? Tayvan veya Kıbrıs gibi bir statümüz mü olacaktı?
Görüldüğü gibi Lozan’ın henüz düşünülmemiş, araştırılmamış nice yönleri vardır.
‘Lozanologlarımız’ı bir an önce yetiştirmezsek bu kördüğüm böyle sürer gider. Yıllar önce bir sözde ‘uzman’ın, üstelik Türk Tarih Kurumu’nun ‘bilimsel’ dediği bir sempozyumda Lozan’ın maddeleri diye İngilizlerin bize teklif ettikleri müsveddeyi yayınladığını görünce hal-i pür-melalimize acımaktan başka bir şey gelmemişti elimden.
Üstelik Lozan’da ciddi bir istihbarat oyunu oynandığından da haberdar değiliz. Lozan’ın karşı taraftan bilgi çalmaya dönük operasyonları üzerinde duran nadir bir İngilizce araştırmaya göre İngilizler, İstanbul’a yerleştirdikleri özel yetiştirilmiş telgraf çalma ve çözme ekibi sayesinde Türk hükümetinin Lozan’a çektiği telgrafları bizimkilerden önce yakalıyor, çözüyor ve Lozan’daki ekibimizin eline ulaşmadan önce Londra’ya ulaştırıyorlar, gereken emirler verildikten sonra Lozan’da müzakere masasına, bizim elimizdeki kozları bilerek oturuyorlardı.
Bir diplomatın dediği gibi bunun, briç masasında karşısındakinin elindeki kartları bilerek oynamaktan farkı yoktu.
Bu ahlaksızca oyunun farkında olmayan Türk tarafı, müzakerelere girip çıkıyorlardı ama telgraflaşmaları kendilerinden önce okumuş rakipleriyle aynı masada oturduklarından bihaberdiler. Zamanın Başbakanı Rauf Orbay, yıllar sonra Londra Büyükelçiliği sırasında bu oyunu öğrenince dehşete düşmüştü. İngiltere, 1. Dünya Savaşı’nın hemen ardından bir Kod ve Şifre Okulu açmış ve mezunların bir kısmını İstanbul’da kurduğu kablosuz dinleme merkezinde istihdam etmiş olması tesadüf değildi.
Curzon ve Rumbold Türk tarafının kafasından nelerin geçtiğini bilerek hareket ediyor ve ortamı germek istediklerinde geriyor, gevşetmek istediklerinde de gevşetiyorlardı. Mesela bir keresinde azınlıklar konusunda Curzon, İsmet Paşa’nın üstüne gidiyor, sıkıştırıyordu. Rumbold onu uyardı: “İsmet’in ellerinin bu konuda Ankara tarafından bağlanmış olduğunu hissediyorum. Gizli kaynaklardan edindiğim bilgiye göre eğer biz Montagna formülünde ısrar edersek masayı ve konferansı terk edecek.
Vatandaşlarımız için bazı garantiler almamız yeterli. Konferans kesilirse bunu kamuoyumuzun anlayışla karşılayıp karşılamayacağından emin değilim.”
Curzon bunun üzerine tutumunu değiştirecektir. İngilizler ele geçirilen telgraflardan şunu da net olarak anlamışlardı: İsmet, Ankara’dakilere oranla uzlaşmaya daha yatkındı ve ılımlı bir tavır sergiliyordu. Ancak Ankara çok sertti. Ne yapsın İsmet! Gizli Haberalma Servisi (SIS) de bunu doğruluyordu. Haziran 1923′te Rumbold, Curzon’a şöyle yazıyordu: “Malum gizli kaynaklardan edinilen bilgilere dikkat ederseniz İsmet’in kendi hükümetiyle giderek daha büyük bir müşkilat içine girmekte olduğunu görürsünüz.”
İngilizler Lozan’da bir başarısızlık veya eli boş dönme halinde Meclis’in delegelerden ve hükümetten hesap soracağını bile tespit etmişlerdi. 30 Ocak 1923′te Rumbold şöyle yazıyordu Henderson’a: “Kötü bir anlaşmayla geri dönerlerse BMM onları düşürecek, hiçbir şey imzalamadan dönecek olurlarsa bu defa boşu boşuna zaman kaybettirdikleri ve para harcadıkları için suçlanacaklar.” Lord Amery ise Curzon’a Türklerin halı satıcılarına benzediğini, tam kapıdan çıkarken müşterinin verdiği fiyata razı oldukları uyarısında bulunuyordu.
Makalenin yazarları Jeffrey ve Sharp, Lozan’ın, 1. Dünya Savaşı’nı bitiren antlaşmaların en uzun ömürlüsü oluşunu, İngiliz gizli haberalma servisinin bir başarısı olarak değerlendiriyor. Onların gayreti sayesindedir ki, İngilizler, Türk tarafının elindeki kozları ve tezleri önceden öğrenmiş ve sonuçta ortaya “gerçekçi” bir antlaşma metni çıkmıştır. Lozan’ın gizli maddelerini araştıran amatör meraklılar bu ‘gizli’ istihbaratla uğraşsalar daha hayırlı bir iş yapmış olurlar bence.
KAYNAK:(Mustafa Armağan, Temmuz 2012)
-------------------------------------------------------------------------------
Geldikleri gibi gitmediler:Halifelik Açısından LOZAN
Bu mesele, çok tartışma götüreceğinden kısaca:
Dönemin etkin gücü İngiltere’nin, milyonlarca Müslüman nüfusu yönettiği için kendisine potansiyel bir tehlike arz eden Hilafeti kontrol etme kaygıları vardı.
Türkiye Hilafet kozunu ancak 1924 Mart’ına kadar elinde tutabildi. Yine kendi elimizle saltanat ve halifelik makamını kaldırdık. Oysa 2.Abdulhamid Han son dönemlerde, siyasi bir makam da olsa Halifelik makamını oldukça etkin ve güçlü bir biçimde kullanmıştı ve bu makam ingilizlerin başının ağrısıydı.
Meselenin diğer bir acı boyutuna da değinmeden edemeyeceğim.
Her ne kadar sol aydınlarımız yıllardır ‘Ruslar bize yardım etmeseydi Kurtuluş Savaşı’nı biraz zor kazanırdık’ deseler de;
Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarının işgali, işgalci kuvvetlerin Müslümanlara zulümleri ve Halife’nin Hıristiyan devletlerin elinde esir konumuna düşmesi, Hint Müslümanlarını harekete geçirmiş ve İngiltere’ye baskı yapmak amacıyla çeşitli dernekler kurmuşlardı. İşte bu derneklerin çabalarıyla Halifeyi kurtarmak üzere 875 bin lira Ankara’ya ulaştırılmıştı.
Paranın akıbeti mi ? Bir Banka (İş Bankası) kuruluşunda değerlendirdik. Bir başka deyişle bankamıza sermaye olarak kullandık.
Yakın tarih yazılarıyla dikkati çeken ve sorgulayıcı tarihin öncülerinden olan başarılı yazar Mustafa Armağan’ın dediği gibi ;
“Sizi bilmem ama bir Pakistanlı kalkıp bana, ‘Biz size bankanıza sermaye yapasınız diye mi bu parayı verdik?’ derse verecek cevabım yok. Aynı şekilde ‘Biz size o parayı Halifeyi kurtarmanız için verdik, siz gidip Halifeliği kaldırdınız. Öyleyse paramızı geri isteriz’ derse verecek cevabım yine yok.”
