2017

KEMÂL KAPLAN
30 Aralık 2017

Hava korsanları genellikle uçağa biner ve pilotun kafasına bir silah dayarlar, gitmek istediği yeri söylerler. Bizim her şeyimiz anormal olduğu gibi ilk hava korsanımız da anormal bir kişilikti. Kendisi pilot olduğundan, uçağı kendi havalandırdı ve kaçırdı. Adı mı: FEVZİ GÖKDENİZ. Adamın hayatı roman... Fevzi Gökdeniz askeri bir pilot iken, talimatlara uymamış, uçağının pervanesi ile henüz havalanmadan öndeki filo komutanını ve uçağını biçip geçmişti. Sonrasında ceza aldı hapis yattı. Çıktı. Suriye'nin pilot ihtiyacı olduğunu öğrenince, Suriye'ye gitti. Yüksek bürokrat çocuklarından kendisine sıra avagelmeyeceğini görünce Türkiye'ye geri döndü. Bir arkadaşından Vecihi Hürkuş'un pilot aradığını öğrendi. Nuri Demirağ'ın verdiği sermaye ile ilk uçağı üreten havacılık tarihimizi başlatan, kalbi gökyüzü için atan Hürkuş, Türkiye'nin ilk sivil hava taşımacılık firmasını kurmuştu. Gökdeniz, Hürkuş'un firmasında işe başlar. Bir maç esnasında Bursa stadyumundaki izleyicilere, bir bankanın reklamları atılacaktır. Gökdeniz uçağı kullanırken, arkadaşı el ilanlarını aşağıya atmaya başlar. Gökdeniz'İn gözü stadyumun ön sıralarında oturan lisedeki kız arkadaşına takılır. Kıza kendini göstermek için alçaktan uçmaya ve türlü numaralar yapmaya başlar. Alçak irtifayı o kadar abartır ki, 3-4 metre kadar yere yaklaşır. Sonrası. Sonrası elbette hüsran olur. Uçak elektrik tellerine takılır. Uçak bert olur, Gökdeniz komalık... Hürkuş zaten firmayı borçlanarak kurmuş, uçakları borçlanarak almıştır. Gökdeniz de bu durumu biliyor maaş almamaktadır. Bir uçak telef olmuş, firma büyük zarar görmüştür. Hastane görevlilerinden Gökdeniz hakkında bilgi alan Hürkuş, hastanın iyileşmesinin zor olduğunu duyunca, Gökdenizi bırakıp gitmiştir. Bizim çılgın pilot günden güne iyileşmeye başlamış, verdiği zararı unutarak, Hürkuş'un ona borçlu olduğunu düşünüp, günbegün ondan nasıl intikam alacağının hesabını yapar olmuştu. Hastaneye gelen Bulgar asıllı berberden Bulgaristan'ı dinlemiş, Hükuş'tan intikam için uçaklarından birini Bulgaristan'a kaçırmayı kafasına takmıştı. Daha önce Hürkuş'a aldırdığı arkadaşı eski bombardıman uçağı pilotu Sadık Sagun da işten ayrılmıştı. Meseleyi ona anlattı. Birlikte kaçış planı yaptılar. Dolu bir depo ile uçaklar 4 saat havada kalabiliyorlardı. Yunanistan veya Bulgaristan'a inebilirlerdi. Yunanistan onları Türkiye'ye teslim edebilirdi. Zira Yunanistan ile Türkiye arasında o dönem dostluk rüzgarı esiyordu. Berberin anlatıkları da kafasına yatmış, Gökdeniz Bulgaristan'da karar kılmıştı. Sadık Sagun da teklifi kabul etti. Gökdeniz hastanede alçılı-sargılı yatmakta olduğundan havaalanına Sagun gidecek uçağı hazırlayacak, yakıt ikmali yapacaktı. Hem şirketten yeni ayrıldığı için dikkat de çekmezdi. Her şey hazır olunca Gökdeniz alçılı kol ve pijamalarla hastaneden kaçarak, sabahın erken saatlerinde havaalanına geldi.

Uçağı havalandıran iki hava korsanı rotayı Bulgaristan'a çevirdiler. Sınırı geçer geçmez, Bulgar hava sahasında makineli tüfek mermileri bekliyordu onları. Ardından Bulgar uçakları peşlerine düştü. Varna havaalanına indiklerinde bir ordu bekliyordu onları. Gözleri bağlanarak, sorguya alınan korsanlar daha sonra büyük bir izzeti ikram ile karşılanır. Ve siyasi iltica olarak dünya basınına haberler geçilir. Sofya'ya götürüp İçişleri Bakanlığı'nın misafirhanesinde konuk edilen iki maceraperest, işin aslını çok sonra öğreneceklerdir: Daha önce bir Bulgar pilot yolcularıyla birlikte uçağı İstanbul'a kaçırmıştır. Gerek Türk makamları, gerek medya pilota medhiyeler düzdüğünden, bu olay Bulgarların rövanşıdır.

Gökdeniz Bulgaristan'da yeni bir hayata başlar. Devlet bir ev verir. Üniversitede makina bölümüne kaydolur. Bir Bulgar kadın ile evlenir. 5 yıl geçtikten sonra, 1960 darbesi ile Gökdeniz umutlanır. "Türkiye'de beni unutmuşlardır" diyerek yurda geri döner. Sınırda polise " ben uçak kaçırdım" diyerek teslim olur. Gökdeniz sorgudan sonra serbest bırakılır.

İFLAH OLMAZ VAK'A

Hikaye burada bitti mi sanıyorsunuz? Fevzi Gökdeniz Baba Zula'nın 'özgür ruh' şarkısını 60 yıl önce hayatıyla yazmıştır. Bir iflah olmaz 'cins kafa'yı kim durdurabilir? Gökdeniz'i bu defa Sovyetler çağırmaktadır. Her nasılsa Sovyetler'e kaçmayı kafasına koymuştur. Bilecik'te askeri okulda okuyan oğlunu ikna eder. Kızını da yanına alarak, oğlu ile birlikte Suriye'ye geçerler. Sonra Malatya'ya gelirler. Malatya'da kızı Tülay'ı bırakır, oğluyla Samsun oradan Borçka. Karlı dağları aşarak Sovyet sınırına gelirler. Askerler bunları aldığı gibi doğru kodese, günlerce sorgu sualden sonra oğlu Turgay serbest bırakılır.

Gökdeniz iki yıl hapse mahkum edilir. Hapisten çıktıktan sonra, 1963 yılında yetkililere Türkiye'ye gitmek istediğini söyler. Sınırda Türk yetkililere teslim edilirler. Birkaç ay hapisten sonra serbest bırakılırlar. Bir süre sonra Ankara'ya gelerek, meclise affı iççin başvuran Fevzi Gökdeniz'e 1972 yılında af çıkar ve TSK'dan emekliliği onaylanır. 

Fevzi Gökdeniz 1972 yılındaki TBMM kararı ile affedilir.



Yazarın notu: Fevzi Gökdeniz 1998 yılına kadar İzmir'de Üçkuyular'daki evinde yaşıyordu.













KEMÂL KAPLAN

Şark Ekpresi'nde yaşanmış yüzlerce olay ve hikâye mevcut. Bu olaylar kitap ve filmlere konu teşkil etmiş. Biz bunların içinde en ilginç olanı ve tarihin doğru tahlil edilebilmesi hususunda bize feyz verebilecek potansiyeli olan bir hikâye seçtik.

David Baldwin 'Royal Prayer: A Surprising History' adlı kitabının 83. sayfasında Şark Ekpresi ile ilgili olayı şöyle anlatıyor:

"I. Dünya Savaşı'nı yenik bitiren Almanlar İtilâf Devletleri'yle ateşkes antlaşmasını Şark Ekpresi'nin 2419 numaralı vagonunda 11 Kasım 1918 tarihinde imzaladı. İmzaları Fransa adına General Ferdinand Foch ve Almanya adına ise General Matthias Erzberger attı. Fransızlar zaferin anısına 2419 numaralı vagonu trenden ayırarak bir müzede sergilemeye başladı.

II. Dünya Savaşı'nda Fransa'yı işgal eden Almanya, Hitler'in emriyle Paris'teki 2419 no'lu vagonu müzeden çıkararak, 22 Temmuz 1940'da Fransa'ya teslim anlaşmasını bu vagonda imzalatıyor. Almanlar daha sonra vagonu Berlin'e götürüyor. 1945 yılında yenildikleri zaman, düşman kuvvetleri Berlin'e girmeden önce bir SS birliği 2419 no'lu vagonu imha ediyor."
(Kemâl Kaplan - Anadolu Lojistik Tarihi, s. 307)


İşte size devletin çarklarının nasıl döndüğünü anlamamızı sağlayacak bir hikâye daha. Aşağıda yazılanlar Pancar Motor'un son Genel Müdürü Yalçın Arsan tarafından 2012 yılında kaleme alındı.

