İkinci Kısm İNGİLİZLERİN İSLÂM DÜŞMANLIĞI
İngiliz câsûsunun, birinci kısmda bildirilmiş olan i’tirâflarını okuyanlar, İngilizlerin dünyâ müslimânları için neler düşündükleri hakkında, ma’lûmât sâhibi olurlar.
Aşağıda, İngiliz Müstemlekeler nâzırlığının [sömürgeler bakanlığının], câsûslara verdiği emrlerin dünyâ müslimânları üzerinde nasıl tatbîk edildiğini ve misyonerlerin fe’âliyyetlerini kısaca bildireceğiz.
İngilizler, mağrûr ve kibrlidir. Onlar, kendi şahslarını ve vatanlarını ne kadar hurmete lâyık görürse, diğer insanları ve memleketleri de, o derece aşağı görürler.
İngilizlere göre insanlar üç kısma ayrılır:
Birincisi, İngilizler olup, Allahın insân olarak yaratdığı en mükemmel mahlûkun, kendileri olduğunu söylerler.
İkincisi, beyâz renkli Avrupalı ve Amerikalılardır. Bunların da, hurmetelâyık olabileceklerini kabûl ediyorlar.
Üçüncü kısm ise, birinci ve ikinci kısmın hâricinde kalan insânlardır. Bunlar, insân ile hayvan arasında bir mahlûkdur. Bunlar, hurmete lâyık olmadıkları gibi, hürriyyet, istiklâl ve vatan bunlar için değildir. Bunlar, bilhâssa İngilizler tarafından idâre edilmek için yaratılmışlardır.
İngilizler, bu gözle bakdıkları müstemlekelerdeki yerli ehâli ile birlikde yaşamazlar. Müstemlekelerinin her yerinde, İngilizlere mahsûs kulüpler, gazinolar, lokantalar, hamamlar, hattâ mağazalar vardır. Yerli ehâli buralara giremez.
20. nci asr başlarında Hindistâna yapmış olduğu seferleri ile meşhûr, Fransız muharrir Marcelle Perneau (Hindistân seyâhatı notları)nda diyor ki:
(Avrupada şöhret bulmuş, hattâ ba’zı üniversitelerce kendisine profesörlük ünvânı verilmiş olan bir Hind âlimine, Hindistândaki bir İngiliz kulübünde buluşmak üzere söz vermişdim. Hindli gelmiş, fekat İngilizler, şöhretini bile hiçe sayarak onu içeri bırakmamışlar. Bundan haberdâr olunca, ısrârım üzerine Hindli ile kulübde görüşebildim.)
İngilizler, kendilerinden olmıyanlara hayvanlara bile lâyık olmayan muâmeleler yapmışlardır.
En büyük müstemlekeleri olup, senelerce vahşîce, sadistce zulm etdikleri Hindistânın Amritsar şehrinde [m. 1919] bir gün âyin sebebi ile toplanan hindûlar, bisikleti ile gezen bir İngiliz kadın misyonerine hurmet etmezler. Misyoner, İngiliz general Dyere şikâyetde bulunur. General derhâl askerlerine emr vererek, ma’bedde âyinle meşgûl halkın üzerine ateş açdırır ve on dakîkada yediyüz kişi ölür. Binden ziyâde kişi de yaralanarak yerlere serilir. General bununla da iktifâ etmiyerek, ehâliyi üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürütür. Mes’ele Londraya şikâyet edilir. Hükûmet tahkîkât yapılmasını emr eder.
Tahkîkât için Hindistâna gelen müfettiş, generale müdâfe’asız halka ateş açdırmasının sebebini sorunca, general,
(Buranın kumandanı benim. Buradaki askerî bir icrâ’atı ben takdîr ederim. Öyle lüzûm gördüm ve emr etdim.) cevâbını verince, müfettiş,
(Pekâlâ, ehâlinin yüz üstü sürünmesini emr etmenizin sebebi nedir?) diye sorar.
General, (Hindlilerden bir kısmı tanrıları karşısında yüz üstü sürünüyorlar. Bunlara, bir İngiliz kadının bir Hindû tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve onun karşısında da hakâret değil, sürünmeleri îcâb etdiğini anlatmak istedim) der.
Müfettiş, halkın, alış veriş için dışarı çıkmak mecbûriyyetinde olduğunu söyleyince, general,
(Bunlar insan olsalardı, sokakda yüzüstü sürünmezlerdi. Çünki, bunların evleri birbirine bitişik ve damları düzdür. Damlar üzerinde insan gibi yürürlerdi) cevâbını verir.
Generalin bu sözleri İngiliz basınında neşr edilince, general kahraman i’lân edilir. [Dyer, Reginald Edward Harry 1281 [m. 1864] de doğdu, 1346 [m. 1927] de İngilterede öldü. Dünyâ târîhine (13 Nisan 1919 da Amritsar şehrinde İngiliz zulmüne karşı meydâna gelen olayları, şehri kan gölüne çevirerek basdıran meşhûr İngiliz general) diye geçdi.
Hindistânın her yerinde İngilizler aleyhine büyük gösteriler yapılması üzerine vazîfeden alınarak, emekliye sevk edildi. Fekat, İngiliz Lordlar kamarası Dyerin yapdıklarını medh-u senâ ile karşılayarak, ona yardım yapılmasını kararlaşdırdı. İngiliz lordlarının, kontlarının diğer milletlere nasıl bir gözle bakdıkları burada da açıkca görülmekdedir.]
İngilizlerin, halkı beyâz renkli ve aslen Avrupalı olan müstemlekelerini idâre şekli ile, halkı beyâz renkli olmıyan ve yerli ehâlînin bulunduğu müstemlekelerini idâre şekli birbirinden farklıdır.
Birincileri, imtiyazlı, hattâ kısmî muhtâriyete sâhibdirler. İkincileri ise, zulm altında inlemekdedirler. (Dominyon) ismini verdikleri birinci kısm müstemlekeler, iç işlerinde muhtâr, dış işlerinde ise İngiltereye bağlıdırlar. Bu müstemlekelere misâl olarak, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda... v.s. gösterilebilir.
Müstemleke işleri iki nezârete tevdî edilmişdir. Bunlar, Müstemlekeler nezâreti ve Hindistân nezâretidir. Müstemlekeler nezâretinin başında, (Secretary of state for the Colonial department) (İngiliz müstemlekeler nâzırı) ünvânını taşıyan kimse bulunur. Bu nâzırın iki müsteşarı ve dört muâvini vardır. Müsteşarın biri avam kamarasından olur. Diğer müsteşar ve muâvinleri devâmlıdır. İktidârın değişmesi ile bunlar değişmezler. Bu dört muâvinden biri, Kanada, Avustralya ve ba’zı adalar ile, ikincisi, Cenûbî Afrîka ile, üçüncüsü, şarkî ve garbî Afrika ile, dördüncüsü ise Hindistân ile meşgûl olur.
İslâm düşmanlığı, zulm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulan İngiliz imperatorluğu, kendisine (üzerinde güneş batmayan devlet) ünvânını vermişdi. Kanada, Güney Afrika, Yeni Zelanda, Fiji, Pasifik adaları, Papua,
Tonga, Avustralya, İngiliz Belucistanı, Birmanya, Aden, Somali, Borneo, Brunei, Sarawak, Hindistân, Pâkistân, Bengladeş, Malezya, Endonezya, Hong-Kong, Çinin bir kısmı, Kıbrıs, Malta, 1300 [m. 1882] de Mısr, Sûdan, Nijer, Nijerya, Kenya, Uganda, Zimbabwe, Zambia, Malawi, Bahama, Greneda, Guyana, Botswana, Gambia, Gana, Sierra Leone, Tanzanya, Singapur gibi devletler İngilizlerin hegemonyası içine alındı. Bu dünyâ devletleri, hem dinlerini, dillerini, örf ve âdetlerini gayb etdiler. Hem de yeraltı ve yerüstü zenginlikleri İngilizler tarafından sömürüldü.
19. cu yüzyıldaki isti’lâları sonunda, dünyâ topraklarının yaklaşık dörtde birine, dünyâ nüfûsunun da, dörtde birinden ziyâdesine sâhib ve mâlik oldu.
İngiliz müstemlekelerinin en mühimi, sertâcı, Hindistân idi. İngilizlere cihân hâkimiyetini te’mîn eden, onun, üçyüz milyondan ziyâde nüfûsu [Bugün 700 milyondan ziyâdedir.] ve nihâyetsiz tabî’î servetleridir. Sâdece birinci cihân harbinde, İngiltere bu müstemlekeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almışdır. Bunların çoğunu Osmânlı devletini parçalamak için kullanmışdır. Sulh zemânında ise, İngilterenin muazzam sanâyı’ini yaşatan, İngiliz iktisâdını [ekonomisini] ve mâliyesini takviye eden Hindistândır. Hindistânın diğer müstemlekelere nazaran çok ehemmiyyetli olmasının iki sebebi vardır. Birincisi, dünyâyı sömürmelerine en büyük mâni’ olarak gördükleri İslâmiyyetin Hindistânda yayılması ve burada müslimânların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistânın tabi’î zenginlikleridir.