Maalesef benim de yok. Verecek cevabı olanlar, en azından yorum kısmına yazarlarsa ve beni de tatmin ederlerse çok mutlu olurum.
Bu yardım paralarının akıbetini araştırıp, biraz daha derinleşenler; sürpriz sonuçlara ve ezber bozmaya hazırlıklı olmalılar. Meraklılarına duyurulur.
SONUÇ :
Savaş Meydanlarında kazandığınız zafer, masa başında da kazanılmazsa, zafer değildir. Zira, masa başından, türlü oyunlarla 3-0 hükmen mağlup kalkabilirsiniz.
Ölü doğmuş, haklı olarak Nutukta bile antlaşma değil, proje olduğu ısrarla belirtilen, İngiliz parlementerlerin dahi paçavra diye dalga geçtiği SEVR, biz dahil hiçbir taraf ülkenin (Yunanistan hariç) parlamentosunda onaylanıp yürürlüğe girmemiştir. Ve aslında daha ilk günden uygulanamaz olduğu anlaşılmıştır. Sevr’in hedeflerinin asıl onayı Lozan’da gelecektir ve Lozan, SEVR’in hafifletilmiş bir versiyonudur.
Lozan, dünya sisteminin Birinci Dünya Savaşı sonrasında aldığı yeni şekli, Yeni Dünya Düzeni’ni aksatmayan, aksatmak ne kelime tahkim eden, güçlendiren bir antlaşmaydı. Zaten böyle gerçekçi bir temele dayandığı içindir ki, ömrü Sevr gibi kısa olmadı ve taraf ülkelerce onaylanabildi.
Lozan antlaşması, sadece kuru bir toprak mücadelesi değildir.
Kâzım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay gibi bizzat Milli Mücadele’nin şaibesiz kahramanları “Misak-i Milli yarım kalmıştır” diyerek ve Lozan’ı telafi için, siyasi mücadeleye girip parti kurmuşlardı. Sonuçta Vatan haini damgası yemekten kurtulamadılar.
İtilaf Devletleri acı ama gerçektir “Geldikleri gibi gitmediler”
Kültür ve Medeniyetimizi, bir başka değişle geçmişimizi ve geleceğimizi tarumar edip öyle gittiler.
İllaki bir zafer olarak anacak olursak; Lozan, verdiğimiz tavizlerin ve taahhüdlerin zaferi olabilir. En fazla bir “Pirus Zaferi” olabilir.
Lozan Antlaşması’nı zafer olarak görmek, bizi gerçeklere karşı körleştirmekten başka bir işe yaramaz. Sonra bir şeyin zafer olup olmadığı neyle kıyaslandığına bağlıdır. Yine de haksızlık etmeyelim, evet Lozan, ölü doğmuş Sevr’le kıyaslarsak bir başarıydı.
Koyu bir ideolojikle Lozan’a hala zafer olarak bakanlara son sözüm;
Zafer “Zafer benimdir” diyebilenindir. Başarı “Başaracağım” diye başlayanın ve ”Başardım” diyebilenindir. Bu veciz cümleyi her gün itina ile defterlerine yüz kere yazıp, okumalarını tavsiye etmek olacaktır.
Bu yazı sadece bir durum değerlendirme yazısıdır. Böyle inandım böyle aktardım. (Bakış açılarını genişletmek, ufku genişletmek ve ezberleri bozmak maksadı taşır.)
Evet, tarih şaşırmaktır.
-----------------------------------------------------------------------------
Geldikleri gibi gitmediler I: Lozan’ı anlamak
Ülkelerin kaderlerini belirleyen, uluslararası antlaşmalar tarih boyunca tartışılır olmuştur. Ülkemizde ise, sınırlarımızı ve kaderimizi belirleyen Lozan antlaşması; bırakın tartışmayı, sorgulamak ve hatta en küçük menfi görüş bildirmek bile cesaret isteyen konulardandır. Çünkü her an yobaz, irticacı, işbirlikçi ve vatan haini gibi yaftalarla karşılaşmayı göze almak durumundasınızdır.
Çünkü, Lozanda verilen tavizlerin ve taahhüdlerin yalnız hesabını sormak için değil, telafi çarelerini aramak için de halka hakikatleri olduğu gibi söylemek misyonunu da yüklenen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının başına gelenleri anlamadan, vatan hainliği kavramının nasıl ucuzlatıldığını anlayamazsınız. Aynı şekilde irtica, laiklik vb. kavramların, tam ve net bir tanımının günümüze kadar neden yapılmadığını da anlayamazsınız.
Bugün irtica tehlikesinden bahsedenlere, “İrtica” nedir ? “Nasıl bir tehlikedir ?” diye sorsanız, politik ve yuvarlak cevaplardan başka tatmin edici bir cevap alacağınızı hiç düşünmüyorum.
Resmi söylemin ezber ve sloganlarını eğitim zanneden, ve böylesi bir milli öğütüm tezgahlarından geçtikleri için, analoji ve sorgulama yoksunu zihinler, Sevr’i utanç ve zillet belgesi, Lozan’ı da zafer anıtı olarak gören bir değirmende öğütüldükleri için, yazacaklarım çoğu kimsenin hoşuna gitmeyecektir muhtemelen.
Ancak gerçeklerin er yada geç ortaya çıkmak gibi kötü (iyi) bir huyu vardır ve aslında tarihi çeşitli sorularla ve sorgularla çeşitli yerlerinden deşmek, buzdağının görünmeyen kısımlarına ışıklar tutmak ve ortaya çıkacak yeni ve süpriz sonuçlara açık olmak ve bu doğrultuda ön yargılarımızı yıkmak hepimizin görevi olmalı değil midir ?
Aksi takdirde tarihi olmuş, bitmiş ve kemale ermiş dokunulmaz bir sihirli küre ve kıymeti kendinken menkul değerler manzumesi gibi algılarsak derin yanılgılara düşeriz.
Tarihi anlama konusunda en büyük yanılgılardan biri de, olayları etik doğru ve yanlışlar bazında değil de, kişiler bazında ele alışımız olmuştur. Bu yanılgıdır ki, tarihimizi gerçek ve normal düzleminden çıkarmış, efsane haline getirmiştir.
Oysa realite şudur ki; milletler tarihini, geçmişinden ders çıkarmak, gününü ve geleceğini anlamlandırmak için okurlar, efsaneler oluşturmak için değil.
Söylemek istediğim esas meseleye gelirsek;
Lozan antlaşmasını, kuru bir toprak parçasının kavgası olarak görmek, büyük tabloyu görememekle eşdeğerdir. Kendimizi aldatmadır.
Çünkü bu tip antlaşmalar, çok boyutludur ve çok derin hesaplar sonucu ortaya çıkarlar.
Bu antlaşmalarda, toprak kaygısından çok, stratejik güvenlik, ekonomik kaygılar, potansiyel tehdit unsurları, yeni yada mevcut dünya düzenine uygunluk ve buna benzer konular alır.
Bir diğer önemli husus ise, meydanlarda kazanılmış savaşlar, tek başlarına hiç bir öneme haiz olmayabilirler. Bu başarıyı siyasi diplomatlarınızla masa başında da devam ettiremezseniz, meydanda kazandığınızı zannettiğiniz zafer bir anda hezimete de dönüşebilir. Tarih bunun gibi ibretlik olaylarla doludur. Kesin bir zafer için hem meydan da hem de masa başında başarı şarttır.