**********
Türkiye’nin en eski sanayi kuruluşuydu. İki yıl içinde yok oldu gitti. Ne olduğunu özetlemem gerekse şöyle derim: Çok şey. Ve hiç bir şey. 

Nasıl mı? Okuyun lütfen…

2009 yılında Yönetim Kurulu Başkanı Halil Ünal’dan “Pancar Motor’u kurtarmamız lazım…” sözünü ilk duyduğumda ilk tepkim “Pancar Motor nedir yahu?.. ”oldu. Bir sanayi motoru olduğu hakkında fikrim vardı ama ne işe yaradığı hakkında hiç yoktu. Araştırdıkça anladım ki Türk tarım sanayisinin önemli ama belli bir kesim tarafından az tanınan markalarından biriydi Pancar Motor. 

Herkesin adını duymuşluğu var, ama özellikle ailede tarımla uğraşan biri yoksa ne olduğunu bilen az.
Kısaca Pancar Motor: Türkiye’nin ilk büyük ölçekli sanayi girişimi. 1-4 silindir arası ve farklı amaçlara hizmet eden, ağırlıkla tarım ve marin sektörlerinin kullandığı motorların yerli üreticisi. İlk genel müdürü 1956 yılında göreve gelen genç mühendis Necmettin Erbakan.
Bendeniz ise Pancar Motor’un son genel müdürüyüm.
Tabir yerindeyse kapıya kilidi ben vurdum!

Detayına birazdan gireceğim ama ne oldu diye sorarsanız Pancar Motor’da yanıtım şöyle: 2009 yılında teknik açıdan iflas etmiş durumdayken, iki yılda kalan son 120 kişilik ekibin gayreti ile iflas riskini ortadan kaldirmış, yeni bir motor üretmeyi basarmış bir şirket olarak bakarsanız çok şey oldu, çok şey başarıldı Pancar Motor’da.

Ama bu kısa sürede elde edilenlere rağmen 2011 yılının Kasım ayında, üç hafta içinde polis eşliğinde gelen kalabalık bir teknik ekip tarafından tamamen sökülüp elektrik şalteri indirilerek faliyeti durdurulan, takip eden birkaç gün içinde 56 yıldır barındığı arazisinden çıkmak zorunda kalan bir şirket olarak bakarsanız durum çok farklı; hiç bir şey hedeflendiği gibi olmadı, olamadı Pancar Motor’da.


 Pancar Motor'un Bayrampaşa'da bulunan idari binası.


Pancar Motor’un temel atma töreninden bir görüntü.

2012 yılı Şubat ayında basına yansıyan Pancar Motor’un hikayesi, konuşulan içeriğin ötesinde bir derinliğe sahip. Konuyu basına yansıyan dramatik içeriği ile değil, Türkiye’nin bir dönemini temsil edecek kadar önemli bir şirketin gerçek öyküsü olarak görmek isteyenler için anlatmak, unutulmadan ve önemli ayrıntıları bulanıklaşmadan kayıt altına almak için yazdım bu makaleyi.

Önce kısa tarihçe: Şirket Gümüş Motorismi ile 1956 yılında yeni mezun bir mühendis olan Necmettin Erbakan’ın genel müdürlüğünde, sanayileşme yatırımları yapan devlet kaynakları ile ilk yerli motorumuzu üretmesi amacıyla kurulmuş. O tarihte paranın satın alabildiği en iyi ekip, bilgi, teçhizatla donatılmış, en ileri teknolojiye sahip (Alman Hatz başta olmak üzere) global markalardan üretim lisansları alınmış, iş ortaklıkları yapılmış ve takip eden yıllarda bütün Türkiye’yi saran güçlü bir bayi ve tedarikçi ağı kurulmuş. 1964 yılında yapılan özelleştirme ile sahipliği Pancar Kooperatiflerine ve Şeker Fabrikaları’na geçmiş, adı Pancar Motor olarak değişmiş.




İlk yılların ürün yelpzazesi: Eski ismiyle 'Gümüş', sonra 'Pancar Motor'lar yan yana.

1980'lerin başına kadar her şey yolunda gitmiş, ürün sağlam ve kullanıcı ihtiyaçlarına uygun olduğu için çok tutulmuş. Tarım faliyetinin büyük devlet teşviği aldığı bu dönemde çok satılmış, yavaş yavaş yaşayan bir efsane halini almış. O kadar ki, ağırlıklı olarak tarım ve marin amaçlı kullanılan bu motorların tümüne, markasına bakılmaksızın 'Pancar Motor'diye hitap edilir olmuş. Sadece Türkiye’de satılmakla kalmamış, başta Afrika ve ortadoğu olmak üzere yurt dışında bir çok ülkeden alıcı bulmuş. Dayanıklılık ve kalitesinin ünü tüm ülkeye, hatta ihracat yapılan yakın ülkelere yayılmış.

Ancak takip eden yıllarda yavaş yavaş düşen üretim verimi, üretim kapasitesinin artmaması (hatta her yıl düşmesi), yükselen maliyetler ve artan rekabet ile Pancar Motor yavaş yavaş gücünü yitirmiş, bir çok defa iflas etme noktasına gelmiş. En son olarak Erdal İnönü’nün başbakan yardımcısı olduğu dönemde hibe olarak verilen kredi ile olmak üzere iki defa devlet desteği ile iflastan kurtarılmış. 1990’lı yılların başından itibaren zarar üreten bir yapı haline gelen Pancar Motor, iflas tehlikesi yaşadıkça varlıklarını satarak yola devam etmiş, yapısal sorunları çözmeden, zaman kazanarak ayakta kalmaya çalışmış. Son olarak 1994 yılında arazisini de şirket hissedarlarından bazılarına satmış. Borç içinde ama umutla geleceğe bakarak hayatını sürdürmüş.

Ben Pancar Motor’la 2009 yılı Mayıs ayında tanıştım. Şirketin o zamanki yönetim kurulu başkanı Pancar Motor’u bana “kaynağı bol ama liderliğe ihtiyacı olan bir sanayi şirketi” olarak tarif etmiş, ilk gerçek Türk sanayi markası olan bu şirketi yurt içi ve dışında büyütmek hedefleriyle başına geçmeyi düşünüp düşünmeyeceğimi sormuştu. Uzun süredir devam eden zarar etme sorununu aşmak istediklerini anlatmıştı.

İlk izlenimim olumlu olmadı: Toplu sözleşmesi imzalanamadığı için işçisi çalışmaz ve greve hazırlık yapar durumda, çok sayıda devlet kurumu ve iş ortakları da alacaklı olarak da kapıdaydı. Şirket aşırı borç yükü nedeniyle teknik açıdan iflas etmiş (bilançodaki varlıklarının 2/3'ünü kaybetmiş) ve ödeme gücü kalmamıştı.

Diğer taratfan işin finansal tarafı gözardı edilerek bakıldığında görünen resim farklıydı; kaliteli ve eğitimli insan kaynağı, markaya inancını koruyan bayi ağı ve tedarikçi altyapısı sayesinde Pancar Motor’un kullanabileceği küçük ama önemli bir fırsat vardı: Markasının gücü ve ekibinin kalitesi ile herşeye rağmen ayakta durabilen, biraz kaynakla yapılabilecek atılımlar ile oynayacak son bir kozu daha olan Türk markası olma potansiyeli.

Pancar Motor’u inceleyip tanıyanlarla konuştukça bu ilginç markaya olan ilgim arttı. Sordukça anladım ki Pancar Motor zor durumda olsa da aslında bir 'yerel kahraman'dı. Ürün teknik açıdan rekabet gücünü yitirmiş olsa da yıllar içinde oluşmuş sadık müşterisini tamamen kaybetmemişti. Daha önemlisi şirket sahip olduğu güçlü teknik altyapısı sayesinde kolayca yeni bir ürün yaratabilecek durumdaydı. Görebildiğim kadarıyla sadece iki ihtiyaç vardı: Biraz kaynak, biraz da kararlılık.

Haziran 2009'da Pancar Motor’un genel müdürlüğü görevini kabul ederken bu iki unsurun şirketin tozlu rafları arasında var olduğunu, olmasa da biraz gayret ile yaratılabileceğini düşündüm.