Hindistânı muhâfaza edebilmek için, Hindistân yolu üzerinde bulunan bütün İslâm ülkelerine saldırmış, fitne ve fesâd tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bütün tabî’î zenginliklerini ve millî servetlerini hep kendi memleketine taşımışdır.
Osmânlı imperatorluğundaki hareketleri titizlikle ta’kîb etmek ve çeşidli siyâsî oyunlarla Osmânlıları Ruslarla harbe sokarak, Hindistâna yardım elini uzatamıyacak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgâl etmek, hâin İngiliz siyâsetinin esâsı idi.
Hindistâna ilk ayak basan Avrupalılar Portekizlilerdir. 904 [m. 1498] senesinde Hindistânın Malabar sâhilindeki Kalküta şehrine gelen Portekizliler, ticâret ile uğraşmış ve Hindistân ticâretini ellerine geçirmişlerdi. Dahâ sonra, Hollandalılar Hindistân ticâretini Portekizlilerden almışlardır. Hollandalılardan da Fransızlar almışlar, fekat karşılarına İngilizler çıkmışdır.
Hindistândaki İslâm âlimlerinin büyüklerinden allâme Muhammed Fadl-ı Hak Hayrâbâdînin (Es-Sevret-ül-Hindiyye) ya’nî (Hindistân ihtilâli) kitâbı ve bunun (El-yevâkît-ül-mihriyye) hâşiyesinde de zikr olunduğu üzere, İngilizler ilk olarak 1008 [m. 1600] senesinde, Hindistânın Kalküta şehrinde ticârethâneler açmak için Ekber Şâhdan izn aldılar.
Ekber Şâh, bozuk i’tikâdlı bir kimse idi. Bütün dinleri aynı derecede tutardı. Hattâ, muhtelif dinlere mensûb âlimleri toplıyarak, bu dinlerin karışımı, umûma şâmil ve müşterek bir din kurmaya çalışdı. (Dîn-i ilâhî) ismini verdiği bu dîni 990 [m. 1582] de resmen i’lân etdi. Bu târîhden ölümüne kadar, bütün Hindistânda bilhâssa serâyda, İslâm âlimlerine i’tibâr azalmış ve Ekber Şâhın dînine temâyül edenler baştâcı yapılmışdır. İşte böyle bir zemânda, İngilizler Hindistâna girdiler. Birinci Şâh-ı Âlem Muhammed Behâdır Şâh bin Alemgîr zemânında Kalkütada arâzî satın aldılar[1]. Bunları muhâfaza için asker getirdiler. 1126 [m.1714] da Sultân Ferrûh Sîr Şâhı tedâvî etdikleri için, bütün Hindistânda toprak satın almalarına izn verildi.
Müslimân Hind hükümdârlarının ismlerini paralardan kaldırdılar. 1253 [m. 1837] de İkinci Behâdır Şâh hükümdâr oldu. İngilizlerin yapdıkları zulmlere dayanamayarak, 1274[m.1857] de, İngilizlere karşı askerlerin ve halkın teşvîki ile büyük bir ayaklanma başlatdı. Böylece ismine para bas-dırmağa ve hutbe okutmağa muvaffak oldu ise de, buna karşı İngilizlerin tepkisi ve zulmü çok şiddetli oldu. İngiliz askerleri Delhî şehrine girince, evleri, dükkânları basıp, malları, paraları yağmaladılar. Genç, ihtiyâr, kadın erkek demeden bütün müslimânları, hattâ çocukları kılınçdan geçirdiler. İçecek su bile bulunamaz oldu.
[TENBÎH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zemân, her yerde, kötü insanlar iyilere saldırmışlardır. Allahü teâlâ herşeyi sebebler ile yaratmakdadır. Kötülerin cezâsını da, kötü insanlar vâsıtası ile vermekdedir. İşkence edenlere dünyâda da cezâlarını vermekdedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görmekdedir. Bunların ve harbde ölenlerin ve kazâda ölen müslimânların hepsi şehîddir. Dünyâda azâb çeken iyi, suçsuz müslimânlara âhıretde bolni’metler verilecekdir. Âhıretde ni’mete kavuşmak için, îmân sâhibi olmak lâzım olduğu din kitâblarında yazılıdır. Bu kitâblar dünyânın her yerinde çok vardır. Bu kitâbları okuyup da inanmıyana kâfir denir. İslâmiyyeti işitmiyen kâfir olmaz. İşitince (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) diyen ve buna inanan müslimân olur. Bunun ma’nâsı, (Herşeyi yaratan bir Allah vardır ve Muhammed aleyhisselâm Onun Resûlüdür)dır. Müslimân olan, Onun son Peygamberine tâbi’ olur. Birçok yerde, kâfirler, zâlimler, suçsuz müslimânları, kadınları, çocukları öldürmüşlerdir. Öldürülen müslimânlar, şehîd olur. Öldürülürken, ya-pılan işkencelerin acısını duymaz. Ölürken, kabrde verilecek olan Cennet ni’metlerini görerek çok sevinir. Şehîdler ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve çok neş’elenir. Cennet ni’metlerine kavuşur. Hadîs-i şerîfde, (Müslimânların kabri Cennet bağçelerindendir) buyuruldu.]
İkinci Behâdır Şâhın komutanlarından Baht hân, Sultânı ordu ile birlikde çekilmeye râzı etdi ise de, İngilizlerin gözüne girmek isteyen, Mirzâ İlâhî Bahş ismli başka bir komutan, Behâdır Şâha, ordudan ayrılıp teslîm olursa, İngilizleri suçsuz olduğuna, inandırabileceğini ve İngilizler tarafından afv edileceğini söyleyerek, Behâdır Şâhı aldatdı.
Böylece Behâdır Şâh geri çekilen ordunun ana kısmından ayrılarak Delhînin içindeki Kal’a-i Muallâdan 10 kilometre uzakdaki Hümâyün Şâhın türbesine sığındı.
Ahlâksızlığı ve beceriksizliği ile meşhûr ve o sırada İngiliz ordusunda istihbârât subaylığı yapan meşhûr papaz Hudson, bunu Receb Alî adındaki bir hâinden öğrenerek, durumu ordu kumandanı general Wilsona bildirdi. Yakalamak için yardım istedi. Wilsonun verebileceği paralı askeri olmadığını bildirmesi üzerine, Hudson, kendisinin bu işi bir kaç kişi ile yapmasını teklîf ederek, sultânın teslîm olması için cânına ve âilesine dokunulmıyacağı te’mînâtının verilmesi gerekdiğini bildirdi. Wilson bu teklîfi önce kabûl etmediyse de, sonradan kabûl etdi. Bundan sonra 90 kişi ile Hümâyûn Şâhın türbesine giden Hudson, Sultâna, oğullarına ve hânımına dokunulmayacağına dâir te’mînât verdi. Bu papaza aldanan Behâdır Şâh teslîm oldu. Hudson, dahâ sonra sultânın iki oğlunu ve bir torununu yakalamağa çalışdı. Fekat, Sultânın iki oğlunun ve torununun kalabalık muhâfızları olduğu için, yakalayamadı. General Wilsondan, bunlara da cânlarına dokunulmıyacağına dâir te’mînât aldı. Hâin Hudson, Sultânın iki oğluna ve torununa çeşidli vâsıtalarla haber göndererek, kendilerine bir zarar gelmeyeceğine dâir te’mînât verdi. Bunlar da, papazın yalanlarına aldanarak teslîm oldular. Hudson, İngiliz siyâseti ve hîlesi ile kandırdığı, sultânın iki oğlu ve torununu ele geçirince, hemen zincire vurdu.
Şâhın iki oğlu ve bir torununu elleri bağlı olarak Delhîye getirirken yolda, Hudson genç şehzâdeleri soydurup, bizâtihi kendisi göğüslerine kurşun sıkarak şehîd etdi. Kanlarından içdi. Bu genç şehîdlerin cesedlerini, halkı korkutmak için kal’a kapısına asdırdı. Bir gün sonra başlarını, İngiliz genel vâlisi Henri Bernarda gönderdi. Sonra, şehîdlerin etinden çorba yaparak şâha ve hanımına gönderdi. Çok aç olduklarından hemen ağızlarına aldılar. Fekat, ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde, çiğneyemediler, yutamadılar. Kusdular, çorba tabaklarını yere bırakdılar.
Hudson hâini, (Niçin yemediniz? Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yapdırdım) dedi.