-Ekonomik Kaygılar ve Toprak Kaygısı Açısından LOZAN :
Hemen söylemeliyim ki, Lozan’da ekonomik olarak çok büyük kayıplar verdik. Bütün faturaları ödemeye razı geldik. Hatta Osmanlının eski borçlarını bile ödemeyi kabul ettik.
“Sen fazla oldun dur artık! Kapitülasyonları kaldırdık onu niye söylemiyorsun” dediğinizi duyar gibiyim.
Bilelim ki, Türk hukuk devrimi, kapitülasyonların kaldırılmasının bedelidir.”Türk hukuk devrimi” denilen ve 1928′e kadar devam eden Avrupa’nın çeşitli ülkelerinin kanunlarının çeviri veya uyarlama yoluyla “evlatlık alınması” sürecinin bizzat Lozan’da taahhüt altına alındığı genellikle gözden kaçırılır.
O halde öve öve bitiremediğimiz Hukuk Devrimimiz de kanaatimce, bu şartlar ve taahhüdler altında tartışılması gereken bir pozisyondadır
Hadi onu da geçtim. meseleye toprak meselesi olarak baksak bile, yine yaya kaldığımızı görürüz ve Lozan’ı neresinden tutarsanız tutun, hep elinizde kalacaktır.
Mesela Lozan’da Filistin toprakları için ne yaptık ?
Koca bir HİÇ… Hatta görüşmeler sırasında Filistinli kardeşlerimiz TBMM kapısında günlerce, ‘Bizi İngiliz kurtlarına teslim etmeyin’ diye yalvar yakar dolaşmışlardı. Aldıkları cevap, önce oyalama, sonra da kendi başınızın çaresine bakın, olmuştu.
Lozan’ın asıl tartışmamız gereken boyutu, Ortadoğu’nun paylaşılması ve sınırların yeniden çizilmesi karşısında aldığı uysal tavırdır. Böylece İngilizlere petrol alanlarını, kontrol etme şansını da vermiştik.
Ancak can yakıcı acı gerçek:
Lozan zaferiyle! diğer Arap topraklarında olduğu gibi Filistin’de de Sevr’in bütün istekleri olduğu gibi kabul edilmiştir. Hatta Filistin’de İngiliz manda rejimi, İsmet Paşanın Lozan’daki imzasıyla resmiyet kazanmış, böylece İsrail’in kuruluşuna giden yolda en büyük engellerden biri daha bertaraf edilmişti.
Ayrıca bir kenara not edin;
İmadiye ilçesi Sevr’de bizde görünür ama Lozan’da Irak’a bırakılmıştır.
Ayrıca Çanakkale şehitliğini, Lozan’da, ebediyen itilaf devletlerine bırakmıştık.
Daha Lozan’da Yunanlılardan almamız gereken savaş tazminatından neden vazgeçtiğimizi, Batı Trakya’yı, Batum’u, Oniki Ada’yı, Musul’u, Kerkük’ü, Süleymaniye’yi kaybedişimizi anlatmadım bile….
Canınızı acıtmamak ve sıkmamak için detaylara girmiyorum.
Gelecek bölümler
Stratejik Güvenlik ve Potansiyel Tehdit Unsuru Olarak Lozan
Halifelik Açısından Lozan
---------------------------------------------------------------------
‘İslamiyeti ayaklar altında çiğneteceğim’
Bugün üzerinden tam 90 yıl geçen ve zafer olarak bildiğimiz Lozan Antlaşması’nda Türkiye’nin kaybettikleri…
Lozan Antlaşması… Kimilerine göre Kurtuluş Savaşı’ndan zaferle çıkmış bir milletin tapusu, kimilerine göreyse büyük hezimet.
‘Hayati bir mani olmadıkça sulh yapmak mecburiyetindeydik’ diyerek İsmet İnönü’nün imzaladığı Lozan’ın maddeleri
Sınırları daraltılmış yeni Türkiye’nin kuruluş tapusu Lozan’ın bugün 90′ıncı yıldönümü. Sevr Anlaşması’nda parçalanan Anadolu topraklarının Lozan’da canlandığı yönünde haberler yapılsa da Osmanlı’nın imzalamak zorunda kaldığı Sevr’in maddelerinin Lozan’da yer aldığı dikkat çekiyor.
Günümüzde Türkiye için en büyük problemlere yol açan Musul, Kerkük bölgesinin kaybı, Kıbrıs sorunu, ekonomik problemler Lozan’da belirlendi.
HİLAFET PAZARLIĞI YAPILDI MI?
Diğer bir iddia da Lozan Anlaşmasının yazılmamış maddeleri arasında kapalı kapılar ardından İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un hilafetin kaldırılması ve Türkiye’nin maddi ve manevi İslam coğrafyası ile bağlarının kopartılması konusunda baskıları.
İngiliz heyetinin başkanı Lord Gurzon, Lozan’da İsmet Paşa’nın müşaviri sıfatını haiz bulunan Hayim Naum efendiyi çağırarak “daha önceki taahhütlere uygun olarak hilafet ilga edilmediği takdirde sulhun gerçekleşemeyeceği”ni söylemiştir.
İSLAMİYETİ AYAKLAR ALTINDA ÇİĞNETECEĞİM
Necip Fazıl tarafından çıkarılan Büyük Doğu Dergisinin 1950 yılındaki arşivinde İstanbul Hahambaşı Hayim Naum’un Lozan görüşmeleri sırasında yabancı diplomatlara “Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini, ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.” demişti.
KAYBEDİLENLER
MUSUL KERKÜK, SÜLEYMANİYE KAYBEDİLDİ
Irak sınırı anlaşmazlık çıkardı. Musul-Kerkük, Süleymaniye Lozan’da kararlaştırılmayıp ertelense de 1926 yılında İngilizler’e bırakıldı.
İsmet İnönü Lozan hakkında yıllar sonra verdiği demeçte “İngilizlerin istediğini hallettim, yani verdim tavizi orada” demişti.
SURİYE SINIRI FRANSA KONTROLÜNDE
Mondros Anlaşması’na göre Fransa’nın işgal ettiği topraklar geri alınamadı. 1921 yılındaki yapılan anlaşma aynen kabul edildi. Hatay sınırlarımız dışında bırakıldı. 1938 yılındaki görüşmelerle Türk Cumhuriyeti olarak bağımsızlığını kazanarak 1939′da Türkiye’ye katıldı.
YUNANİSTAN TAZMİNAT VERMEDİ
Türkiye Yunanistan’ın savaş sırasında verdiği zararlara karşı tazminat talep edemedi. Batı Trakya Yunanistan’a bırakıldı. (Madde 1)
MISIR, LİBYA VE SUDAN VERİLDİ
17. ve 22. maddelerle Mısır, Libya ve Sudan üzerindeki bütün haklardan vazgeçildi.
ONİKİADA BIRAKILDI
Oniki ada İtalya’ya bırakıldı. Ege Denizi’nde Bozcaada ve İmroz Türkiye’ye verildi.
BOĞAZLAR SORUNU
Çanakkale Boğazı’nda, Marmara Denizi’nde ve Karadeniz Boğazı’nda, denizden ve havadan, barış zamanında olduğu gibi savaş zamanında da, geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) serbestliği ilkesini kabul ve ilan etmekte görüş birliğine varıldı. (Madde 1-6) Türkiye bu maddeyle kıyıdan neredeyse 10 km alana asker sokmamaya söz verdi.