SİL BAŞTAN

Görünen fırsat teorik olarak küçük ama pratik olarak büyüktü: Pancar Motor teknik açıdan iflas etmiş olmasına rağmen bir şekilde ayağa kalkabilirse, sadece kendi için değil Türk sanayi dünyası açısından da sembolik bir zafer olabilirdi. Ülkenin ilk sanayi markasının ayakta kalabilmesi büyük etki yaratabilir ve bu ivme ile hayata geçirilebilecek bir yeniden yapılanma, şirketin köklü yapısal sorunlarını çözmeye yarayabilirdi.

Öncelikle güçlü marka ve inançlı bayi ağı unsurlarından faydalanmanın yollarını aradık: İlk iş olarak sendikamızla anlaştık: Birleşik Metal-İş iyi niyet görünce bir adım attı, işveren temsilcisi olarak biz de aynısını yaptık ve bir haftalık kısa bir pazarlık sürecinden sonra 2009 Haziran ayında toplu sözleşmemizi imzaladık, şirketi çalışır hale getirdik.

İkinci adımda başta bayiler olmak üzere şirketin tüm iş ortaklarıyla diyalog kurarak pancar Motor’un yeni bir yönetim ile değişmekte olduğu mesajı vermeye çalıştık. Çarklar dönmeye başlayınca, ticaret cılız da olsa başladı; bayi ve tedarikçiler tedbirli bir iyimserlikle, ağır aksak da olsa çalışmaya başlayan Pancar Motor’u desteklediler.

Elbette bu gelişme yeterli olmadı; şirketin ürettiği kaynak, bırakın bocu, borcun faizini bile ödemeye yeterli değildi. Olası bir iflası bir kere daha engellemek amacı ile Eylül 2009‘da İşkur’a ‘kısa çalışma’ izni almak için başvuruda bulunduk. İçinde bulunduğu ticari zorluğu kanıtlayabilen ancak bu zorlukları aşmak için makul bir planı olduğunu ortaya koyabilen üretim şirketleri için yaratılan bu yasal statü, bakanlık müfettişleri tarafından yapılan kısa bir incelemeden sonra uygun bulundu ve Pancar Motor Eylül 2009 tarihinde ‘kısa çalışma’ uygulamasına başladı. Yani sipariş aldığı kadar çalıştı, almadığı zaman çalışanını mağdur etmeden fabrikasını kapattı. Daha da önemlisi, bu durumun sağladığı maliyet avantajı ve biraz da politik destek ile tüm borçlarını uzun vadelere yayarak yapılandırmayı başardı. Yaklaşık 9 ay süren kararlı ve disiplinli bir gayretin ardından Pancar Motor, sorunlarını tamamen çözmese de, yakın çevresine iflas etmediği mesajını vermeyi başarmıştı.

2010 yılının başlarında biraz toparlanan ve iflasla ilgili riskleri atlatan Pancar Motor küçük bir sermaye artışına gitti. Bu yeni kaynak sayesinde kısa çalışma uygulamasına son verdik, borçlarımızın bir kısmını daha ödedik ve 20 yıldır yapmadığı bir şeyi yapmak için kolları sıvadık: Günün koşullarına uygun ve daha düşük maliyetli ve yerli bir motor üretmek. Daha önce ithal olarak üretilen bir motor tasarımını yerli koşullara göre revize ederek sadece 10 ay gibi bir sürede Pancar Motor’un en büyük ihtiyacı olan düşük fiyatlı, hafif, yüksek performanslı ve tamamen yerli bir motor üretmeyi başardık.

2010 yılının Aralık ayından itibaren Pancar Motor bayilerinde klasik kırmızı Pancar Motor serisinin yanında artık daha ucuz, daha hafif, siyah renkli ama yine Pancar Motor logosunu taşıyan yeni bir motor satılmaya başlanmıştı: Yeni RF serisi Pancar Motor. İki yıla yakın bir gayret meyvelerini vermeye başlamış, Pancar Motor yavaş yavaş ayağa kalkmaya başlamıştı. Uzun bir aradan sonra ilk defa geleceğe umutla bakmaya başladığımız günlerdi

Ne yazık ki ölümcül süreç tam da en umutlu olduğumuz günlerde başladı: Arazi savaşları başladı.

ARAZİ KİMİN?

2011 yılı yaz aylarında bize tebliğ edilen bir mahkeme kararıyla öğrendik ki Pancar Motor 90'lı yılların başında yaşadığı iflas tehlikesi sırasında arazisini, aynı zamanda ortağı olan üç şeker fabrikasına satmış, ancak içine düştüğü ekonomik zorluklar nedeniyle kira ödemediği dönemler olmuş. Bu fabrikalarından biri olan Kayseri Şeker Fabrikası’nın 2002 — 2007 yılları arasında ödenmeyen kiralardan dolayı açtığı dava, 2010 yılı Ekim ayında arazi sahibinin lehine sonuçlanmış ve bu durum yönetim kurulunun da dikkatine sunulmuştu. 

Bu noktadan sonra fabrika arazisini satmak isteyen Kayseri Şeker Fabrikası ile Pancar Motor’un büyük hissedarı Eskişehir Pancar Kooperatifi arasında, her gün daha da gerginleşen bir hukuki mücadele başladı. Kayseri Şeker araziyi satacağını söyleyerek tahliyesini istedi, Eskişehir Pancar Kooperatifi ise bu tehdide kulak asmadı; yönetim kurulumuz şöyle bir sonuca vardı: “56 yıllık Pancar Motor’u arazisinden atmaya kimsenin gücü yetmez!..”

Zaman hızla aktı, hukuki süreç biz yönetim ekibinin tahmin, şirket yönetim kurulunun ise gözardı ettiği doğrultuda işledi. Temmuz 2011'de arazi sahibini temsil eden avukatlar, eşlerinde 2 otobüs dolusu çevik kuvvet polis ve kalabalık bir teknik ekip ile fabrikayı, üretim tezgahlarını sökme yoluyla tahliyeye başladılar.

Yaklaşık bir hafta süren tezgah sökme ve haciz etme işlemi devam ederken başlattığımız karşılıklı görüşmeler sonucunda fabrikayı kendi imkanlarımızla boşaltmak için yaptığımız talep olumlu karşılandı ve tahliye işlemine kısa bir ara verildi. (Konu ile ilgili tutanak için tıklayın)
Söküm işlemine verilen bu arayı fırsat bilen şirket sahibi Eskişehir Pancar Kooperatifi, hamle sırasının kendinde olduğunu düşünmüş olmalı ki, arazi sahibi aleyhine tapu iptal davası açarak arazinin aslında kendilerine ait olduğunu iddia etti.

Bu gelişme üzerine uzun gayretlerle kurduğumuz diyalog ortamı tamamen yıkıldı.
Temmuz sonunda duran tahliye işlemi 16 Kasım’da tekrar ve bu kez bir daha durmamak üzere başladı.
30 Kasım’da ofisler dahil tüm fabrikanın tahliyesi sona erdi. Arazi sahibinin temsilcileri 5 Aralık’ta Bayrampaşa icra dairesi yetkilisinin eşliğinde Pancar Motor’un elektrik şalterini son defa indirdiler.



Ocak 2012'de Pancar Motor’un tamamen boşaltılmış imalat atölyesi.

KAYNAK-AMAÇ UYUMSUZLUĞU

Arazinin kime ait olduğu tartışmaları hukuki zeminde hala devam ediyor ancak bildiğimiz anlamda Pancar Motor artık yok. Fabrika tamamen tahliye edildi, üretim tezgahları icradan satılmak üzere haciz edildi.

2012 Şubat ayında basına yansıyan içerik ise yanıltıcı: İlk bakışta Pancar Motor arazi rantı kavgasına kurban gitmiş gibi görünse de işin aslı öyle değil. Pancar Motor yaklaşık 4 yıl süren tahliye davasını Ekim 2010’da kaybetti. Arazi sahibi de tahliye talebini hiç bir zaman gizlemedi; Pancar Motor’un önlem almaya yetecek zamanı vardı. Bu konuyla ilgili şirket yönetimi olarak, yönetim kuruluna yaptığımız sayısız hatırlatma, uyarı, üretilen alternatif çözümler, bulunan kiralık/satılık fabrika arazisi önerileri de gözardı edildi. Pancar Motor’un sahibi olan Eskişehir Pancar Kooperatifi yaklaşmakta olan fırtınayı göz göre göre inkar etti.