1275 [m. 1858] senesinde, tahtından zorla indirilen İkinci Behâdır Şâh, ayaklanmaya ve Avrupalıların öldürülmesine sebeb olmak suçlarından muhâkeme edildi. 29 Martda ömür boyu hapse mahkûm edildi ve Hind-i Çine [Rangona] sürgüne gönderildi. 1279 [m. 1862] senesi Kasım ayında, vatanından uzak bir ülkede, Gürgânî İslâm İmperatorluğunun son sultânı Behâdır Şâh, zindanda hayâta gözlerini yumdu. Allâme Fadl-ı Hak da, 1278 [m. 1861] de, Andaman adalarındaki bir zindanda İngilizler tarafından şehîd edildi.
İngilizler 1294 [m. 1877] de, Osmânlı-Rus harbi sırasında, Hindistânı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet i’lân etdiler. Meşhûr İskoç mason locasına kaydlı Midhat Pâşanın Osmânlı devletini harbe sokması, İslâmiyyete yapdığı zararların en büyüğü oldu. Sultân Abdül’azîz Hânı şehîd etdirmesi de, İngilizlere yaradı.
İngilizler, kendi yetişdirdikleri adamları Osmânlı devletinde kıymetli mevki’lere getirmişlerdi. Bu devlet adamları, ismi Osmânlı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhûrlarından Mustafâ Reşîd Pâşa son sadrâzamlığında, altı günlük sadrâzam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hindistân müslimânlarına yapdığı büyük Delhî katliâmını tebrîk etdi. Dahâ önce de, Hindistândaki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslimânları basdırmak için, İngiltereden gelen yardımın Mısrdan geçirilmesi için Osmânlılardan izn istediler. Bu izn de, yine masonlar vâsıtası ile verildi.
Hindistânda İngilizler yeni mektebler açmadıkları gibi, İslâm dîninin temeli ve en bâriz vasfı olan bütün medrese ve sıbyan mekteblerini de kapatmışlar, halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehîd etmişlerdir. Hattâ, talebeleri bile katl etmişlerdir. Burada 1391[m. 1971] senesinde Hind ve Pâkistânı ziyâret eden bir ahbâbımızın anlatdığı küçük bir hâtırâyı nakl etmeyi uygun görüyoruz.
Hindistânda, Serhend şehrindeki İmâm-ı Rabbânînin ve diğer evliyânın “kaddesallahü sirreh” kabr-i şerîflerini ziyâretden sonra Pânipüt şehrine, oradan da Delhîye gitdim. Pânipütün en büyük câmi’inde Cum’a nemâzını edâ etdikden sonra, imâm bizi müsâfir edip, evine götürdü. Yolda kalın bir zincirle halkalarından kilitlenmiş gâyet büyük bir kapı gördüm. Üzerindeki kitâbeyi okuyunca, buranın bir sübyân mektebi [ilkokul] olduğunu anladım ve imâm efendiye, bu kapının niçin kilitli olduğunu sordum. İmâm efendi, 1367 [m. 1947] den beri kapalıdır. İngilizler hindûları kışkırtarak Pânipütdeki bütün müslimânları, kadın-erkek, ihtiyar-çocuk demeden katl etdirdiler. Bu mekteb, o günden beri kapalıdır. Bu zincir ve kilit bize, İngiliz zulmünü hâtırlatır. Bizler buraya sonradan muhâcir olarak gelip yerleşdik, dedi.
İngilizler, hâkim oldukları bütün İslâm memleketlerinde yapdıkları gibi, İslâm âlimlerini, İslâm kitâblarını, İslâm mekteblerini yok etdiler. Tâm din câhili bir gençlik yetişdirdiler. 1834 de Kalkütaya gelen meşhûr ingiliz Lord Macauley, fârisî ve arabî her dürlü kitâbın basılmasını ve yayılmasını, hattâ baskısına başlanılmış olanların bile bas-kısının durdurularak yasaklanmasını emr etmiş ve İngilizler tarafından büyük destek görmüşdür. Bu zulmleri de, müslimânların hâkim olduğu yerlerde, bilhâssa Bengalde titizlikle tatbîk edilmişdir.
İngilizler, Hindistânda islâm medreselerini kapatırken, sekiz adedi kızlara mahsûs olmak üzere, yüzaltmışbeş kolej açmışlardır. Bu kolejlerde yetişdirdikleri talebeleri, babalarının dinlerine ve ecdâdlarına düşman etmişler, beyinlerini yıkamışlardır. Hindistânda zulm ve vahşet yapan İngiliz ordusunun üçde ikisini, bu şeklde beyinleri yıkanmış, kendi milletine düşman edilmiş, hıristiyanlaşdırılmış veyâ para ile satın alınmış yerli ehâlî teşkîl ediyordu.
1249 [m. 1833] kânûnları, misyonerlik fe’âliyyetlerinin gelişmesini sağlamış ve protestan dînî teşkîlâtı Hindistânda kuvvetlenmişdi. Misyonerlik fe’âliyyetleri yayılmadan ve Hindistân tam olarak İngiliz hâkimiyyetine geçmeden evvel, İngilizler müslimânların îmânlarına saygılı davranmış, bayramlarda toplar atdırmış, câmi’ ve mescidlerin ta’mîrine yardımcı olmuş, hattâ câmi’, tekke, türbe ve medreselere âid islâm vakflarında vazîfe almışlardı. 1833 ve 1838 de İngiltereden gelen emrlerle İngilizlerin bu fe’âliyyetleri yasaklanmışdır. İngilizlerin islâm dînine hücûmlarında tatbîk etdikleri siyâsetin, evvelâ dost görünerek, yardım ederek, müslimânları sevdiklerini, islâmiyyete hizmet etdiklerini, her memleketde yayıp, dünyâ müslimânlarını aldatmak, buna muvaffak oldukdan sonra, islâmiyyetin esâslarını, kitâblarını, mekteblerini, âlimlerini, yavaşca ve sinsice yok etmek olduğunu, bu fe’âliyyetleri açıkca göstermekdedir. Bu iki yüzlü siyâsetleri ile, müslimânlara en büyük düşmanlığı yapmakda, islâmiyyetin kökünü kurutmakdadırlar. Dahâ sonra, İngilizceyi resmî lisân olarak kabûl etmek ve hıristiyanlaşdırılmış yerli gençler yetişdirmek gayretleri artdı. Bu maksadlarla temâmen misyonerlerin kontrolünde olan mektebler açıldı. Hattâ, İngiliz başvekîli Lord Palmerston ve pek çok İngiliz lordları, Hindistân halkının hıristiyanlık ni’metlerinden fâidelenmeleri için Allahın Hindistânı, İngilizlere verdiğini söylediler.
Lord Macauley, Hindistânda kan ve renk bakımından Hindli, fekat zevk, düşünce, inanç, ahlâk ve zekâ bakımından İngiliz, bir cem’iyyet yetişdirilmesi için çok çalışdı ve desteklendi. Böylece misyonerler tarafından açılan mekteblerde, İngiliz dil ve edebiyyâtı ve hıristiyanlık öğretilmesine ehemmiyyet verildi. Fen bilgilerine (matematik, fizik, kimyâ, v.s.) hiç ehemmiyyet verilmedi. Böylece İngilizce lisânından ve edebiyyâtından başka hiç bir şey bilmeyen hıristiyanlaşdırılmış kimseler yetişdirildi. Bunlar me’mûr olarak istihdâm edildi.
Müslimân iken dinden çıkan mürted olduğu için ve Hindûlarca, dinlerinden dönen dinsiz kabûl edildiği için, hıristiyanlaşdırılan yerli gençler, âilelerinin mîrâsından bir hak alamıyorlardı. Misyonerler buna mâni’ olmak için, 1832 de Bengal için, 1850 de de, umûm Hindistân için, bir kânûn çıkararak, hıristiyan olan yerli mürted ve dinsizlerin mîrâsdan pay almasını te’mîn etdiler. Onun için Hindliler, Hindistândaki İngiliz mekteblerine, (Şeytânî Defter) ismini vermişlerdir. [Hindistânda ve Osmânlılarda resmî dâire ve kuruluşlara (Defter) denilmekdedir.] 1344 [m. 1925] senesinde Hindistânı ziyâret eden Fransız muharrir Marcelle Perneau neşr etdiği kitâbında diyor ki: (Hindistânın birinci şehri olan Kalkütadaki sefâlet hakkında, Pâris ve Londranın civârındaki batakhâne mahalleleri aslâ bir fikr veremez. Kulübelerde insan ve hayvanlar birbirine karışmış, çocuklar ağlıyor, hastalar inliyor. Onların yanında ispirto ve esrar içmekden bîtâb kalmış insanların, ölü gibi yerlerde yatdığını görürsünüz. İnsan bu kadar aç, sefîl, za’îf ve bîtâb vücûdları seyr ederken, ister istemez bunların ne iş yapabileceklerini kendi kendine soruyor.