İnternethaber
---------------------------------------------------------------------
LOZAN'DA KAFALAR "GÜZEL"MİŞ..! Lozan'daki ABD Müşahidi Jonh Grew, Türk Delegasyon başkanı İsmet İnönü’nün görüşmelere nasıl katıldığını “Atatürk ve İnönü” (Bir Amerikan Elçisinin Hâtıraları) adlı kitabında şöyle anlatıyor:
"Tarih 18 Ocak 1923. Bu akşam Türkler ilk olarak sarayda büyük bir akşam ziyafeti verdiler. Çhild ve ben ziyafetin sonuna kadar kaldık sonra gitmek istediğimizde İsmet ikimizin de ellerinden tutarak engel oldu ve bizi bitişikteki odaya çekti. İçki getirtti. Peşi peşine o kadar hızlı ve düzenli şerefimize kadeh kaldırıyordu ki kendisine ayak uydurmaya imkân bulamıyordum.
Her kadehten sonra elini dizine koyup arkaya doğru yaslanıyor. Ve incir çekirdeğini doldurmayacak şeylere bile kahkaha ile gülüyordu. Bir aralık elimizi tuttu ve yaşamanın harikulade bir şey olduğunu söyledi. O kadar neşeliydi ki; o an elimizde bir belge olsaydı derhal imzalayacak gibiydi."
John Grew hatıralarının yer aldığı kitabının 25. sayfasında ise şunları anlatıyor:
"İyi bir akşam yemeği sırasında Türklerin söyledikleri hiçbir söze fazla önem vermemek gerek. Nitekim başka bir yerden duyduğuma göre İsmet yine iyi bir şampanyanın keyiflendirici etkisi altında Curzon’a İngilizler’in Musul’u elde tutmalarında hiçbir sakınca görmediklerini 3 kere söylemiş!"
-------------------------------------------------------------------
-------------------------------------------------------------------------
Hilafetin kaldırılmasını İngilizler şart koşmuştu
'Hilafetin kaldırılmasını İngilizler mi istemişti?' Zaman yazarı Mustafa Armağan, bu cümle üzerine temellendirdiği bugünkü yazısında 88 yıllık belgeyle önemli bir iddiada bulundu. Halifeliğin kaldırılmasının Lozan'da şart koşulduğunu öne süren Armağan İsmet İnönü'nün sözlerine dikkat çekiyor.
İşte Armağan'ın o yazısı
İşi gücü bıraktık, 'Ulubatlı Hasan diye biri var mı yok mu?' diye tartışıyoruz. Oysa rivayetin kaynağı olan Makarios'un kitabında her şey vardır da, surlara bayrak diktiği yoktur.
AKLI EVVEL BAYRAKLARI ULU
BATLI'YA DİKTİRMİŞ
Aksine bayrağın, Ulubatlı Hasan şehit düştükten sonra "başka kulelerde savaşan askerler" tarafından dikildiği yazılıdır. Anlayacağınız, bir "akl-ı evvel" bayrakları Ulubatlı'ya diktirmiş ve bu yama, sorgulanmadan tekrarlanagelmiştir.
Hilafetin kaldırılmasının hikâyesi de benzer bir çarpıtma gayretinin izlerini taşır. Yok Halife Abdülmecid tahsisatının artırılmasını istemiş de, yok şatafatlı bir törenle cuma namazına gitmiş de, yok iktidarda gözü varmış da...
İNGİLİZLERİN BASKISIYLA HİLAFET KALDIRILDI
Artık İngiltere ve müttefiklerinin baskı ve zorlamaları yüzünden Hilafetin kaldırıldığını açıkça söyleyebilmeli, bunun çok isteniyorsa o günler için zorunlu olduğu, başka türlü bu devleti yaşatmayacakları itiraf edilmelidir ki, toplum da gerçekleri bilsin.
Central Florida Üniversitesi öğretim üyesi Hakan Özoğlu'nun ABD arşivlerinde bulduğu rapor, bir ABD diplomatının halifeliğin kaldıracağını Washington'a bizden önce öğrenip bildirdiğini ortaya koyuyor. Rapor Washington'a 25 Şubat 1924'te ulaşmıştı. Başka bir deyişle, Türkiye'deki insanların haberi olmadan bir hafta önce, Fransa ve ABD yetkilileri halifeliğin kalkacağını öğrenmişlerdi ("Aksiyon", 13 Aralık 2010).
LOZAN'DAN BERİ BEKLİYORLAR
Bunun anlamı şudur: Batı dünyası Hilafetin kaldırılmasını Lozan'dan beri bekliyor ve istiyordu. Hilafetin kaldırıldığı haberini, dönemin 1. Ordu Müfettişi, yani Halife'nin yaşadığı İstanbul'dan sorumlu olan Karabekir Paşa'nın bile gazetelerden öğrendiğini söyleyeyim de, gerisini siz anlayın.
Halifeliğin kaldırılmasından sonra yapılan bu karikatürün alt yazısında "Darısı diğerlerinin başına" yazıyor.
İlk topta atılan Halife Abdülmecid. Diğer topların ucunda ise Patrikler ve haham var. Ancak Halifeye yeten güç, diğerlerine yetmedi.
MUHALEFET HİLAFET ARKASINDA ÖRGÜTLENMİŞTİ
Hakan Özoğlu'nun "Cumhuriyetin Kuruluşunda İktidar Kavgası" (Kitap Yay., 2011) adlı kitabında ilginç bir analiz yer alıyor: Ankara, 1922'de Saltanatı kaldırmış ama Hilafete ve Osmanlı hanedanına dokunmaya cesaret edememişti. Çünkü Karabekir gibi muhalif paşalar, İstanbul basını, Osmanlı döneminden kalma siyasetçiler ile Osmanlı hanedanı, Hilafeti kendilerine siper yapmışlar, onun arkasından muhalefetlerini örgütlemeye çalışıyorlardı. Muhalefet cephesinin sindirilip bertaraf edilebilmesi için Hilafetin devreden çıkarılması gerekiyordu. Daha sonra tasfiye sırası nasıl olsa diğerlerine gelecekti.
KARABEKİR 1922'DE PLANI KENDİSİ ÖNLEDİ
Yazar, Ankara hükümeti 1922'de muhtemelen bütün Osmanlı hanedanını yurtdışına sürme hamlesini yapacak kadar kendine güvenmiyordu, diyor. Oysa Kâzım Karabekir, daha 1922'de Hilafetin Osmanlı hanedanından alınma planını kendisinin önlediğini yazmaktadır. Gerçi o, Mustafa Kemal'in Hilafeti kendi üzerine geçirmek niyetinde olduğunu da yazar ama konumuz bu değil. Önemli olan, 1922'de Ankara'nın Hilafeti, Osmanoğullarından koparmak için siyasî bir hamle yaptığı gerçeğidir.
ASIL HEDEF OSMANLI HANEDANLIĞI
Hakan Özoğlu'nun nihai hükmü, Ankara'nın Hilafeti, hanedan tehdidini bertaraf etmek için kaldırdığı şeklinde. Başka bir deyişle "Hilafetin lağvedilmesindeki asıl hedef, Halifenin kendisi değil, Osmanlı hanedanıdır."