Pancar Motor’un gerçek sorunu onu evinden atan arazi sahibi değil, sürdürülebilir bir ekonomik yapıya sahip olmaması ve bu durumu büyük bir problem olarak görmeyen sahipleri olmasıydı. Yarım asırı aşan geçmişinin ağırlıklı olarak son 20 yılında oluşan ve bilançosunun geçmiş dönem zararları satırında açıkça görünen astronomik rakam, şirket gelirinin uzun süredir giderini karşılamadığının en basit göstergesiydi. Pancar Motor para kazanmıyor, sağlanan dış kaynaklar ve markasının gücünü kullanarak ayakta duruyordu. 2009 -2011 arasında yakalanan finansal iyileşme, üretilen yeni motor gibi olumlu işaretler anlamlı ve önemliydi, ama şirket çoğunluk hissedarının iradesi olmadan tek başına şirketi kalıcı olarak kurtarmaya yeterli değildi. Bu büyük gayretin tek ciddi kazanımı Pancar Motor’un ayakta kalmak için önemli bir güce sahip olduğunu kanıtlamak oldu: 56 yıllık geçmiş ile oluşmuş bir entelektüel sermaye.

Ulusal bir marka, iyi bir ürün, seri üretim ve ar-ge yetkinliği, bayi ve tedarikçi ağı, yurt içi ve dışındaki iş ilişkileri, ortaklıkları, lisans ve patentleri ile Pancar Motor, bir daha oluşturulması belki de on yıllar alacak bir değerdi. Şirketin son üç yılda yapılmaya çalışılan, şirketin bu önemli potansiyelini göstermek ve yeniden yapılanma için gereken kaynağın bulunmasını sağlamaktı. Bu noktadan sonra Pancar Motor’un bundan önce defalarca yapıldığı gibi içeri para koyarak kurtarılmaya değil, tüm süreçlerinin baştan kurgulanacağı köklü bir revizyona ihtiyacı vardı.
Pancar Motor’un hikayesi ibretliktir. Ancak ibret alınacak taraf ilk bakışta görünen, dramatik 'kurban edilen şirket'boyutu değildir.

Bana göre Pancar Motor özelleştirmenin kötü sonuçlanmış bir örneğidir. Ulusa mal olmuş markaların, ancak o markayı temsil etme yetkinliğindeki birey/kurumların sahipliğinde yaşayabileceğinin kanıtıdır. ‘Kooperatif’ gibi, politik boyutu ekonomik boyutunun önüne geçen yapıların bu tür markaları yaşatmasının mümkün olmadığının göstergesidir.

Pancar Motor’un öyküsü, biz Türkler'e has bir yaklaşım olan, hedefe uygun kaynak olmaksızın bir işe girişme gayretinin anlamsızlığının kanıtıdır. Bugünün rekabet ortamında, orta büyüklükte bir süpermarket sermayesi ile sanayici olmaya devam etmeye çalışmanın kaçınılmaz sonucudur.
Güçlü bir markanın neler yapabileceğinin kanıtı, ama tek başına marka gücünün yeterli olmadığının göstergesidir. Uzun bir ticaret geçmişi sayesinde ne büyük fırsatlar yakalanabileceğinin, ama bu fırsatların kullanılmazsa nasıl değersizleştiğinin öyküsüdür.

Pancar Motor’un yaşadıkları, 21. Yüzyıl'da rekabet gücü yüksek bir sanayici olmanın ne kadar zor olduğunun, yarım asırdan fazla sürede inşa edilen bir değerin bir çırpıda nasıl yok olabileceğinin özetidir.
Pancar Motor’un hikayesi, devlet politikası olarak yerli otomotiv, teknoloji ve sanayi markalarını yaratılmaya çalışıldığı bir dönemde, ilk yerli sanayi markamızın ellerimizin arasından kayıp gitmesi çelişkisinin öyküsüdür. Bazen, büyük çelişkilerin görülemediğinin kanıtıdır.

Profesyonel hayatımın en zor ama bir o kadar da anlamlı üç yılının ardından bu makaleyi iki amaçla yazdım: İlki çarpıtılmaya ve yanlış yorumlanmaya çok uygun gelişen olayları kayıt altına almak, ikincisi ise kararlı bir şekilde hayata geçirilen devlet politikalarının hakim olduğu bir gündemi yöneten iradenin, Pancar Motor’un asıl değerli boyutu olan markasına sahip çıkması için farkındalık yaratmaktı.
19 Ocak’ta Başbakanlık İletişim Merkezi’ne yaptığım 31831 numaralı, Pancar Motor’un marka ve üretim lisanslarına devletin sahip çıkması yönündeki talebime, Sanayi Bakanlığından; "Konu Ekonomi Bakanlığı'nı ilgilendiriyor. Başvurunuz söz konusu bakanlığa gönderilmiştir." İçerikli bir yanıt aldım.

Talebimin iletildiği diğer bakanlıklardan hiç bir yanıt gelmedi; konuyu araştırdıklarını umdum ama hiç bir geri dönüş olmadı.

Son olarak 2012 Nisan ayında bir girişimcilik konferansı sonrası ratsladığım o dönemin Ekonomi Bakanı Ali Babacan’ın (mecazi anlamda değil, gerçek anlamda)önünü keserek Pancar Motor’dan geri kalanların bir şekilde devlet korumasına alınmasını talep ettim. Babacan (hala AKP iktidarı içinde fikrine önem verdiğim tek kişidir) beni dikkatle dinledi ve şu yanıtı verdi: “Biz devlet olarak artık özel sektöre hiç bir şekilde müdahele etmiyoruz. Bizim yapacağımız bir şey yok. Eğer markanız söylediğiniz gibi değerliyse yine özel sektörden bir alıcı bulacaktır.”

Takip eden yıllarda şirketin kalan varlıkları icra yoluyla satıldı, elde edilen gelirle alacaklılara olan borçların küçük bir kısmı ödendi.

Pancar Motor’un hikayesi birçok açıdan dramatik olarak tanımlanabilir; çok sayıda insan işsiz kaldı, yüzlerce bayi ve tedarikçi mağdur oldu. Ancak Pancar Motor, biz çalışanlarından, sahiplerinden ve hatta kurucularından da çok daha büyük bir değeri temsil ediyordu: Türkiye’ye ait, ülkeye mal olmuş bir marka değeri. 56 yıl boyunca Türk çiftçisinin topraklarını sulayan, balıkçı teknelerini denizlere taşıyan, jeneratörler ile Türkiye’nin dört bir tarafını aydınlatan, traktörlere güç veren Pancar Motor, aslında o günlerde adından çokça bahsedilen ve yaratması için bir babayiğit aranan Türk sanayi markasının ta kendisiydi.

Kimilerine göre zamanı doldu, kayboldu gitti. Bana göre ise Pancar Motor büyük potansiyeli olan ama niteliksiz, vizyonsuz ve sorumsuz sahibi tarafından umursanmayan bir şirketti.


Türk sanayisi için ise kaçmış bir fırsattı. Yaratmak için 56, kaybetmek için sadece birkaç yıl gereken, kocaman ve ulusal bir fırsat.


Kemal Kaplan'ın notu: Pancar Motor binasının geçtiğimiz aylarda yıkım işlemi tamamlandı. Bina alanı şu an moloz yığınlarıyla dolu. Bir efsane daha tarih oldu.

HEPSİ VE DAHA FAZLASI 2019'DA KİTAPÇILARDA...


- DÜNYANIN EN ÖNEMLİ MİSTİZM MERKEZLERİNDEN BİRİ OLAN İSTANBUL'DA BUGÜNE KADAR YAŞAMIŞ GİZEMLİ İNSANLARIN KALDIĞI EVLERİ, 
- GNOSTİK HRİSTİYAN-MÜSLÜMANLAR'IN AYİN MEKANLARINI, 
- GÜL VE HAÇ ÖRGÜTÜ, MANEVİ CİHAZLANMA ÖRGÜTÜ GİBİ YAPILANMALARIN MEKANLARINI, - - HERMETİZM-OKÜLTİZMLE UĞRAŞAN GÜRCİYEV, SEBOTTENDORF'UN YAŞADIĞI EVLERİ ZİYARET EDECEĞİZ. 
- BATINİ TARİKATLARA YAPILACAK SEYAHATLERLE, BUNLARA AİT BİLGİLERİ GERÇEK MEKANLARDA ÖĞRENECEĞİZ. 
- İSTANBUL'UN PAGAN GEÇMİŞİNE DE GİDECEK KUTSAL NOKTALARI ÖĞRENECEĞİZ. 
- ANADOLU'DA YAŞAYAN KELTLER'İN TORUNLARI BUGÜN İSTANBUL'DA NEREDE TOPLANIYOR?
- BEKTAŞİ-HURUFİ-RUFAİ-MELAMİ TARİKATLARI NASIL VE KİMLER TARAFINDAN KURULDU?
- GNOSTİK HRİSTİYANLAR VE GNOSTİK MÜSLÜMANLARIN KURDUĞU ÖRGÜTLER.
- GNOSTİK MÜSLÜMANLARIN DOKTRİNİ OLAN İHVAN- SAFA AKIMININ GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU.
- İSMAİLİ DAİLERİN TÜRKİYE FAALİYETLERİ.