Fabrikalara doğru koşan bunca insana, fabrikalar kazançlarının ne kadarını tediye ediyor? İhtiyâç, meşakkat, sârî hastalıklar, içki ve esrâr, za’îf, mukâvemetsiz ehâlîyi kırıyor, yok ediyor. Dünyânın hiç bir yerinde, insan hayâtına karşı olan ilgisizlik, burada olduğu kadar hayâsızca olmamışdır. Hiç bir zahmet, hiç bir iş, ağır ve gayr-ı sıhhî kabûl edilmemekdedir. İşçi ölecekmiş ne zararı var? Ya-rın yerine derhâl diğeri geçer. İngilizlerin burada düşündükleri yegâne şey, istihsâli çoğaltmak ve çok para kazanmakdır.)
A.B.D. eski hâriciyye nâzırı Williams Jennings Bryan, İngiliz hükûmetinin Rusyadan dahâ zâlim ve dahâ aşağı olduğunu delilleriyle zikr etmekde ve (Hindistânda İngiliz Hâkimiyyeti) kitâbının sonunda, (Hindistân ehâlîsinden, hayâtda olanlara refâh ve se’âdet bahş etdiğini iddiâ eden İngilizler, milyonlarca Hindliyi mezâra göndermişlerdir. Mahkemeler ve inzibât kuvvetleri te’sîs etdiklerini her yerde söyleyen bu millet, resmî bir yağmacılıkla Hindistânı tâ iliklerine kadar soymuşdur. Soymak kelimesi biraz ağır ise de, İngiliz idâresinin mel’ânetini başka dürlü îzâh etmek mümkin değildir.
Hıristiyanlık iddiâ eden İngiliz kavminin vicdânı, esâret zinciri altında inleyen Hind müslimânlarının istimdâd nidâlarını duymak istemiyor.)
Mister Hodberk Keombtun (Hindlinin Hayâtı) kitâbında şöyle demekdedir: (Efendileri [İngilizler] Hindliye zulm eder, o ise her şeyi yok oluncaya, ölünceye kadar çalışmağa, ona hizmete devâm eder.) Bu sözler, insâflı hıristiyanların, İngiliz vahşetini bildiren yazılarından birkaçıdır.
İngilizlerin diğer müstemlekelerinde çalışdırılan Hind-li müslimân işçilerin vaziyyeti, dahâ da beterdi. 1834 senesinde İngiliz sanâyicileri, Afrika yerlileri yerine Hind işçisi kullanmağa başladılar. Hindistândan Güney Afrika müstemlekelerine binlerce müslimân nakl ediliyordu. (Kuli) ismi verilen bu işçilerin vaziyyeti, kölelerin vaziyyetinden dahâ fenâ idi. Bunlar (İndentured Labour) (Sözleşmeli iş) denilen bir üsûle tâbi’ tutulur. Buna göre, (kuli) beş sene müddet ile te’ahhüt altına girmekde idi. Bu zemân içerisinde kuli, işini terk edemez, evlenemez, gece gündüz kırbaç altında çalışmak mecbûriyyetindedir. Ayrıca senelik, üç İngiliz altını da vergi vermekle mükellefdir. (Bunlar (Labour in India), (Post-Lecturer in the University of New-York)un yazıları ile bütün dünyâya i’lân edilmekdedir.)
Meşhûr Gandi, tahsîlini İngilterede yaparak, Hindistâna dönmüşdür. Hıristiyanlaşdırılmış bir Hindlinin, hattâ Porbandar şehrinin baş papazının oğludur. 1311 [m. 1893] de, Hindistândaki bir İngiliz şirketi, onu Güney Afrikaya gönderdi. Oradaki Hindlilerin ne kadar ağır şartlar altında çalışdıklarını, ne kadar fenâ muâmele gördüklerini müşâhede edince, İngilizlerle mücâdeleye başladı. İngilizler tarafından yetişdirilmiş, hattâ hıristiyanlaşdırılmış bir kimsenin oğlu olduğu hâlde, İngiliz zulmüne,vahşetine dayanamadı. İlk şöhretine de, burada kavuşmuşdu.
İngilizlerin bütün İslâm âleminde ta’kîb etdikleri siyâsetin temeli ve aslı şu üç kelimedir. (Parçala, hâkim ol ve dinlerini imhâ et.)
Bu siyâsetin îcâb etdirdiği hiç bir şeyi yapmakdan çekinmemişlerdir.
Hindistânda da ilk işleri, kendilerine hizmet edecek kimseler bulmak oldu. Bu kimseleri kullanmak sûreti ile fitne ateşini yavaş yavaş yakdılar. Bunun için, müslimânların hâkimiyyetinde yaşayan hindûları kullandılar. Müslimânların adâleti altında yaşayan hindûlara, Hindistânın hakîkî sâhiblerinin hindûlar olduğunu, müslimânların hindû tanrılarını kurban etdiğini, buna mâni’ olmak lâzım geldiğini telkîn etdiler. Hindûları kendi saflarına geçirdiler. Onlardan paralı askerler istihdâm etdiler. Böylece, Kraliçe Elizabetin emr etdiği ordu kurmak işi teşekkül ederken, hindû cehâleti ile İngiliz İslâm düşmanlığı ve para hırsı da birleşdirilmiş oluyordu. Müslimân vâlîlerle hindû mihrâcelerin araları açılarak harbler çıkarıldı. Müslimânlar içerisinde za’îf i’tikâdlı kimseler satın alındı.
Kendisi bir kaç kerre kral nâibi ve (Hindistân teşkîlâtı) a’zâsı olan meşhûr İngiliz Sir John Strachey müslimânhindû düşmanlığı husûsunda diyor ki: (Hâkim olmak ve tefrîka sokmak için, yapılacak her şey, hükûmetimizin siyâsetine uygundur. Hindistândaki siyâsetimizin en büyük yardımcısı, burada yan yana iki düşmanın bulunmasıdır). Bu düşmanlığı büyüten İngilizler, 1164 [m. 1750] senesinden 1287 [m. 1870] senesine kadar, devâmlı hindûları desteklediler ve onlarla berâber büyük müslimân katl-i âmları yapdılar.
1858 senesinde başlayan müslimân hindû çarpışmaları büyüyerek devâm etdi. Hindûları müslimânların üzerine saldırtır, sonra da oturur neş’e ile seyr ederlerdi. 1990 senesinde de, sırpları Bosnada müslimânlar üzerine saldırtdılar. Sokaklarda müslimân çocukların, kızların, kanları akarken, ingilizler neş’e ile, kahkaha ile seyr ediyorlar. Hindistânda hiç bir sene geçmemişdir ki, inek kurban etmek sebebi ile kanlı olaylar ve yüzlerce, binlerce müslimânın öldüğü fitneler zuhûr etmiş olmasın. Bu fitneyi körüklemek için, müslimânlar arasında bir tarafdan inek kesmenin 7 tâne koyun kesmekden dahâ efdal olduğunu yaydılar. Diğer tarafdan da, hindûlar arasına, inek tanrılarını ölümden kurtarmanın çok sevâb olduğunu yaydılar. Bu fitneleri Hindistândan çekildikden sonra da devâm etmişdir. Buna misâl olarak baş vekil Musaddık zemânında, Îrânda neşr edilen (İttilâ’ât) mecmû’asında okuduğumuz bir hâdiseyi zikr edelim:
(Bir kurban bayramı günü, sarıklı, sakallı, cübbeli iki müslimân, kurban etmek için bir inek alırlar. Hindû mahallesinden geçerlerken, bir hindû önlerine çıkarak, ineği ne yapacaklarını sorar. Kurban edeceklerini söylerler. Hindû, (Ey ehâlî! Yetişin tanrımızı kurban edecekler) di-ye bağırır. Müslimânlar da, (Ey müslimânlar, yetişin kurbânımızı elimizden alıyorlar) diye feryâd eder. Hindûlarla müslimânlar toplanırlar. Sopalarla, bıçaklarla birbirlerine saldırırlar. Yüzlerce müslimân katl edilir. Fekat, ineği hindû mahallesinden geçiren iki kişinin, İngiliz sefâretine girdikleri görülür. Bu hâl gösteriyor ki, bu fitneyi çıkaranlar İngilizlerdir. Bunları yazan muharrir dahâ sonra, biz sizlerin bir kurban bayrâmını müslimânlara nasıl zehr etdiğinizi iyi biliyoruz demekdedir.) Böyle sayısız fitneler ve zulmler ile, müslimânları imhâ etmeğe çalışdılar.
Hindûların, kendilerine karşı yavaş yavaş baş kaldırdıklarını görünce, 1287 [m. 1870] den sonra da, müslimânları hindûlara karşı desteklemeğe başladılar.