Ancak dış dinamiğin ihmal edilmemesi ve bu nedenle konunun daha geniş bir temele oturtulması gerektiğini düşünüyorum. Bence Hilafetin kaldırılması ve laikliğe gidiş, daha Lozan'da dayatılmış, Türkiye'nin kurulmasına bu şartla izin verilmişti. Bunun, Antlaşmaya ayrı bir madde halinde konulmamakla birlikte Osmanlı Devleti'nin eski Müslümanlar üzerindeki Hilafetten gelen ayrıcalık ve haklarının geri dönülmezcesine işgalcilere bırakıldığının açıklanması, Hilafetin bu yeni dönemde gündemde olmayacağının ipucuydu.
'LOZAN SONRASI YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAK'
Üzerinde Kral V. George'un 10 Ocak 1924 günü Avam Kamarası'na yaptığı belirtilen konuşmanın Türkiye'yi ilgilendiren paragrafında "Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı" söyleniyor.
Şimdi birileri köpürecek, biliyorum. Ancak sakin olmalarında yarar var. Zira önemli bir kişisel tanıklık ile ilk defa burada yayınlanacak bir resmi belgeye göz atmadan karar vermeseler iyi olur derim.
MACARİSTAN VE BULGARİSTAN'A AYRICALIK
Önce tanıklığa bir göz atalım:
Kâzım Karabekir, 16 Ağustos 1923 günü İsmet Paşa'ya, son zamanlarda hükümet çevrelerinden duymakta olduğu din aleyhindeki fikirlerin Lozan'dan geldiği kanaatinde olduğunu söyler. Ona göre Peygamber Efendimiz (sav) ve Kur'an hakkındaki "bu tehlikeli hava" Lozan'dan esmektedir. İsmet Paşa ona 1. Dünya Savaşı'nda Macarlar ve Bulgarlar da bizim gibi yenildikleri halde bağımsızlıklarına Hıristiyan oldukları için dokunulmadığını, bizimse sırf Müslüman olduğumuz için bağımsızlığımızın ortadan kaldırıldığı cevabını verir: "Biz kendi kuvvetimizle bağımsızlığımızı kazansak bile Müslüman kaldıkça sömürgeci devletlerin ve bu arada özellikle İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını, bağımsızlığımızın daima tehlike altında kalacağını anlattı."
İSMET İNÖNÜ İTİRAF ETMİŞ OLUYOR
Yeterince açık değil mi? Böylece İsmet İnönü, Müslüman kimliğimizden uzaklaşma telkininin Lozan'da yapıldığını itiraf etmiş olur.
İngiliz Milli Arşivleri'nden (National Archives) bulduğum ve ilk kez burada yayınlanacak olan bir "gizli" belge, Lozan'ın Hilafetle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyacak nitelikte. 10 Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası'na yaptığı açış konuşmasında, Lozan'ı ilgilendiren bir kanun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder:
BU TASARI KABUL EDİLİR EDİLMEZ
"Bu tasarı kabul edilir edilmez Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR." (As soon as this Bill has been passed, the Treaty will be ratified, and a new era will open.) (CAB/23/46, s. 424)
Kral V. George, Lozan'ın kabul edilmesiyle İngiltere için "yeni bir çağ veya dönem" açılacağını söylerken ne demek istiyordu? Bu, Halifeden kurtuluşun bir tür müjdesi olarak yorumlanabilir mi? Net olarak bilmiyoruz. Ancak İngilizlerin, Lozan'ı onaylamak için Hilafetin kaldırılmasını bekledikleri ve Hilafetsiz bir dünyanın kendileri için "yeni bir çağ"ın açılması anlamına geleceğini düşündükleri açıktır.
TC HENÜZ TANINMIŞ BİR DEVLET DEĞİLDİ
Nitekim beklenen Lozan kanun tasarısı Avam Kamarası'nda Nisan 1924'te gündeme alınıp kabul edilmiş, Ağustos'ta diğer taraf devletler tarafından da onaylanarak 1924 Eylül'ünde Cemiyet-i Akvam tarafından tescillenmiştir. Bu demektir ki, Cumhuriyet'in ilk yılının dolmasına çok az bir süre kalmasına rağmen TC henüz tanınmış bir devlet değildi. Hilafet düğümü çözülünce tanınmalar da gelmeye başladı. Artık tasfiye operasyonları başlayabilirdi.
----------------------------------------------------------------------------------
-LOZANDA KAYBETTİKLERİMİZDEN BAZILARI-
** Kıbrıs, İngiltere ile aramızda tartışmalı bir konuydu. Hak bizimdi. Lozan’da İngiltere’ye terk ediliyor.
İngiltere de tutuyor Yunanistan’a armağan ediyor. (Adada yaşayan Türkler, ya İngiliz vatandaşlığına girecek, ya da Türkiye’ye göçeceklerdi.) [Lozan; 20. madde].
** Birinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere’ye sipariş edip parasını nakit ödediğimiz savaş gemilerine İngiltere haksız ve hukuksuz bir şekilde el koymuştu: Lozan’da bu gemilerin kurtarılması gerekiyordu, ama İngiltere’ye bırakılıyor. [Lozan; Madde 58].
** Mısır, Sudan ve Libya ,itilaf devletlerine verilecektir [Lozan; Madde
17-22].
Lozan'ın 17. maddesi:
“Türkiye’nin Mısır ve Sudan üzerindeki bütün hak ve dayanaklarından feragatinin hükmü 5 Kasım 1914
tarihinden geçerlidir.”
** Ek protokolde, Türkiye ve Yunanistan karşılıklı olarak ülkelerinde Yunanlı, Rum ve Türkler için genel af ilan
ediyor. Bu aftan az sayıdaki Türk faydalanırken, işgal sırasında Anadolu’da katliam yapan, Osmanlı
vatandaşı iken Osmanlı Devleti’ne ihanet eden binlerce Rum ve Yunanlı affediliyor. [Madde 1-2-3-4].
** Batı Trakya Yunanistan’a veriliyor. [Lozan; Madde 1].
** Boğazların kullanım hakkının 5 devletin kontrolüne bırakılmasına razı olunuyor. Kıyıdan itibaren 8
kilometrelik alana asker sokmamayı bile taahhüt ediyoruz. [Boğazların kullanımına ait sözleşme Madde 1-6].
Yavuz Bahadıroğlu / Tarihçi-Yazar
----------------------------------------------------------------------
“Lozan muahedesi imzalandıktan sonra İngiltere'de Avam kamarasında muhalifler Lord Curzon'a "Türkler'in istiklalini neden tanıdın" diye hakaretlere varan ifadeler kullanmışlardır.
Lord Curzon kürsüye gelerek:
"Siz yanılıyorsunuz. İşte asıl bundan sonra Türkler bittiler. Bir daha eski güçlü günlerine kesinlikle kavuşamayacaklardır. Zira biz onları (Türkleri) Lozan anlaşması ile ruhen, imanen öldürdük. Türkler İslâm'dan uzaklaştırılacaklar. Bunun için İsmet İnönü bize söz verdi" demiştir.
Nitekim yıllar sonra Siyasal Bilgiler Dergisi'nde yayınlanan bir yazısında İnönü, "Avrupalılar kendilerine verdiğimiz sözü tutamayacağımızı zannettiler" diyebilmiştir.
Ve bu söz tutulana kadar yani hilafetin kaldırılmasına kadar Lozan' a onay vermediler.Ne zaman hilafet kaldırıldı ve milleti islamsızlaştırma çalışmaları başladı o zaman itilaf devleti başkanları Lozan' a onay verdi.Biz Lozan' ı imzaladıktan 1 sene sonra 6 ağustos 1924 te.