BAMBAŞKA BİR MACERAYA HAZIR OLUN. PEK YAKINDA...

Gelişmeleri sosyal medya üzerinden takip edebilirsiniz.

İSTANBUL'DA MİSTİK BİR MACERA FACEBOOK GRUP: 
https://www.facebook.com/groups/1089491867849313/

MİSTİK MACERAYA KONU OLAN BAZI BAŞLIKLAR


ATATÜRK CROWLEY'İN TÜRKİYE GÜNLÜĞÜ
- Dünyaca ünlü okültist Aleister Crowley'in oğlu olan Atatürk Crowley Türkiye'ye ne zaman geldi?
- Türkiye'de bir dönem boyunca hangi okulda öğrenim gördü.
- Türkiye'de kimlerle görüştü?
- İstanbul'da hangi evde yaşadı?
- Babası ona neden 'ATATÜRK' ismini verdi? 



MİMAR SİNAN'IN KAFATASI NEREDE?

- 1935 Yılında çıkarılan kafatası neden yerine konmadı. Kimler engel oldu?
- Kafatasını kimler nerede muhafaza etti?
- 2017 yılında kafatası nerede bulunuyor?
- 9 Nisan 2016'da dönemin başbakanı AHMET DAVUTOĞLU kafatasının bulunacağına dair söz vermişti.
- Davutoğlu araştırma yaptırırken hangi engelle karşılaştı?
- Her şeyden önemlisi Mimar Sinan'ın kafatasını ÖZEL yapan şey neydi?






SÜLEYMAN MABEDİNİN SÜTUNLARI HANGİ TEKKEDE?

Yahudiler'e göre Süleyman Mabedi'nin girişinde olduğuna inanılan kutsal Jakin-Boaz sütunları tüm Yahudi kaynaklarında ve Mason tapınaklarında bulunuyor.

- İstanbul'da bir tekkenin bahçesine bu sütunları neden dikmişler? 
- Kimler dikmiş? 
- Sonrasında bu sütunları kim kırdırmış?




TEKKEYİ KAPATIP MEYHANEYE GİDEN ŞEYH
- Büyük dedesi ünlü bir batıni tarikatın şeyhi idi. 
- Babasının öldüğü gün tekkeye kilidi vurdu.
- "Meyhaneye içmeye gidiyorum." Dedi. 
- Yıllarca GALATASARAY'da top koşturdu. Bu adam kimdi? 
- Bugün hangi ünlü MUSEVİ işadamının karısının dedesidir. 
- İkibin yıldır saklı kalan mistik taşları oğlu nasıl buldu? Hayatı nasıl değişti?





 ORTODOKS-RUFAİ ŞEYHİ GÜRCİYEV NEREDE YAŞADI?

İşgal yıllarında Rusya'dan İstanbul'a  gelerek RIZA NUR dahil dönemin pek çok önemli şahsiyetinin intisap ettiği ORTODOKS-RUFAİ şeyhi olarak ün yapan Georgi Gurdjieff (Gürciyev);

- Hangi evde yaşadı? 
- Hangi örgütlerle nerede toplantılar yaptı? 
- Gnostik ayinleri nerede düzenledi? 
- Gürciyev'in müridleri kimlerdi?
- İstanbul'da bugün kimler onun açtığı yoldan gidiyor?
- Yıllar sonra dünyaca ünlü bir korku filmi yönetmeni çektiği filmde Gürciyev'in hâlâ yaşadığını imâ etti.



HİTLER'İ 'HİTLER' YAPAN ADAMIN TÜRKİYE MACERALARI
- THULE örgütünü kuran ve HİTLER'i Alman Nasyonel Sosyalist İşçi Partisi'nin başına getiren Alman Asıllı TÜRK VATANDAŞI RUDOLF VON SEBOTTENDORF Türkiye'de nerede yaşadı?
- SEBOTTENDORF nerede ve kimden Türkçe ve Kur'an eğitimi aldı? Nasıl Bektaşi oldu?
- Nazi Ordusu'ndaTÜRKİSTAN ALAYLARI'nın kurulmasını sağlayan ENVER PAŞA'nın kardeşi NURİ KİLLİGİL ile nasıl tanıştı?
- Ünlü araştırmacı HALİD ÖZKUL'un dayısı iş adamı REMZİ DENKER ile ilişkisi neydi?
- SEBOTTENDORF hangi ünlü işadamının dedesi ile TÜRK-CERMEN BİRLİĞİ adlı tarikatı kurdu?




İÇİNDE HALA PERS KANI BULUNAN YILANLI SÜTUNUN SIRRI
Yunan şehir devletlerinin birleşerek PERS ordusunu mağlup ettikten sonra 3 başlı olarak yaptırılan ve içine Pers askerlerinin kanı doldurulan YILANLI SÜTUN'un, başlarından bir tanesi Arkeoloji Müzesi'nde, İKİ YILAN BAŞI KAYIP. (Günümüzde Sultanahmet Meydanı'nında bulunan Yılanlı Sütun başsız bulunuyor. Heykel Yunanistan-Delfi'deki Apollon Tapınağı'nda bulunuyordu. İstanbul Roma Başkenti olunca heykel At Meydanı'na kondu. Tüm Osmanlı minyatürlerinde Yılanlı Sütun üç başlı olarak resmedilmiş.)

- Sütundaki yılan kafaları, ne zaman kimler tarafından çalındı? 
- Nerede muhafaza ediliyor? 
- Kimler Ne için kullanıyor? 
- PAGANLARIN yılan başı ile ne işi olabilir?





“Bütün âlem-i İslâm’ın yalnız bir derdi var: Kaht-ı Ricâl! 

“Âlem-i İslâm’ın herhangi noktasına bakılsa, hep nazar-ı teessüfe çarpan, rehbersizlik, muktedir adamların fıkdânıdır. Lâkin emin olmalı ki, beşeriyet için bundan daha şedîd felaket olamaz. Bir hey’et-i içtimâiyeyi teşkil eden efrâd, ne derece müstaid ve hamiyyetli olursa olsun, şu güzel evsâfı hayır ve terakki yoluna imâle edecek rehberler olmazsa, o içtimâiyet de sefalet ve mihnetten kurtulamaz”.

“Tarihin en büyük hadiseleri, hep birer ikişer adamın isti´dat ve sevkine göre zuhura gelmiştir. Vâkıan bu hususda muhitinde büyük dahli varsa da, muhit, şahıs olmayınca, bir fikr-i mücerredden ibaret kalır. Muhitin istihzarâtına da bir mecrâ bulan, bir can veren yine eşhasdır.” (...)

“İşte bugünkü âlem-i İslâm’ı zebûn ve mahkum eden şey de büyük adamlar yetiştirmemesi, rehbersiz kalmasıdır. Nazarımızı umumiyetten hususiyete çevirecek olursak, zavallı memleketimizin de en elîm derdi, rehbersizlik ve kaht-ı ricâl olduğunu görürüz”. 

“Evvelce derdimiz bu idi. Şimdi de derdimiz bundan ibarettir. Şu son bir sene zarfında duçâr olduğumuz büyük hasarlar, bi-hasebi’t-tahlîl, kaht-ı ricâl belasıdır.”

“İdaresi Eflatun’ları şaşırtacak kadar zor olan bu memleketi sekiz on tecrübesiz ve iktidarsız gençlerin cebren idareye kalkışması, ânâsır-ı müslimeyi gücendirmesi, gayr-ı müslimleri hoşnut edememesi nihayet memlekette ihtilaller meydana getirdi. Arnavutluk ayaklandı. Ordu yine inkisama yüz tutmuş olan vatanı kurtarmak için müdahele etti. İnhisarcılar bir kabine teşkilinden aciz kalmaları üzerine sükut ettiler. Hiçbir fırkaya mensup olmayan bir hey’et-i vükelâ teşkil edildi. Gayr-i meşru bir surette dağılan meclis tatil olundu. Lâkin bütün bu fecâyi´ efkâr-ı şahsiyye ile meşbu olanların insaf ve mürüvvetini celb edecek yerde nifak ve şikâkı hod-gayeye götürdü.”