Kılıç ile cihâdın farz olmadığını söyleyen, İslâmiyyetin harâm kıldığı şeylere halâl diyen, dîni ve îmânı değişdirmeğe çalışan, müslimân ismini taşıyan, Ehl-i sünnet düşmanları yetişdi. Sir Seyyid Ahmed, Gulâm Ahmed Kâdıyânî, Abdüllah Gaznevî, İsmâ’îl-i Dehlevî, Nezîr Hüseyn Dehlevî, Sıddık Hasan hân Pehûpâlî, Reşîd Ahmed Kenkühî, Vahîd-üzzemân Haydar âbâdî, Eşref-Alî Tehânevî ve şâh Abdül’azîzin torunu Muhammed İshak bunlardandır. Bunları destekleyerek, yeni yeni bozuk fırkaların zuhûrunu sağladılar. Müslimânların bu fırkalara uymaları için çalışdılar.
Bu fırkaların en meşhûru, 1296 [m. 1879] da kurulan (Kâdıyânîlik) olup, kurucusu olan Gulâm Ahmed; top, kılıç ile cihâdın farz olmadığını, farz olan cihâdın nasîhat ile olduğunu, söyledi. İngiliz câsûsu Hempher de, Necdli Muhammede böyle söylüyordu.
Gulâm Ahmed, İsmâ’îlî fırkasından bir zındık idi. 1326[m. 1908] de öldü. İngilizler bunu bol para ile satın aldılar. Önce (Müceddid) olduğunu, sonra, (Mehdî) olduğunu söyledi. Nihâyet, (Peygamber) olduğunu iddiâ ederek yeni bir din getirdiğini i’lân etdi. Aldatdığı kimselere (ümmetim) dedi. Kur’ân-ı kerîmde, bir çok âyetlerin kendisini haber verdiğini, bütün Peygamberlerin mu’cizelerinden dahâ çok mu’cizesi olduğunu söyledi. Kendisine inanmayanlara kâfir dedi. Bunun fikirleri, Pencab ve Bombayda câhil halk arasında yayıldı. Bugün de, Avrupada ve Amerikada (Ahmediyye) ismi altında kâdıyânîliğin yayıldığı görülmekdedir.
Sünnî müslimânlar, kâfirlere karşı silâh ile cihâdın farz olduğunu ve İngilizlere hizmetin küfr olduğunu söylüyorlardı. Bu husûsda va’z eden, nasîhat veren müslimânlara şiddetli cezâlar veriliyor, çoğu katl ediliyordu. Ehl-i sünnet kitâbları toplanıp imhâ edildi.
Satın alamadıkları ve kendi emellerine hizmet etdiremedikleri islâm âlimlerini, müslimânlardan uzaklaşdırırlardı. Onlar i’dâm edildikleri zemân kahraman olurlar korkusu ile, Andaman adasındaki meşhûr zindanlarda müebbed hapse mahkûm ederlerdi. Büyük ihtilâli sebeb göstererek, Hindistânın her yerinden topladıkları islâm âlimlerini yine oraya göndermişlerdi. [Birinci cihân harbinden sonra İstanbulu işgâl etdikleri zemân da, Osmanlı pâşalarını ve âlimlerini Malta adasına sürgün etmişlerdi.]
İslâmiyyete düşmanlıklarını, müslimânların anlamaması için, Hindistânın (dâr-ül-harb) değil, (dâr-ül-islâm) olduğuna dâir fetvâlar aldılar. Bu fetvâları her yere yaydılar.
Kendileri tarafından yetişdirilen âlim ismli münâfıklar, Osmânlı pâdişâhlarının halîfe olmadığı, halîfeliğin Kureyşlilerin hakkı olduğu, Osmânlı sultânları onu gasb etdikleri için onlara itâ’at edilmeyeceği fikrini yaydılar.
[(Halîfe, Kureyş kabîlesinden [onların evlâdlarından] olacakdır) hadîs-i şerîfi, halîfe olmağa lâyık, halîfelik şartlarına mâlik olanlar arasında, Kureyşden [meselâ seyyid] de varsa, onu tercîh ediniz demekdir. Bu yoksa, başkası intihâb olunur. Halîfe seçilemeyip veyâ seçilen halîfeyi kabûl etmeyip, kuvvet ile, şiddet ile, hükûmeti ele geçirene itâ’at edilir. Yeryüzünde, bir halîfe olur. Bütün müslimânların buna itâ’at etmeleri lâzımdır.]
Dînî tedrîsâtı yok ederek, İslâmiyyeti içerden yıkabilmek için, Aligarhda İslâm bilgilerinin öğretildiği bir medrese ve Aligarh İslâm üniversitesini açdılar. Buradan din câhili ve İslâm düşmanı din adamları yetişdirdiler. Bunların İslâmiyyete zararları pek büyük oldu. Burada tahsîl görenlerden seçdiklerini İngiltereye gönderirler, İslâmı içerden yıkacak bir hâle getirdikden sonra, müslimânların başına geçirirlerdi. Eyyüb hân bunlardan olup, M.Cinnahın yerine Pâkistân devlet başkanı yapılmışdır.
İngilizler, ikinci cihân harbinden gâlib çıkmış gibi görünüyorsa da, hakîkatde mağlûb olmuşlardır. Çünki, kendilerinin (üzerinde güneş batmıyan ülke) ismini vermiş oldukları İngiltere, (üzerine güneşin pek doğmadığı bir ülke) hâline gelmişdir. Müstemlekelerinin çoğunu gayb etmiş, âdetâ tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuşdur.
Pâkistâna devlet başkanı yapdıkları Alî Cinnâh şî’î ve İngiliz tarafdârı idi. 1367 [m. 1948] de ölünce, yerine geçen Eyyûb hân mason idi. Darbe yaparak idâreyi ele geçirdi. Bu kâfirin yerine gelen general Yahyâ hân da, koyu kızılbaş idi. 1392 [m. 1972] başında (Pâkistân-Hind) harbinde mağlûb olup, doğu Pakistân elinden gidince, habs edildi. Yahyâ hândan sonra hükûmeti Zülfikâr Alî Butto devraldı. Bu da tahsîlini İngilterede yapmış, İngiliz ajanı olarak yetişdirilmişdi. 1974 de muhâliflerinin öldürülmesini emr etdiği için, i’dâm edildi.
Zülfikâr Alî Buttoyu devirerek yerine geçen Ziyâ-ül-Hak, İslâm düşmanlarının müslimânlar için neler düşündüklerini, müslimânları ve İslâmiyyeti yok etmeğe çalışdıklarını anlayarak, onların arzû etdikleri şeyleri yapmadı. Vatanının fende ve teknikde, san’atda ilerlemesi için uğraşdı. Ferd, âile, cem’iyyet ve milletin refâh ve se’âdetinin tek kaynağının İslâmiyyet olduğunu iyi anladığı için, kanûnlarının islâmiyyete uygun olmasını istedi. Bu istediğini Pâkistân milletine sordu. Yapılan referandumda Pâkistân ehâlîsi topyekûn müsbet rey kullandı.
İngilizlerin yetişdirdiği uşaklar, Ziyâ-ül-Hakkı bütün ma’iyyeti ile berâber bir suikastda şehîd etdiler. Sonra başbakan olan Alî Buttonun kızı Benâzir, devlet ve millet ve İslâmiyyet aleyhine yapdıkları cürmlerden dolayı hapishânelere atılmış olan bütün hâinleri serbest bırakdı. Bunları devlet kademelerinin başına getirdi. Pâkistânda karışıklıklar, kavgalar başladı. İngilizlerin arzûları gerçekleşmiş oldu.
İngilizler, birinci ve ikinci cihân harbleri sonunda, birçok memleketlerde, kendi hâin plânlarını yerine getiren ve İngiliz menfe’atlerini koruyan kimseleri iş başına getirdiler. Bu memleketlerin, millî marşları, bayrakları, devlet başkanları olmuş, fekat din hürriyyetine kavuşamamışlardır.
Son üç asrda, Türk ve İslâm âlemi, nerede bir ihânete uğramışsa, bunun altında mutlaka İngiltere vardır.
Osmânlı Devletini yıkdılar. Osmânlı İmperatorluğu topraklarında 23 adet irili ufaklı devletler kurdular. Bunun sebebi müslimânların kuvvetli ve büyük bir devlet kurmalarına mâni’ olmakdı.
İslâm ülkeleri diye ismlendirilen memleketler arasında devâmlı birbirlerine düşmanlıkları ve harbleri kışkırtdılar. Meselâ, sünnî müslimânların büyük ekseriyyeti teşkil etdikleri Sûriyede, % 9 olan nusayrîleri hâkim yapdılar. 1982 senesinde Hama ve Humus şehrlerine ordu birlikleriyle hücûm edilmiş, iki şehr yerle bir edilerek, silâhsız, müdâfe’asız sünnî müslimânlar bombalanmışdır.