KAYNAK: Lozan'ın İçyüzü, Büyük Doğu, Sayı 29
Ünsal Zor, Lozan, Ermeni ve İsmet İnönü, Aylık, Yıl:2, sayı:22, Temmuz 2006-
----------------------------------------------------------------------
Cumhuriyet belli şartlarda kuruldu! İngilizler bu izni istediklerini yapmamız şartı ile verdiler!
Bizim tarihçiler, siyasetçiler, politikacılar, askerler ve istihbaratçılar, bu konulara pek girmez! Abartarak söylemiyorum, çoğu KURULAN TEZGAHI bilmez! Eski yazıyı okuyamadığımız için de birçok etkili-yetkili, Padişah Vahdettin ve Mustafa Kemal'in bu şarta nasıl razı olduğunu açıklayamaz!
Bizim topraklar SIR MEZARLIĞIDIR!
Halk savaşır, vergi öder, askere gider, devletine sonuna kadar bağlıdır. Kendinden önce milletini düşünür ama nedense gerçeklerle bir türlü buluşturulmaz!
100 yıldır İngilizler için sadece KALABALIĞIZ!
Asıl gücün kimde olduğunu BAŞBAKAN bile olsanız açıklayamazsınız! Bilmek derttir!
Susmak zorundasınızdır! Ülkeyi ele geçiren GİZLİ TEŞKİLATI deşifre edemezsiniz!
İki cümleyle 100 yılı nasıl anlatacaksınız!
Bunca günahın vebalini kime yıkacaksınız!
Vicdanları kanatmadan, hakkı nasıl dağıtacaksınız! Çok zordur!
Belki sadece bu nedenle Süleyman Demirel Beyefendi "Türkiye yönetilmez ancak idare edilir!" diyordu! Belki gücün bizde olmadığını ima ediyordu! Bilemiyorum!
Neyse...
Türkiye gibi BOĞAZLARI ya da KANALI olan ancak para almayan başka ülke bir yoktur!
Denizleri kullanıldığı halde izin istenmeyen başka bir ülke de bulmak mümkün değildir!
Bakın ilkokuldan üniversiteye, Dışişleri'nden Genelkurmay'a, MİT'ten ekonomiye kadar her yerde Londra'nın izi vardır!
İngilizler öyle bir FORMAT attılar ki 100 yıl TÜRK olduğumuzu unuttuk! Bu topraklarda KARDEŞ olmaktan başka çaremiz olmadığını hatırlamadık! İçeriden çürüdük!
Amcasının eşine musallat olan DİZİLERİ evimize buyur ettik! Gençlerimizin saçlarını usturaya vurmasını, vücutlarını dövmelerle doldurmasını ÖZGÜRLÜK sandık! Bayramda el öpmeyi bırakıp, ana-babamızın kabrine gitmemeyi modernlik diye algıladık!
Çocuklarımıza gerçeği öğretemediğimiz için bizi onlarla vurdular! Solcu da olsak, sağcı da olsak onlara çalışıyorduk! Ama bilmiyorduk!
Gören ve bilen yoktu! Birkaç kişi oyunu okudu ama hayatlarını zindan ettiler! Fatura çok ağır oldu! Kendi sınırların içindeki OYUNU görmek ve bunu dile getirmek hiç cezasız kalmadı!
Bakın, Türkiye belli aileler ve gizli ilişkiler AĞI tarafından kontrol altında tutulur!
Montrö de yani Boğazlar konusu da maalesef böyledir!
Dün bir dostumun yolladığı fotoğrafı sizlerle paylaşıyorum! Fotoğrafa iyi bakın! Dağların arasına gizlenmiş ŞATO'yu görebildiniz mi?
Bu ŞATO ne mi?
Onu anlatacağım...
Beyaz Türk sözü bizde tam olarak anlaşılmadı! Beyaz Türk dediğimiz kesim sadece PARA sahibi olan kesim değildi! Gizli, derin ilişkiler barındıran ve saklayan insanlardı aynı zamanda! Para sahibi olmak uluslararası bir ağın üyesi olacağınız anlamına gelmiyordu!
Maçka'dan Nişantaşı'na çıkarken sağ tarafta İTÜ'nün bir binası vardır! Onu geçip devam ettikten sonra şimdi meslek lisesi olarak kullanılan dev bir yapı karşınıza çıkar! İşte onun tam karşısına düşen nokta, GÜL VE HAÇ KARDEŞLİĞİNİN İstanbul'daki etkili yerlerinden biridir! Zaten dikkatlice bakıldığında girişteki İMZALAR rahatlıkla görülebilir!
Ama bizim çocuklarımız oralara sadece eğlenmeye gittiği için bunları bilmez!
Öğretilmediği için de dikkat etmezler!
Türkiye'deki GÜL ve HAÇ Kardeşliği'nin yapısında kimlerin olduğu tam olarak bilinmez!
Ama bağlı oldukları yer Avrupa'dadır!
Tıpkı MASONİK ilişkiler gibi!
Neden MASONLAR Londra'ya bağlıdır!
Bunu düşünen oldu mu?
Neden İngiliz Kraliyet ailesi bu yapılara sonsuz güvence verdi!
Neden İngiltere'ye bağlı olan LOCALAR asla ve kat'a KADIN kabul etmezken Fransızlar'a bağlı olanlar kadınlara da "evet" dedi?
Neden bütün localar Üstad-ı Azam'a, o da Londra'daki MASAYA bağlı!
Benim bildiğim 10 bin seçkin Türk nasıl oluyor da dolaylı yoldan Kraliçe'ye iliştiriliyor?
Bu ilişkileri bilmediğimiz gibi Lozan'ı da Montrö'yü de bilmiyoruz!
Boğazlar'ın bizim olduğunu sanıp mangalda kül bırakmıyoruz!
Girin bakalım Google'a!
Anlaşmanın metinlerine bir göz atın!
Ne kadar HAKKIMIZ ve YETKİMİZ olduğunu göreceksiniz!
Şaşıracaksınız!
Çünkü yalanlarla yaşamaya alışmış bir milleti uyandırmak hiç de kolay değil!
Kimse konforunu bozmak istemiyor! "Ben mi değiştireceğim!" diyor!
Herkes mal, mülk, para ve etiket peşinde koşuyor! Böyle olduğu için de STAR olacağız derken figüran bile olamıyoruz!
Düne kadar olamadık!
Lozan'ı Türkiye adına kim imzaladı, kim etkili oldu sorularının cevaplarını bilmediğimiz gibi Montrö'de karşımıza oturanları da ıskalıyoruz!
Sadece EFSANELERLE yaşamayı tercih ediyoruz!
22 Haziran 1936'da Montrö'de BOĞAZLAR hakkında söz söyleme yetkisi olan Fransa, Bulgaristan, Büyük Britanya (İngiltere değil!), Yunanistan, Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Japonya ve Avustralya Türkiye'nin karşısına geçti! İngiltere adına masada bulunan LORD STANLEY'di!
Türkiye ise Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Paris Büyükelçisi Suad Davaz, Dışişleri Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu, Genelkurmay İkinci Başkanı Korgeneral Asım Gündüz, Sivas Milletvekili ve raportör Necmettin Sadak tarafından temsil ediliyordu!
Türk heyeti harıl harıl anlaşmaya hazırlanırken, içinde Avustralya yetkilisinin de bulunduğu karşı heyet fotoğraftaki ŞATO'da biraya geliyor ve "Türkler'i nasıl oyuna getiririz!" diye düşünüyordu!
O ŞATO sıradan bir yapı değildi!