“Bu bâbta kimseye henüz söz anlatmak mümkün değil. Herkes hakkın kendi elinde olması iddiasında, bu münazaalar, bu ihtiraslar, bu rezaletler ne vakit bitecek? Burasını kestirmek mümkün değildir. Hâtır-ı pürmelâle Nasreddin Hoca’nın yorganı hikayesi geliyor. Yorganların, vatan izmihlaliyle bitmesi endişesi var.” Memleketin içinde bulunduğu karışık ortamın temelinde çıkar çatışmasının yattığı, hatta dış kaynaklı güçlerin parmaklarının olduğu açık şekilde dile getirilir. Ancak tüm bu gerçeklerden milletin habersiz olduğu ve söylenenlere inandıklarına işaretle, “Ve hâlâ zavallılar inanıyor! Artık şu hâle karşı ne denilebilir? Yapacak şey, bir duâdan başka ne olabilir? Bin türlü musîbetlerin açamadığı gözleri, acaba birkaç kuru nasihat açabilir mi? Doğrusu, her mütefekkir bilâ irâde şu hasbihali söylüyor”:

“Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı!”

(Hikmet, nr. 76, s.1-2)
Motif Akademi Halkbilimi Dergisi / 2012-2 (Temmuz-Aralık) (Balkan Özel Sayısı-II) 263
A. De La Jonquiere’e Göre Sultan Abdülhamid Han Dönemindeki Nüfus Dağılımı Ve Tahminleri (1881)…

Nüfus sayımları ve tahminleri hakkında doğru ve tam bilgiler edinebilmek tarihçiler açısından daima büyük bir sorun olmuştur. Batılı kaynaklar özellikle de Fransızlar işlerine geldiği ve çıkarlanna uyduğu şekilde sayım sonuçlan ve tahminleri yayınlamışlardır. Buna rağmen günümüzde de dikkate alman bazı kaynaklar vardır. Bunlardan biri de A. De La Jonquiere tarafından yazılmış ve ilk baskısı 1881 ’de yayınlanmış olan “Histoire de l’Empire Ottoman” adlı kitaptır. (Paris, Librairie Hachette). A. De La Jonquiere, İstanbul’da askeri okullarda ders vermiş bir tarih profesörüdür. Jonquiere’nin aktardığı bilgilere göre Sultan Abdülhamİd Han’ın saltanatının ilk yıllannda Osmanlı İmparatorluğu’nda takribi nüfus dağılımı şöyledir. (NOT: Yazar bu sayılara Mısır, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’ı özellikle almadığını çünkü bu bölgelerde yaşanan iç ve ters göçler nedeniyle elinde kesin sayılabilecek rakamlar olmadığını belirtmiştir.) Jonquiere, Osmanlı etnik yapısını 7 ana grupta ele almıştır. Bunlar ;

1. Grup: Türkler
Osmanlılar 9.700.000
Türkmenler 300.000
Rumlar 2.100.000

2. Grup: Yunan-Latin Asıllılar
Tzintzares (Valak) 900.000
Arnavut 1.300.000

3. Grup: Slavlar
Bulgarlar 1.500.000
Suplar 150.000
Kazaklar 32.000

4. Grup: Gürcüler
Çerkezler 700.000
Laz 5.000

5. Grup: Hint Asıllılar
Çingeneler 212.000

6. Grup: Fars/lran Asıllılar
Ermeni 2.300.000
Kürt 1.000.000

7. Grup: Semitler
Arap 4.000.000
Dürzi 310.000
Maronit 482.000
Süryani 73.000
Keldani 233.000
Yahudi 150.000
Yahudi-Dönme 8.000



Jonquiere, dinlere göre de bir tahmini dağılım vermiştir. Buna göre Osmanlı İmparatorluğu’nda 1881 yılı itibariyle 16.730.000 Müslüman vardır. Bunlardan 9.700.000’ü Sünni, 1.500.000 Vehhabi ve sadece 30.000’i Şii’dir. Hristiyan sayısı ise şöyledir. Toplam: 8.030.000. Bunun 3.167.000’i Ortodoks ve yaklaşık 3 milyon kadarı da çeşitli kiliselere bağlı Katolik’tir
Aytunç Altındal-Kültür Kiloyla Satılmaz
Genç Osman 1618-1622 yılları arasında tahtta kalmış, idealist fikirlere sahip, ancak tecrübesizliğinin kurbanı olan bir padişahtı. Düzeni bozulan yeniçeri ocağını kaldırma fikrini ulu orta söyleyince isyan eden yeniçeriler tarafından saraydan alınarak önce Aksaray’daki Et Meydanı’na ve oradan da Yedikule Zindanları’na götürülerek feci şekilde boğulmuştur.

İkinci Osman’ın en büyük zevklerinden biri de ata binmekti. En gözde hayvanı da öyle görülüyor ki “Sisli Kır” adını verdiği atıydı. Bu hayvanın ölümü genç padişahı derinden etkilemiş ve Üsküdar’da babası Birinci Ahmed zamanında yaptırıldığı sanılan Kavak Sarayı’nın bahçesine sevgili atını gömdürmüştür.Genç Osman’ın atının 96 santim uzunluğunda ve 62 santim genişliğindeki mezar taşında










Zıll-i Hakk (Allah’ın gölgesi) Hazret-i Osman Hân’ın
Sisli Kır nâm (isimli) atı öğülmüştür
Emr-i Yezdân ile mevt irişecek (Allah’ın emriyle ölüm gelince)
Bu makam içre (buraya) o gömülmüştür

yazıyor. Ama, atın isminin doğrusunun “Süslü Kız” olduğu ve Genç Osman’ın, atının ölümünün verdiği acının tesiriyle cenaze emrine Osmanlıca’da “vav” harfiyle yazılan “Süslü” kelimesini “vav”ı unutarak “sis”li diye yazdığı; “kız”daki “z”nin noktasını koymayınca da “kız” sözünün “kır” olduğuna ve ortaya “Sisli Kır” diye bir atın çıktığına inanılıyor...

Genç Osman’ın atının mezar taşı kaybolup gideceği endişesiyle 1900’lerin başında Üsküdar’da bulunduğu yerden kaldırıldı ve Gülhane’deki Çinili Köşk’e nakledilip depoya kondu.

Dünyadaki ilk ve tek at evliyasının türbesi bir zamanlar Üsküdar’da idi

Kaynak;

Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası XV/9 (86)

Genç Osman ve Sevgili Atı Sisli Kır’ın Mezarı
genelturktarihi.net

Murat Bardakçı
Haber Türk 01 Ağustos 2013 Perşembe







II. Dünya Savaşı başladığında elbette Sovyetlerle Türkiye arasında temaslar başlar. Türkiye, her iki devlete Balkanlar ve Akdeniz üzerinden İngiltere ve Fransa dışında herhangi bir devletten saldırı gelmesi hâlinde iş birliğine gitmeyi teklif eder. Bu teklif üzerine Sovyet yetkililer İngiltere ve Fransa ile anlaşan Türkiye’nin kendilerini Almanya ve İtalya ile karşı karşıya getirmek istediğini düşünürler. Neticede taraflar arasında yeni bir antlaşma yapılmaz ancak 1935 yılında imzaladıkları antlaşma hâlihazırda yürürlüktedir. Belki de buna güvenerek Stalin, Moskova’da temaslarda bulunan Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na Montreux Antlaşması’nda değişiklik teklifinde bulunur. Stalin’in teklifi kendi içerisinde çelişiyor, Boğazlar üzerinde Türkiye’nin hakimiyetini “zedelemeden” Türkiye ile Sovyetlere eşit haklar tanımayı ancak Boğazların savunulması noktasında sorumluluğu tamamen Türkiye’ye bırakmayı içeriyordu. Açıkça görüleceği üzere Sovyetlere, Türkiye ile eşit haklar verilmesi hâlinde hem Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki hakimiyeti zedelenecek hem de olası bir saldırı hâlinde Türkiye yalnız kalacaktı. Bu teklifin Türkiye tarafından kabul edilmemesiyle Türkiye ile Sovyetler arasındaki müzakereler “zihinlerde” sona erdi. İşin aslı Türkiye Montreux’den memnundur ve değişiklik yapmaya hiç de niyeti yoktur. Bu durumda Türkiye, İngiltere ve Fransa ile yürütülen görüşmelere ağırlık verir.


Diğer yandan Türkiye, İngiltere ve Fransa ile temaslarını sürdürmektedir ve 19 Ekim 1939 tarihinde bu üç devlet arasında Ankara’da karşılıklı yardım antlaşması imzalanır. Bu antlaşmanın imzalanması, Sovyet yayın organlarının yeniden harekete geçerek propaganda ve manipülasyon yapmalarına neden olur. Her iki gazete bir yandan İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’yi savaşa sürüklediklerini ileri sürerken diğer yandan bu devletlerin Türkiye ile Sovyetlerin arasını açmak istediklerini iddia eder. Türkiye dış politikasına yönelik bu iddialar olumsuz olarak algılansa da Sovyetlerin henüz Türkiye’nin dostluğunu kaybetmek istemediğinin göstergesidir.