Hakîkî Ehl-i sünnet âlimleri öldürüldü, İslâm kitâbları hattâ, Kur’ân-ı kerîmler bile yok edildi. Bu İslâm âlimlerinin yerine, kendileri tarafından yetişdirilen din câhili mezhebsiz kimseleri getirdiler. Bunlardan:
(Cemâleddîn-i Efgânî) 1254 [m. 1838] de Efganistânda doğdu. Felsefe kitâbları okudu. Efganistâna karşı Ruslar için câsûsluk yapdı. Mısra geldi. Mason ve mason locası reîsi oldu. Mısrlı Edip İshak, (Ed-dürer) kitâbında, bunun Kâhire mason locası reîsi olduğunu yazmakdadır. 1960’da Fransada basılan, (Les franço-maçons) kitâbının 127. ci sahîfesinde, (Mısrda kurulan mason localarının başına, Cemâleddîn-i Efgânî ve ondan sonra Muhammed Abduh getirildi. Bunlar, masonluğun müslimânlar arasında yayılmasına çok yardım etdiler) demekdedir.
Sultân Abdülmecîd ve Sultân Abdül’azîz hân zemânlarında beş def’a sadr-ı a’zam olan Âlî Pâşa, İngiliz locasına bağlı mason idi. Efgânîyi İstanbula getirdi. Vazîfe verdi. O zemân İstanbul (Dâr-ül-fünûn) ya’nî üniversite rektörü bulunan ve kâfir olduğuna fetvâ verilen, mason Hasen Tahsin tarafından Efgânîye bir çok konferanslar verdirildi. Hasen Tahsin de, yine İngiliz mason locasına kayıdlı sadr-ı a’zam Mustafâ Reşîd pâşa tarafından ye-tişdirilmişdi. Sapık fikrlerini her yere yaymağa çalışdı.
Zemânın şeyh-ul-islâmı Hasen Fehmi efendi, Cemâleddîni rezîl etdi. Câhilliğini ve zındıklığını ortaya koydu. Âlî Pâşa, bunu İstanbuldan çıkarmağa mecbûr oldu. Mısrda ihtilâl ve dinde reform fikrleri aşılamağa çalışdı. (A’râbî Pâşa) vak’asını hâzırlıyanlarla birlikde İngilizlere karşı göründü. Mısr müftîsi Muhammed Abduh ile dost oldu. Dinde reform fikrlerini ona aşıladı. Pârisde ve Londrada masonların yardımı ile mecmû’a [dergi] çıkardı. 1304 [m. 1886] de Îrâna geldi, orada da râhat durmadı. Zincirlere bağlanarak Osmânlı hudûduna bırakıldı. Bağdâda, Londraya gitdi. Îrân aleyhine yazılar yazdı. Tekrar İstanbula geldi. Burada da Îrândaki Behâîler ile işbirliği yaparak, dîni siyâsete âlet etdi.
Cemâleddîn-i Efgânînin, din adamı perdesi altında, İslâmı içerden yıkmak propagandalarına aldananların en meşhûru (Muhammed Abduh)dur. Abduh 1265 [m. 1849] de Mısrda tevellüd ve 1323 [m. 1905] de orada vefât etdi. Bir müddet Beyrûtda bulundu. Oradan Pârise gitdi. Orada Cemâleddîn-i Efgânînin, masonlar tarafından çizilen çalışmalarına katıldı. (El-urvet-ül-Vüskâ) mecmû’asını çıkardılar. Beyrûta ve Mısra gelerek Parisdeki mason locasının karârlarını tatbîk etmeğe çalışdı. İngilizlerin yardımı ile Kâhire müftîsi oldu. Ehl-i sünnete saldırmağa başladı. İlk iş olarak, Câmi’-ül ezher medresesi ders programlarını bozmağa, gençlere kıymetli bilgilerin okutulmasını önlemeğe başladı. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırdı. Lise ve orta kısmdaki kitâblar, yüksek sınıflarda okutuldu. Bir tarafdan ilmi kaldırırken, diğer tarafdan İslâm âlimlerini kötüliyerek, bu âlimlerin fen bilgilerine mâni’ olduklarını, bu bilgileri İslâma sokacağını iddiâ etdi. (İslâmiyyet ve nasrâniyyet) kitâbında, (Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişikdir) demiş, yehûdî, hıristiyan ve müslimânların, birbirlerini desteklemelerini istemişdir. Londrada, bir papaza yazdığı mektûbda, (İslâmiyyet ve hıristiyanlık gibi iki büyük dînin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zemân,Tevrât ve İncîl ve Kur’ân birbirlerini destekleyen kitâblar olarak her yerde okunur ve her milletce saygı görür) demişdir. Müslimânların Tevrât ve İncîl okuyacakları zemânı beklemekde olduğunu ifâde etmişdir.
Câmi’ül-Ezherin müdîri (Şaltut) ile yapdığı Kur’ân-ı kerîm tefsîrinde, banka fâizinin meşrû’ olduğuna fetvâ vermişdir. Dahâ sonra müslimânların ağır baskıları karşısında, bu fetvâsından rücû’ eder görünmüşdür.
Beyrutdaki mason locasının başkanı Hannâ Ebû Râşid, 1381 [m. 1961] de yayınladığı (Dâire-tül-me’ârif-ül-masoniyye) kitâbının 197. nci sahîfesinde, (Cemâleddîn-i Efgânî, Mısrda mason locası reîsi idi. Âlimlerden ve devlet adamlarından üçyüze yakın üyesi vardı. Ondan sonra, imâm üstâd Muhammed Abduh reîs oldu. Abduh, büyük bir mason idi. Bunun, masonluk rûhunu arab memleketlerine yaydığını kimse inkâr edemez) demekdedir.
İngilizlerin İslâm âlimi olarak Hindistânın her yerinde övdükleri kâfirlerin en meşhûrlarından biri Sir Seyyid Ahmed Hândır. 1234 [m. 1818] de Delhîde doğdu. Babası, Ekber şâh zemânında Hindistâna gelmişdi. 1837 de Delhîde İngiliz mahkemesinde hâkim olan amcasının ya-nında kâtib olarak işe başladı. 1841 de hâkim, 1855 de ise yüksek hâkim yapıldı.
Hindistânda İngilizlerin yetişdirdiği din adamlarından biri de Hamîdullahdır. 1326 [m. 1908] de İsmâ’îli fırkasında olanların ekseriyyet olduğu Haydarâbâdda tevellüd etdi. İsmâ’îli mezhebinde, koyu Ehl-i sünnet düşmanı olarak yetişdi. Pârisde, CNRS ilmî araşdırma a’zâsı idi. 1424 [m.2003] de öldü. Muhammed aleyhisselâmı, sâdece müslimânların peygamberi olarak tanıtmağa çalışmakdadır.
İngilizlerin islâmiyyeti yok etme savaşında, vatanına, milletine dînine hizmet etmek isteyen müslimânları aldatmak için kullandıkları en te’sîrli silâhları, İslâmiyyeti asra uydurmak, modernleşdirmek, İslâmiyyetin aslını ortaya çıkarmak propagandaları içinde, dinsizliği yerleşdirmek idi. Büyük İslâm âlimi, Şeyh-ül-islâm Mustafâ Sabri efendi bunu çok iyi anlayanlardandı. Onun için, (Mezhebsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür) buyurarak, İslâm düşmanlarının arzûlarını, gâyelerinin ne olduğunu çok iyi anlatıyordu.
İngilizler ve islâm düşmanları, tekkeleri ve tesavvuf yollarını ifsâd etmek için de, çok çalışdılar. İslâmiyyetin üçüncü kısmı olan ihlâsı yok etmeğe uğraşdılar. Tesavvuf büyükleri aslâ siyâset ile uğraşmaz, kimseden bir menfe’at beklemezlerdi. Tesavvuf büyüklerinin çoğu, derin âlim ve müctehid idi. Çünki tesavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde yürümek demekdir. Ya’nî her sözünde, her işinde, her şeyde islâmiyyete ya-pışmakdır. Fekat, uzun zemândan beri, câhiller, fâsıklar, hattâ bir çok ajanlar, alçak maksadlarına kavuşmak için, tesavvuf büyüklerinin ismlerini âlet olarak kullanıp, çeşidli ocaklar kurmuş, ahkâm-ı islâmiyyenin, dînin bozulmasına, yıkılmasına sebeb olmuşlardır. Zikr, Allahü teâlâyı hâtırlamak demekdir. Bu da kalb ile olur. Zikr edince, kalb temizlenir. Ya’nî, kalbden dünyâ sevgisi, mahlûkât sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Bir çok kimselerin kadın, erkek, bir araya toplanarak hayhuy etmesi zikr değildir. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Mezhebsiz ve tesavvuf düşmanı olan Ahmed İbni Teymiyye islâm âlimi i’lân edildi. Bunun yolunda olarak (Vehhâbîlik) fırkası kuruldu. İngilizlerin yardımı ile, Vehhâbî kitâbları bütün dünyâdaki (Râbitatül-âlem-il islâmî) dedikleri vehhâbî merkezleri vâsıtası ile her memlekete yayıldı. Her memleketde yapdıkları büyük binâlara (İbni Teymiyye medresesi) levhâları asdılar. İbni Teymiyyenin kitâblarındaki sapık fikrlerle, ingiliz câsûsu Hempherin yalan ve iftirâlarının karışımına (Vehhâbîlik) denildi. Hakîkî müslimân olan (Ehl-i sünnet) âlimleri, İbni Teymiyyenin kitâblarının bozuk olduklarını bildiren çok kitâb yazdılar. Bu kitâblardan biri, Somali âlimlerinden, şeyh Abdürrahmân Abdüllah bin Mu-hammed Herrînin (El-makâlâtüs-sünniyye fî keşfi-dalâlât-i Ahmed İbni Teymiyye) kitâbıdır. Kendisi Somalide Herer şehrinde 1339 [m. 1920] senesinde tevellüd etmişdir. Kitâbı 1414 [m. 1994] de Beyrutda basdırılmışdır. Bu kitâbda, İbni Teymiyyeyi red eden âlimler ve bunların kıymetli kitâbları uzun bildirilmekdedir. İngilizler tarafından te’sîs edilen Vehhâbîlik, mezhebsizlik, reformculuk, selefiyyecilik, Kâdîyânî, Mevdûdî ve Teblîg-ı cemâ’at ismi altındaki bozuk yolların hepsinde tesavvuf düşmanlığı vardır.