Nişantaşı'nda gördüğümüz o yapının AĞABEYİ idi! Bulutların arasına gizlenen şato, GÜL VE HAÇ KARDEŞLİĞİ'nin Avrupa'daki en gizemli merkezlerindendi!
Belli günlerde özel gündemle insanları bir araya getirirdi!
Boğazlar'ı bize veriyormuş gibi yapıp vermeyen AKIL da oradaydı!
Bizim kaderimiz buydu!
Hep masada yenilirdik!
Daha yeni yeni ayağa kalktık!
Ama karşımızdaki KARDEŞLİĞİN ne olduğunu bilmiyoruz!
Bilmediğimiz için de her şeyi TESADÜF olarak yorumluyoruz!
Canımızı yakan da bu oluyor hep!
Unutmayın sahip olmak için önce BİLMEK gerekir! Biz bilmeden tam 100 yıl sahip olduğumuzu düşündük! Bu nedenle şimdi bilerek hareket edenler hedefte!
OYUNU böyle okuyun!
Gençler, özellikle siz!
Başka türlü ZAFER mümkün değil!
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
LOZAN'DA SATILAN DİN. (mutlaka okuyun kardeslerim )
Lozan görüşmeleri 20 Kasım 1922de başladı. Zafer olarak sunulan Lozan, aslında büyük bir hezimetti. Görüşmelerin başlangıç yıldönümü vesilesiyle dikkatleri Lozanda İslamın nasıl satıldığına çekmek istiyorum.
Siz Türkiyenin mülki tamamiyetini kabul edin, ben onlara İslamı ve İslam temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.
Lozanda İsmet İnönü ile çok yakın olan Yahudi Hahambaşısı Nahum, Lord Curzona böyle diyordu. Hahambaşı Nahum ne demek istemişti? Lozandan sonra yapılan devrimler ve Andlaşma metni incelendiğinde, Hahambaşının ne demek istediği ve taahhüdünün nasıl da yerine getirildiği görülecektir.
Gerçekten de Lozandan sonraki birkaç yıl içinde İslamın bütün kurumları ve yasaları hayata amir olmaktan uzaklaştırılmış, Hahambaşının taahhüdü yerine getirilerek İslam ayaklar altında çiğnenmişti.
Çiğneyenler mi? Onlar büyük kurtarıcılardı!
Lozan görüşmelerinde İsmet İnönünün, İngilizlerle pazarlık yaparak gizli bir anlaşmayla Hilafeti kaldırma sözü verdiği pek çok kaynakta belgeleriyle yer alıyor. İslamın hukuki, siyasi, sosyal ve iktisadi düzeninin tamamen kaldırılarak Batının bu alandaki düzeninin alınacağı bizzat Lozanda kabul edilmiştir.
Lozanda İnönünün yanından ayrılmayan Haham Nahum, İzmir İktisat Kongresinde M. Kemalle görüşmesinin ardından alınan Kongre kararlarıyla İslam iktisat modeli terk edilerek Liberalizm benimsenmişti. O sıralarda Lord Curzonun, barışın Hilafetin kaldırılmasıyla mümkün olabileceği mesajı da Ankaraya iletilmişti.
Lozan sonrası azınlıklara birçok ayrıcalık verilirken, Osmanlı ve İslam Tarihi dersleri kaldırılıp yerine daha düne kadar Anadoluyu ırz ve namusu ile birlikte yağmalayan Yunanlıların Medeniyet Tarihi ders olarak okutulmaya başlanır. Milli Eğitim Bakanlığı, İslami kaynakların yasaklandığı dönemde Batı Klasiklerini tercüme ettirerek, Yunan ve Batı düşüncesini zorunlu ders olarak müfredata sokar, böylece Lozanda üstlenilen görev(!)in bir kısmı yerine getirilir. Kalanı da ardı ardına gelecektir.
M. Kemalin yaptığı devrimin en önemlilerinden olan şahıs, aile, borçlar, miras gibi hususları kapsayan Medeni Hukuk devrimi, aslında Lozanın gereğidir. Andlaşmaya göre, azınlıklara medeni ve siyasi sahada müslümanlarla eşitlik temin edilecektir. Bunun anlamı, Medeni Hukukun azınlıklara göre olacağıdır ve nitekim, İsviçre Medeni Kanunu tercüme edilerek müslümanlara dayatılır. Bunu Cumhuriyet devri Uluslararası Hukuk profesörlerinden M. Cemil Bilsel, 1933 basımı Lozan adlı kitabında şöyle ifade eder:
Azınlıklar meselesi nedeniyle Lozan görüşmeleri kesilme tehlikesine girince, İsmet İnönü, müttefiklere söz verdi ki, Türkiye barış sonunda.... Avrupa devletlerinin kabul ettiği esaslara göre, müslüman olmayan azınlıkların haklarını tanıyıp, umumi af ilan edecektir. ....Böylece İnönü, teslim bayrağını çekmiş oluyordu.
Yeni Türk devletinin Laik olacağı, Avrupa kurumlarını alacağı Lozana giden Türk Heyeti üyelerinden Dr. Rıza Nurun Hatıratında itiraf şöyle ediliyor: Konferansta laik tabirini kullandım. ...Kanun-u Medeni yapacağımızı, bunu Avrupadan alacağımızı, zaten dini devletten ayıracağımızı söyledim.
Bu ifadeler, Lozanda İslamın satıldığının resmi ağızdan itirafıdır. Sırf Avrupayı memnun ederek kendi iktidarlarını sağlama almak için, müslüman çoğunluku hıristiyan azınlıkların hukukuna mahkûm etmek; bunun için de Hilafeti kaldırmak, Laikliki ilan etmek, Avrupadan Medeni Kanunu almak, bizzat Lozanda taahhüt edilmiştir.
Ancak bu taahhüde Batılılar inanamazlar. Çünkü onlara göre, Türkiyedeki müslümanların dini hukuklarının kaldırılması imkânsızdır, herkese aynı kanunu tatbik etmek, hiç kimseyi memnun etmemek demektir. Ancak dini satmaya azmetmiş Türk Heyeti, İslam Hukukunun kaldırılıp yerine Avrupa hukukunun konulacağında ısrarcıdır. Avrupalılar bunu mümkün görmezlerken, Türk Heyeti diretip ille de hıristiyanların hukukunun müslümanlara tatbik edileceğinde ısrar ederek adeta onları ikna eder, İslam Hukukunu satar.
Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılap Tarihi adlı eserinde, Lozanda dinin nasıl satıldığına delil olabilecek şu ifadeleri kullanıyor: Lozan Barış Andlaşması ile modern bir adli taşkilatla modern ve Laik kanunlar yapmak mecburiyetini de mukavelevi olarak yükümlenmiştik....
Lozan Andlaşmasının maddelerine geçmeden önce Türk Heyetinin 24 Temmuz 1923te imzaladığı Adaletin yönetimine İlişkin Açıklamada, 5 yıl içinde hukuk, siyasal, sosyal ve toplumsal düzende tamamen İslamdan uzaklaşıp Laikleşme öngörülür. Gerçekten de bu taahhüt yerine getirilir ve Lozandan sonraki 5 yıl içinde yapılan devrimlerle devlet tamamen dinden uzaklaştırılır.