1939 yılına kadar Türk yetkililer dış politikada Sovyet gerçeğini hiç bir zaman gözden ırak tutmamış, Sovyetlere bilgi vererek yürüttükleri temaslarda kendi menfaatleriyle birlikte eski müttefiklerinin menfaatlerini de gündeme getirmiş, Sovyetler aleyhine herhangi bir ittifaka girmemişlerdi. Yapılan ahde vefa gereği izlenen bu politika Sovyetlerde memnuniyet yaratacağına aksine onların her istediklerini Türklere yaptırabileceklerini düşünmelerine neden olmuştu. İşte Saraçoğlu Moskova’daki ziyaretinde bunu yakından hissetmişti. Bu nedenle Saraçoğlu’nun Moskova’daki temasları Türk-Sovyet ilişkilerindeki “samimiyetin” kaybolması ile sonuçlanmıştı.


II. Dünya Savaşı’nın başlarında Sovyetler, Almanya ile temaslarına devam ediyor, bu temaslarında Türkiye’nin menfaatlerine zarar verecek tekliflerde bulunmaktan kaçınmıyordu. Diğer yandan İngiltere, Almanya’ya karşı hem Sovyetleri hem de Türkiye’yi kazanarak birlikte ortak bir cephe kurmaya çalışıyordu.


Almanlar, Fransa’yı işgal ederek Fransız belgelerini ele geçirdiklerinde bu belgeleri tahrif ederek yayınladılar. Bu şekilde Almanlar, Türkiye’nin Sovyetlere karşı Fransa ile işbirliğine dair bir antlaşma yaptığını ileri sürdüler. Bu açıklamalar kısa süreli bir gerginliğe neden olduysa da 25 Mart 1941 tarihinde Sovyetler bir deklarasyon yayınlayarak savaşın bundan sonraki aşamasında tarafsız bir tutum sergileyerek Türk toprakları ile ilgilenmediğini açıklar. Bir kaç ay sonra Sovyetler Birliği ile İngiltere arasında karşılıklı yardım antlaşması imzalanır.


Her ne kadar tarafsız kalacağını açıklamış olsa da Sovyetler Birliği 1941 yılı içerisinde İngilizlerle bir antlaşma yaparak Almanya’ya meyilli olan İran’ı birlikte işgal etti. Bu işgal sırasında Sovyetler ve İngiltere, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygı göstereceklerini açıklama ihtiyacı hissetmişlerdi.


7 Temmuz 1942 tarihinde Stalingrad’ın Alman ve Macar kuvvetleri tarafından ele geçirilmesiyle Sovyetler Birliği zor durumda kaldı. Bu durumda başta İngiltere olmak üzere müttefik devletler Türkiye’nin savaşa katılması ve Balkanlarda yeni bir cephe açması için yoğun temaslarda bulunurlar. Türkiye ise müttefiklere yakın durmak ve onlarla anlaşmalar yapmakla birlikte savaştan uzak durmak niyetindedir. Ordusunun taarruz kapasitesine sahip olmadığını ve hazırlıksız bir taarruz hâlinde Alman karşı taarruzu ile başa çıkamayacağını düşünen Türkiye ancak yeterli silah ve cephane yardımı yapılması hâlinde savaşa girebileceğini müttefiklere bildirir. Neticede müttefikler Türkiye’ye istediği yardımı yapamazlar, Türkiye de savaşa fiilen girmez. Bu duruma en çok içerleyen zor günler geçiren Sovyetler Birliği olur.


Türkiye 23 Şubat 1945 tarihinde fiilen savaşmadığı Almanya’ya resmen savaş açacaktır.Türkiye Almanya’ya savaş açsa da Sovyetler kırgındır. 19 Mart 1945 tarihinde Sovyetler Birliği, 1935 yılında Türkiye ile yeniledikleri ve 10 yıl geçtiği için süresi dolan antlaşmanın II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan hadiseler ve ortaya çıkan yeni koşullar nedeniyle uzatmayacağını açıklar. Türkiye ile yeni bir antlaşma yapma şartını ise Sovyetler Boğazların statüsünde değişikliğin kabul etmesine bağlarlar. Türkiye ise Montreux Antlaşması’nın iki devlet arasında değil ancak antlaşmaya imza koyan devletler arasında görüşülerek değiştirilebileceğini vurgular ancak savaş zamanında Sovyetlerin düşmanlarının geçemeyeceğine dair bir ittifak yapabileceğini bildirir. Fakat bu öneriyi Sovyetler gündeme dahi almazlar.


Bilindiği üzere Sovyetler, 1921 yılından beri Türkiye ile antlaşmalar yaparak ve yaptığı antlaşmaları uzatarak birlikte hareket etmekteydi. Sovyetlerin açıklamaları stratejik ortaklık ve işbirliğinin sona erdiği anlamına gelmekteydi.


19 Mart 1945 tarihinde Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova’da bulunan Türk Büyükelçisi Selim Sarper’e 1921 yılında imzalanan Moskova Antlaşması’nın Sovyetlerin zayıf olduğu bir döneme denk geldiğini ve bu şekilde arazi değişiklikleri meydana geldiğini belirterek bu meselenin tamir edilmesi gerektiğini belirtti. Burada meselenin daha iyi anlaşılması açısından geçmişe dönerek kısa bir izahat yapmak gerekiyor; I. Dünya Savaşı’nın sonlarında otorite boşluğunun yaşandığı Kars, Ardahan ve Batum TBMM kuvvetleri tarafından geri alınmış ve Sovyetler Batum’un kendi kontrolleri altındaki Gürcistan’a bırakılması şartıyla Kars ve Ardahan’ın Türkiye’ye iadesini kabul etmişlerdi. İşte Molotov bu durumu çarpıtarak anlatıyor, Sovyetlerin zayıf olduğu bir dönemde onlara Moskova Antlaşması’nın zorla imzalatıldığını ileri sürüyordu. Oysa o günkü reelpolitik ve karşılıklı uzlaşma sonrasında iki taraf gönüllü olarak bu antlaşmayı imzalamışlar, 1945 yılına kadar da hiç bir sorun yapmadan yaptıkları antlaşmaları uzatmışlardı. İşte Molotov açıkça dile getirmese de üstü kapalı olarak Kars ve Ardahan’ın kendilerine verilmesini istiyordu. Molotov’un istekleri bununla sınırlı değildi. Molotov, Boğazların savunmasına Sovyetler Birliği’nin de ortak olabilmesi amacıyla Sovyetler Birliği’ne Boğazlar’da deniz ve kara üslerinin verilmesini, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ikili bir antlaşma yapılarak Montreux Antlaşması ile belirlenen Boğazlar rejiminin değiştirilmesini teklif ediyordu. Türkiye Büyükelçisi Ankara’ya danışma gereği dahi duymadan bu teklifleri reddeti.


Güçlü komşusu ile karşı karşıya kalan Türkiye hemen uluslararası destek arayışına başladı. Montreux Antlaşması imzalandığı sırada en güçlü devlet olan İngiltere, Türkiye’nin ilk müracaat ettiği ülke oldu. Ancak İngiltere savaş öncesindeki kadar güçlü değildi ve Türkiye’ye gereken desteği sağlayamayacağı anlaşılıyordu.


Türkiye’nin İngiltere’den destek sağlayamayacağını bilen Molotov, 18 Haziran 1945 tarihinde Selim Sarper’e bir kez daha benzer teklifler sundu. Ancak Sarper bir kez daha bu teklifleri reddetti.


Sovyetler sadece Türkiye ile temaslarında Boğazların statüsünde değişiklik teklifinde bulunmuyor, uluslararası konferanslarda da artık bu dileğini açık açık ifade ediyordu. 17 Temmuz-2 Ağustos 1945 tarihleri arasında düzenlenen Postdam Konferansı’nda Sovyetler Birliği, Boğazların statüsünde değişiklik teklifini bir kez daha gündeme getirdi. İngiltere ve ABD de değişen koşullar gereği Montreux Antlaşması’nda değişikliğe gidilebileceğini ancak bunun uluslararası müzakerelerle gerçekleşebileceğini bildirdiler. Neticede konferans bu konuda bir karar almadan dağıldı.