İslâm düşmanları bilhâssa İngilizler, her dürlü vâsıtaları kullanarak müslimânları ilmde ve fende geri bırakdılar. Müslimânların ticâret ve san’atlarına mâni’ olundu. İslâm ülkelerindeki güzel ahlâkı yıkmak, İslâm medeniyyetini ortadan kaldırmak, gençlerin islâm ilmlerini öğrenmelerine mâni’ olmak için içki, fuhş, eğlence, kumar, top oyunları gibi illetler yaygınlaşdırıldı. Ahlâkı bozmak için, rûm, ermeni ve diğer gayr-i müslim kadınlar birer ajan gibi çalışdırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi, dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hîlelerle, genç kızları tuzağa düşürerek, kötü yollara sürüklediler. Bu husûsda müslimân anne ve babalara çok büyük vazîfeler düşmekdedir. Yavrularını, bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar.
Osmânlı devleti son zemânlarda, Avrupaya tahsîl için talebeler ve devlet adamları gönderdi. Bu talebeler ve devlet adamlarından ba’zıları aldatıldı, mason yapıldı. Fen ve teknik öğrenecek olanlara, İslâmiyyeti ve Osmânlı imperatorluğunu yıkma teknikleri öğretildi. Bunlardan imperatorluğa ve müslimânlara en büyük zarârı dokunan kimse, Mustafâ Reşîd pâşa oldu. Londrada bulunduğu zemân azılı ve sinsi bir İslâm düşmanı olarak yetişdirildi. İskoç masonları ile el ele verdi. Sultân Mahmûd hân, mason Reşîd pâşanın ihânetlerini görerek îdâmını emr etdi ise de, ömrü vefâ etmedi. Sultânın vefâtından sonra, İstanbula dönen Reşîd pâşa ve arkadaşları, İslâmiyyete ve müslimânlara en büyük zararı yapdılar.
1255 [m. 1839] de pâdişâh olan Abdülmecîd hân, henüz on sekiz yaşındaydı. Genç ve tecrübesizdi. Etrâfındaki âlimlerden, kendisini îkaz eden de olmadı. Bu hâl, Osmânlı târîhinde korkunç bir dönüm noktası olmuş, koca İslâm devletinde (Yok olma devri)ni başlatmışdır. Sâf, temiz kalbli pâdişah, azılı ve sinsi İslâm düşmanı olan İngilizlerin tatlı dillerine aldanarak, İskoç masonlarının yetişdirdikleri câhilleri işbaşına getirdi. Bunların devleti ve islâmiyyeti içerden yıkmak siyâsetlerini hemen anlıyamadı. Bir anlatan da olmadı. İslâmiyyeti yıkmak için İngilterede kurulmuş olan (İskoç mason teşkilâtı)nın kurnaz üyesi Lord Redcliffe İstanbula, İngiliz sefîri olarak gönderildi. Mustafâ Reşîd pâşanın sadr-ı a’zam yapılması için, Lord Redcliffe sultâna çok dil dökdü. (Bu aydın, kültürlü ve başarılı vezîri sadr-ı a’zam yaparsanız, İngiltere imperatorluğu ile Devlet-i aliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar kalkar. Devlet-i aliyye ekonomik, sosyal ve askerî sâhalarda ilerler) diyerek halîfeyi aldatdı.
1262 [m. 1846] de sadr-ı a’zam olan mason Reşîd pâşa, iş başına gelir gelmez, 1253 de, hâriciyye nâzırı iken, Lord Redcliffe ile el ele verip, hâzırlamış olduğu ve 1255 de i’lân etdiği (Tanzîmât) kanûnuna istinâd ederek, büyük vilâyetlerde mason locaları açdı. Câsûsluk ve hiyânet ocakları çalışmağa başladı. Gençler, din câhili olarak yetişdirildi. Londradan alınan plânlarla, bir yandan idârî, zirâî, askerî değişiklikler yapdılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, İslâm ahlâkını, ecdâd sevgisini, millî birliği parçalamağa başladılar. Yetişdirdikleri kimseleri işbaşına getirdiler. Bu senelerde Avrupada, fizik, kimyâ üzerinde dev adımlar atılıyor. Yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor. Büyük fabrikalar, teknik üniversiteler, modern harb vâsıtaları kuruluyordu. Osmânlılarda bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakda olan fen, hesâb, hendese, astronomi derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni’ oldular. Sonradan gelen İslâm düşmanları da, din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek müslimân yavrularını İslâmiyyetden uzaklaşdırmağa çalışdılar. İslâmiyyete ve müslimânlara zararlı olan, islâmiyyetin öğrenilmesine mâni’ olan şeylere asrîlik, ilericilik dediler. Çıkardıkları her kanûn müslimânların, devletin aleyhine idi. Vatanın asl sâhibi olan müslimân türkler, ikinci sınıf vatandaş hâline getirildi.
Askere gitmeyen müslimânlara, çok kimsenin ödeyemiyeceği büyük bir para cezâsı getirilmişken, gayr-i müslimlerden çok cüz’î bir para alındı. Bu vatanın evlâdları, İngilizlerin tezgâhladıkları harblerde şehîd olurken, Reşîd pâşanın ve yetişdirdiği masonların oyunları netîcesinde, memleketin sanâyi’ ve ticâreti gayr-i müslimlerin ve masonların eline geçdi.
İngilizler, Rus çarı birinci Nikolanın, Kudüsde katoliklere karşı ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdenize inmesini istemeyen Fransa imperatoru üçüncü Bonapartı da, Türk-Rus Kırım Harbine sürüklediler. Kendi çıkarları için yapdıkları bu işbirliği, Türk milletine, mason Reşîd pâşanın diplomatik zaferleri olarak tanıtıldı. Düşmanların bu yaldızlı reklâmlar ve sahte dostluklarla örtmeğe çalışdıkları imhâ hareketlerini, herkesden önce anlıyan sultân, çok zemân serâyında hüngür hüngür ağlardı. Memleketi, milleti kemiren düşmanlara karşı koymak için tedbirler arar ve Allahü teâlâya yalvarırdı. Bu sebeble, mason Reşîd pâşayı, bir kaç kerre sadr-ı a’zamlıkdan uzaklaşdırdı ise de, kendisine (koca), (büyük) gibi ismler takan bu kurnaz adam, rakîblerini devirip, tekrar işbaşına gelmesini becerirdi. Ne yazık ki, sultân keder ve üzüntüsünden tüberküloza yakalanıp genç yaşında vefât etdi. Sonraki senelerde, devlet koltuklarını kapışanlar ve üniversite hocalıklarına,mahkeme başkanlıklarına getirilenler, hep mason Reşîd pâşanın yetişdirmeleridir. Böylece (Kaht-ı ricâl) devri açılmasına ve Osmânlılara (Hasta adam) denilmesine sebeb oldu.
İktisâd profesörlerinden Ömer Aksu, 22 Ocak 1989’da Türkiye gazetesinde neşr edilen beyânatında, (Bizde batılılaşma hareketinin başlangıcı olarak 1839 Tanzîmât fermânı gösterilir. Biz batıdan almamız gereken şeyin teknoloji olduğunu, kültürün ise, millî olması gerekdiğini görememişiz. Batılılaşma hareketine, hıristiyanlığı benimseme olarak bakmışız. Mustafâ Reşîd pâşanın İngilizlerle yapdığı ticâret anlaşması, sanâyi’leşmemize en büyük darbeyi vurmuşdur) demekdedir.
Osmânlı imperatorluğunda, İskoç masonlarının hâkimiyyeti devâm etdi. Pâdişâhlar şehîd edildi. Vatanın ve milletin hayrına olan her işe karşı çıkıldı. İsyânlar, ihtilâller birbirini ta’kîb etdi.