Lozan Andlaşmasının 37. maddesine göre, 38. maddeden 44. maddeye kadar olan maddeler Türkiye için Anayasadan üstün olacak; hiçbir mevzuat ve resmi işlem bu maddelere aykırı olamayacaktır. Nitekim Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri adlı kitabında bunu şöyle ifade ediyor: Anılan hükümlere aykırı herhangi bir iç hukuksal işlemin geçersizliğinin öncelikle ulusal yargı organlarımız tarafından saptanması sözkonusu olacaktır.
Anlaşılan o ki; Lozanda İslam resmen satılmış, Türkiye için bir Azınlıklar Rejimi kurulmuştur. Lozanda Türkiye bağımsızlığını elde etmemiş, bağımlılığını teyit etmiştir. O halde İstiklal Harbi sona ermemiştir. Birinci Meclis yeniden kurulmalı ve Devlet yeniden inşa edilmelidir. İslama göre...
----------------------------------------------------------------------------------------------
Türklerle Kürtleri Kim Ayırdı?
Lozan Andlaşması’nda bütün sistem müslim-gayri müslim ekseninde kurulmuştur. Yani Lozan’da “müslüman milleti” ve gayri müslimler vardır. Lozan mevzuunda yerli yersiz zırt pırt üfüren zevâtın bunun farkında olduğunu sanmıyoruz. Onlar işlerin basit bir mâcerâ filminde olduğu gibi, Bandırma Vapuru’nda sıcak bir yaz akşamı başladığını, esas oğlanın kılıncını çekip düşmanı denize dökmesiyle nemli bir güz sabahında sona erdiğini sanırlar… Bir de büyük düşmanlar bizi “Aman ille de barış yapalım, n’olur Akdeniz’den ötesine geçmeyin, lütfen Türkler!” diye ayaklarımıza kapanarak ısrarla dâvet etmişlerdir!
Madde bir: Bir kere “Lozan Sulh Konferansı” diye bir toplantı hiç olmamıştır! Türkiye’de resmen bu adla anılan toplantının gerçek adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır. O sıralar dünyânın hâkimi olan İngiltere İmparatorluğu, müttefikleriyle masanın baş tarafına oturmuştur. Eğer İngiltere ve müttefikleri galip taraftaysa, Türkiye masanın ne tarafında olabilir?
Cevâbı meçhul olmayan bu soru, yerli mâcerâ filmi meraklılarına “Nayır, nolamaz!” dedirtebilir.
Türkiye’nin Lozan’da masanın galipler tarafına oturduğunu hiç kimse isbât edemez. Türkiye, Yunanistan’ı yenmiş, ama Birinci Dünyâ Savaşı’nı İngiltere ve müttefiklerine karşı kaybetmiş taraf olarak masaya oturtulmuş ve Osmanlıyı yıkması dikte edilmiştir. Dünyâ müslümanlarına Türklerin mağlûb olduğu böylece gösterilmiştir. İşte bu yüzden konferansın uluslararası resmî adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır!
Konferansta, Türkiye, Arapların çoğunlukta olduğu bölgeler dışında, esas olarak Türklerle Kürtlerin çoğunluk teşkil ettiği sınırlar içinde bir hükümranlık alanı olarak düşünülmüştür. Türkiye heyeti de bunu savunmuştur. Netîcede, Mîsâk-ı Millî sınırları büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Elbette Antakya-İskenderun, Haleb’e kadar olan bölge ve bilhassa Musul-Kerkük bu sınırların dışında kalmıştır. Türkiye Musul konusunda iç kamuoyunun zoruyla ısrarcı olmuş, fakat mesele Lozan’da akim bırakılarak, İngilizler tarafından 1926’da Türkiye aleyhine çözülmüştür! Hani en “bağımsız, boyun eğmez” dış siyâset tâkip edildiği söylenen dönemde Türkiye de buna rızâ göstermiştir.
Türkiye müslüman ahâlinin devleti olarak kurulmuş, fakat Lozan’da kaşıkla veren dünyâ hükümrânı, bunu kepçeyle almak için İslâm’dan, Osmanlı’dan arıtma uygulamalarını şart koşmuştur!
“Bu, anlaşmanın neresinde yazıyor?” denilebilir.
Açık metinlerde böyle bir şey yok. Fakat İsmet Paşa döndükten sonra, “Biz Hıristiyan olmadığımız için istiklâlimizi vermek istemiyorlar.” demiş, bunun üzerine Ankara istasyonunda “Ne yapalım?” mevzûlu toplantılar yapılmıştır! Bu üst düzey toplantılarda bâzı çok meşhur “milliyetçi” zerzevat, “İslâm terakkiye mânidir, icabederse Hıristiyan bile oluruz.” demeye gelen lâflar etmiştir. Elbette sonunda Hıristiyan olunmamıştır, çünkü bu gayri mümkündür. Fakat, laik olunmuştur!..
O sırada, Türkiye’nin gayri müslim unsurları mübâdele ile göçürülmüş, yerine Yunanistan’dan müslüman unsurlar getirilmiştir. Ülkede farklılıkların fark edilmesini sağlayan unsurlar yok edilince, müslim-gayri müslim ayırımına gerek kalmamış, şiddetli bir düzmece Türk etnikliği siyâseti tutturulmuştur. Fakat bu “Türk” siyâseti, Kürtlerden çok Türklerin zararına olmuştur. Çünkü Cumhuriyet sonrasının “Türk siyâseti”, târihi, değerleri ve kimliği ile yaşayan bir Türk kavramı üzerine kurulmamıştır. Îcâd edilmiş, sentetik, toplum mühendisliği ile benimsetilen bir “Türk” siyâseti izlenmiştir.
Türkler bu süreçte, değerlerinden soyutlanmıştır. Dîninden, îmânından uzak tutulmuştur. Hattâ dilleri ellerinden alınmak istenmiştir. Kaç asırlık türkçe metinler, edebiyat ve yazı bir hamlede çöp sepetine atılmış, 1930’larda yeni bir alfabe, dil ve yeni bir târihle kurmaca bir Türk milleti oluşturulmak istenmiştir.
Küçük bir oligarşik zümre dışında, umûmen Türkler bu millet tanımının içinde olmamışlardır. Milliyet tanımlamasından din tamâmen çıkarılmış; dil, târih yeniden oluşturulmuş; geriye kala kala vatan kalmıştır!
Bu uygulamalardan önce, Türkler ve Kürtler arasında farklılık hangi alanlarda idi?
Din berâberliği, his beraberliği, gönül berâberliği iç içe idi. Dil, yâni “osmanlıca” denilen zengin dil, Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın, Kürd’ün ve diğer Osmanlı ile hemhâl olmuş kavimlerin anlaşması için zengin bir kelime haznesi sunuyordu. “Öztürkçe” sırf türklerle anlaşma yolunu tıkamakla kalmadı, sözlüklerden tasfiye edilen ortak kelimeler yüzünden diğer müslüman kavimlerle anlaşmayı da güçleştirdi. 19. Yüzyıl, türkçeyi bütün müslüman kavimlerin dili hâline getirmişti. Denilebilir ki, o sıralar modern bilgilerle karşılaşmış hiçbir müslüman, türkçenin yabancısı değildi. Osmanlı sınırları içinde kalan Arap, Fars, Kürt bütün müslüman unsurların seçkinleri türkçe biliyordu.
İslâm düşmanlığı siyâseti ile nasıl büyük müştereklik zedelendi ise, öztürkçecilik yapılarak, ortak değerler reddedilerek de toplumun zihnî yapısına ağır hasarlar verilmiştir.
Yazar: D. Mehmet Doğan
---------------------------------------------------------------------------------------