Postdam Konferansı’nın ardından ABD Devlet Başkanı Truman, Sovyetlerin istediği kadar değilse de Montreux Antlaşması’na göre savaş sırasında Sovyetleri gözeten bazı değişiklikler yapılmasına taraftar bir tutum sergiliyordu. Ancak Sovyetlerin II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ile birlikte işgal ettiği İran’dan çekilmek istememesi, bu bölgedeki petrol yataklarına sahip olarak Türkiye’ye baskı yaparak yayılma eğiliminde olması Truman’ın adeta gözlerini açtı. Sovyetlerin Boğazlarla ilgili taleplerine kısmen de olsa olumlu ve ılımlı yaklaşan Truman’ın politikaları değişmeye ve sertleşmeye başladı. Sovyet yayılmasını onu çevreleyerek engellemeyi planlayan ABD açısından Türkiye’nin jeopolitik konumu büyük önem arz ediyordu. Bu nedenle ABD bundan sonraki süreçte Türkiye’yi ve Sovyet yayılma sahası içerisine giren devletleri destekleme esaslı politikalar izleyecektir. ABD’nde görev başında vefat eden Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini 5 Nisan 1946 tarihinde İstanbul’a getiren ve ABD’nin en büyük savaş gemilerinden Missouri'nin ziyareti Türk-ABD ilişkileri açısından yeni bir başlangıç olarak kabul edilirken Sovyetlere, ABD’nin Türkiye’nin yanında olduğuna dair bir mesaj verildiği noktasında otoriteler hemfikirdir.

8 Ağustos 1946 tarihinde Sovyetler Birliği, Türkiye’ye bir nota vererek savaş sırasında Alman savaş gemilerinin muhtelif tarihlerde Boğazlardan geçerek kendi güvenliklerini tehdit ettiğini ileri sürdü. Buna göre 1941 yılında Seefalke adlı bir Alman sahil muhafaza gemisinin, 1942 yılında ise toplam 140,000 tona ulaşan Alman Savaş ve yardımcı gemilerinin Boğazlardan Karadeniz’e geçerek Sovyetlerin güvenliğini tehdit etmiş 1945 yılı Haziran ayı içerisinde de bunların bakiyesi olmak üzere toplam 13 Alman savaş ve yardımcı gemisi Karadeniz’den yine Boğazlar yoluyla geri dönmüşlerdi. Buna istinaden Sovyetler Montreux ile belirlenen Boğazlar rejiminde değişiklik talep ediyordu. Sözkonusu talepler Boğazların Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine savaşta ve barışta açık olmasını, Boğazların özel olarak belirlenecek hâller dışında Karadeniz’e sahili olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulmasını, Boğazlardan geçiş rejiminin Türkiye ile birlikte Karadeniz’e kıyısı olan devletler tarafından belirlenmesini, Boğazların Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından müştereken savunulmasını içeriyordu. Sovyetler Birliği bu notayı ABD ve İngiltere’ye de sunmuştu.


TBMM 14 Ağustos 1946 tarihli oturumunda Sovyet taleplerini müzakere etti. Neticede Türkiye’nin bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne aykırı bu taleplerin reddedilmesine karar verildi. Ancak bu kararın Sovyetlere tebliği için ABD ve İngiltere’nin vereceği cevap beklenecekti.


ABD yönetimi Sovyetlerin Boğazlarla ilgili talepleri titizlikle inceledi ve bu taleplerin yayılmacı politikaların bir ürünü olduğu yönünde kanaate vardı. 18 Ağustos 1946 tarihinde Akdeniz’e bir filo gönderme kararı alan ABD, 19 Ağustos 1946 tarihinde Sovyetlere bir nota vererek cevabını iletti. Buna göre ABD, Boğazların Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine savaşta ve barışta açık olması ve Boğazların özel olarak belirlenecek hâller dışında Karadeniz’e sahili olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulması konusundaki Sovyet taleplerine katıldığını ancak bunun dışındaki talepleri kabul etmediğini açıkladı. İngiltere de ABD’den iki gün sonra benzer bir cevap verdi.


ABD ve İngiltere’nin resmi cevabını öğrenerek rahatlayan Türkiye Sovyet talepleri hakkında aldığı kararı 22 Ağustos 1946 tarihinde Sovyet yetkililere iletti.


Sovyetler Birliği kolay kolay vazgeçmeye yanaşmıyordu. 24 Eylül 1946 tarihinde bu kez sadece Türkiye’ye bir nota veren Sovyetler Birliği taleplerini tekrarladı. Bu notayı Türkiye ABD ve İngiltere’ye iletti. Kendilerine Sovyetler Birliği tarafından bir nota sunulmadığı hâlde 9 Ekim 1946 tarihinde ABD ve İngiltere Sovyetlere bir nota vererek Boğazlar rejiminin Karadeniz’e sahili olan devletler tarafından belirlenmesi ve Boğazların Türkiye ile Sovyetler Birliği tarafından müştereken savunulması fikrine karşı çıktılar. Bu desteği arkasına alan Türkiye 18 Ekim 1946 tarihinde Sovyet taleplerini bir kez daha reddetti.


Boğazlarla ilgili talepleri karşısında uluslararası camiadan tepki gören Sovyetler 1945 yılından itibaren Ermenilerin Türkiye’ye yönelik taleplerini gündeme getirerek yeni bir günden oluşturmaya ve destek sağlamaya çalışacak, fakat umduğunu bulamayacaktır.


1947 yılında Truman Doktrini, 1948 Marshall Planı ile 1949 yılında Sovyetlere karşı NATO’nun kuruluşuna önderlik yaparak Sovyet yayılmacılığını engellemeye çalışan ABD, bundan sonraki süreçte bölgeye yönelik karar ve eylemeleriyle yeni tartışmalara yol açacaktır.


Diğer yandan 1953 yılında Stalin ölür. Ondan sonra Sovyetler Birliği Türkiye’ye yönelik toprak taleplerini geri çektiğini açıklar ancak Montreux Antlaşması yokmuş gibi davranmaya devam eder. Türkiye ise bu açıklamaya pek önem vermez. Bir kaç ay sonra Sovyetler Birliği’ne verdiği cevapta Türkiye, toprak taleplerinin geri çekilmesi ile ilgili açıklamalardan memnuniyet duyduğunu ancak Boğazlar rejiminin Montreux Antlaşması’na tabi olduğunu hatırlatır. Bundan sonra Türk-Sovyet ilişkileri 1920-45 yılları arasındaki yakınlıktan çok daha farklı gelişecektir.



TÜRK DIŞ POLİTİKASI
DOÇ. DR. ABDURRAHMAN BOZKURT








3)"Andolsun ki biz kendi çevrenizde bulunan memleketleri helak ettik. Ayetleri, belki onlar küfürden imana dönerler diye tekrar tekrar açıkladık. O vakit Allah'ı bırakıp da güya O'na yakınlığa vesile edindikleri düzme ilahlar onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme ilahlar kendilerinden ayrılıp kayboldular Bu onların yalanlarıdır; uydurmakta oldukları şeydir" (Ahkaf, 27,28).

"Ben, beni yaratana neden kulluk etmeyecek mişim? Siz hepiniz O'na döndürüleceksiniz. Ben O'ndan başka ilahlar edinir miyirn? Eğer o çok esirgeyici Allah bana zarar vermek isterse (iddia ettiğiniz) o şeylerin şefaati bana hiç bir fayda vermez. Onlar beni asla. kurtaramazlar" (Yasin, 22, 23)

"Onu bırakıp ta kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki:" Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz. Şüphe yok ki Allah, onlarla mü'minler arasında ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir"(Zülner, 3)

"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir zarar ne bir fayda veremeyecek şeylere taparlar Bir de; 'Bu putlar; Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir" derler' (Yunus,18)

Bu ayetlerden anlaşılabilecekler şunlardır:

Cahiliyet devri insanları, uluhiyetin, ilah olduklarına inandıkları kimseler arasında paylaşılmadığı ve hepsinden üstün bir ilah olmadığı inancında değillerdi. Lügatlarında, Allah kelimesi ile isimlendirdikleri her­ şeyden üstün bir ilahın ilahlığında, onların da biraz nüfz ve dahli bulunduğunu, isteklerinin bu yüce ilah huzurunda makbul olduğu, istek ve arzuların, onların şefaatleri sayesinde mümkün olduğu noktasında toplanır. Bu gibi zanları sebebi ile, onları Allah ile birlikte ilah edinmişlerdir. Bunlardan da anlaşılıyor ki, bir insan birisini Allah katında kendisi için şefatçi edinir, sonra da ona dua eder, ondan yardım isteyerek tazim ve hürmet gösterir, adaklar kurbanlar sunarsa, bütün bunlar cahiliyyet devri insanının dilinde onu ilah edinme, ilah seçme adını alır.

Ebu'l-Ala Mevdudı 
Kuran'a Göre Dört Terim
Kitabı okumak için tıkla