Bu vatan hâinleri ile en büyük mücâdeleyi yapan Cennet mekân Sultân Abdülhamîd hân-ı sânî oldu.
Bunun için, masonlar tarafından (Kızıl Sultân) i’lân edildi. Sultân Abdülhamîd, imperatorluğu iktisâden yükseltiyor, pek çok mektebler ve üniversiteler açıyor, memleketi i’mâr ediyordu. Viyanadan başka bir eşi Avrupada bulunmıyan modern tıp fakültesi yapdırdı. 1293 [m. 1876] de Siyâsal bilgiler fakültesi yapıldı. 1297 de Hukuk fakültesi ve Sayıştayı kurdu. 1301 de yüksek mühendis mektebi ve yatılı kız lisesi kurdu. Avrupaya tahsîl için giden talebelerin masonlar tarafından aldatılmalarına mâni’ olmak için, Avrupalı profesörler ve fen adamlarını, çok yüksek maâş vererek İstanbula getirtdi. Bu üniversitelerde ders verdirdi. Kız talebelerin de, bu hocalardan fen dersleri okumasını te’mîn etdi. Vatanına, milletine, dînine bağlı ilm ve fen adamları yetişdirdi. Terkos gölünün suyunu İstanbula getirtdi. Bursada ipekcilik mektebini, İstanbulda Halkalı zirâat ve baytar mektebini açdırdı. Hamidiyye kâğıd fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası ve Beyrut limanı rıhtımını yapdırdı. Osmânlı sigorta şirketini kurdurdu. Ereğli, Zonguldak kömür ocaklarını te’sîs etdi. Akl hastahânesi ve Şişlide Hamidiyye Etfâl hastahânesi ve Dâr-ül-acezeyi yapdırdı. Orduyu yeniden kuvvetlendirdi. Zemânında dünyânın en büyük kara ordusunu te’sîs etdi. Eski gemileri Halice çekip, Avrupada yeni yapılan üstün evsâflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. (İstanbul-Eskişehir-Ankara) ve (Eskişehir-Adana-Bağdâd) ve (Adana-Şâm-Medîne) demiryollarını te’sîs etdi. Osmânlı devletinde, dünyânın en büyük ve en uzun demiryolu şebekesi kuruldu. Cennet mekânın bu eserleri bugün bile ayakdadır. Bugün tren ile seyâhat edenler, bir başdan bir başa memleketdeki bütün tren istasyonlarının Abdülhamîd hânın yapdırdığı istasyonlar olduğunu iftihâr ile görür.
Bu vatan hâinleri ile en büyük mücâdeleyi yapan Cennet mekân Sultân Abdülhamîd hân-ı sânî oldu.
Bunun için, masonlar tarafından (Kızıl Sultân) i’lân edildi. Sultân Abdülhamîd, imperatorluğu iktisâden yükseltiyor, pek çok mektebler ve üniversiteler açıyor, memleketi i’mâr ediyordu. Viyanadan başka bir eşi Avrupada bulunmıyan modern tıp fakültesi yapdırdı. 1293 [m. 1876] de Siyâsal bilgiler fakültesi yapıldı. 1297 de Hukuk fakültesi ve Sayıştayı kurdu. 1301 de yüksek mühendis mektebi ve yatılı kız lisesi kurdu. Avrupaya tahsîl için giden talebelerin masonlar tarafından aldatılmalarına mâni’ olmak için, Avrupalı profesörler ve fen adamlarını, çok yüksek maâş vererek İstanbula getirtdi. Bu üniversitelerde ders verdirdi. Kız talebelerin de, bu hocalardan fen dersleri okumasını te’mîn etdi. Vatanına, milletine, dînine bağlı ilm ve fen adamları yetişdirdi. Terkos gölünün suyunu İstanbula getirtdi. Bursada ipekcilik mektebini, İstanbulda Halkalı zirâat ve baytar mektebini açdırdı. Hamidiyye kâğıd fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası ve Beyrut limanı rıhtımını yapdırdı. Osmânlı sigorta şirketini kurdurdu. Ereğli, Zonguldak kömür ocaklarını te’sîs etdi. Akl hastahânesi ve Şişlide Hamidiyye Etfâl hastahânesi ve Dâr-ül-acezeyi yapdırdı. Orduyu yeniden kuvvetlendirdi. Zemânında dünyânın en büyük kara ordusunu te’sîs etdi. Eski gemileri Halice çekip, Avrupada yeni yapılan üstün evsâflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. (İstanbul-Eskişehir-Ankara) ve (Eskişehir-Adana-Bağdâd) ve (Adana-Şâm-Medîne) demiryollarını te’sîs etdi. Osmânlı devletinde, dünyânın en büyük ve en uzun demiryolu şebekesi kuruldu. Cennet mekânın bu eserleri bugün bile ayakdadır. Bugün tren ile seyâhat edenler, bir başdan bir başa memleketdeki bütün tren istasyonlarının Abdülhamîd hânın yapdırdığı istasyonlar olduğunu iftihâr ile görür.
Yehûdîler, İngilizlerin himâyesi ve teşvîki ile Filistin topraklarında bir yehûdî devleti kurmak istiyorlardı. Bu tehlikeyi ve siyonistlerin fe’âliyyetlerini va arzûlarını da çok iyi bilen Abdülhamîd hân, Filistin toprağından yehûdîlere satılmamasını emr etdi. Dünyâ siyonizm teşkilâtının reîsi Theodor Herzl ve Haham Moşe Levi, sultân Abdülhamîdi ziyâret ederek, yehûdîler için toprak satmasını istediler. Sultânın cevâbı, (Dünyânın bütün devletleri ayağıma gelseler ve bütün hazînelerini dökseler, size bir karış yer vermem. Ecdâdımın kanlarıyla aldıkları ve bugüne kadar muhâfaza edilen bu vatan, para ile satılmaz), olmuşdur.
Yehûdîler, ittihât ve terakkî fırkası ile işbirliği yapdılar. Bütün şer güçler, sultâna karşı birleşdiler. 1327 [m. 1909] de tahtdan indirerek, bütün müslimânları öksüz bırakdılar. İttihât ve terakkînin başında bulunanlar, din düşmanlarını ve masonları devletin en yüksek mevkı’lerine getirdiler. Hattâ, Şeyh-ül-islâm yapdıkları Hayrullah ve Mûsâ Kâzım bile mason idi. Memleketi kana buladılar. Bu İngiliz uşaklarının sebeb oldukları, Balkan, Çanakkale, Rus ve Filistin cephelerinde, hâince, alçakca hâzırlanmış İngiliz
plânları ile, Abdülhamîd hânın yetişdirmiş olduğu,dünyânın birinci kara ordusu yok edildi. Yüzbinlerce vatan evlâdı şehîd edildi. İngilizlerin hîleleri ile, devletin başına geçen masonlar, vatanın en çok birliğe ve müdâfe’aya muhtaç olduğu bir zemânda, milleti sâhibsiz bırakıp kaçdılar. Hâin olduklarını böylece de isbât etdiler.
Osmânlı imperatorluğunda açılan misyoner mekteblerinde ve kiliselerde aldatılan gayr-i müslim vatandaşlar, Osmânlıya karşı ayaklandırıldı. Mekteblere muallim ve kiliselere papaz ismi ile Avrupadan gelen siyâh cübbeli câsûslar, gazeteciler, her geldikleri yere para, silâh ve fit-ne getirdiler. Büyük isyânlar oldu. Târîh sahîfelerinde, insanlık lekesi, vahşeti olarak duran, Ermeni, Bulgar ve Yunan mezâlimi yapıldı. Yunanlıları İzmire taşıyanlar da İngilizlerdi. Allahü teâlâ, Türk milletine merhamet buyurarak, büyük bir istiklâl mücâdelesi sonunda, bugünkü güzel vatanımız kurtarılabildi.
Osmânlı devleti parçalanınca, dünyâ birbirine girdi. Osmânlı imperatorluğu tampon gibi bir devletdi. Müslimânlar için bir hâmî ve kâfirlerin birbirlerine girmemesi için de, bir mâni’ idi. Sultân Abdülhamîd hândan sonra, hiç bir memleketde râhat ve huzûr kalmadı. Avrupa devletlerinde, birinci cihân harbinde, sonra ikinci cihân harbinde, dahâ sonra da komünizm istîlâsı ve zulmü altında, kan ve katl-i âm hiç bitmedi.
İngilizlerle birleşip Osmânlıları arkadan vuranlar, hiç râhat yüzü görmediler. Sonra yapdıklarına pişmân oldular. Hattâ, hutbeleri tekrar Osmânlı halîfesi adına okutmağa başladılar. İngilizler tarafından Filistine İsrâîl devleti kurulunca, Osmânlıların kıymeti anlaşıldı. Filistinlilerin İsrâîl zulmü altında hangi vahşetlere uğradıklarını gazeteler yazıyor, dünyâ televizyonları gösteriyor. 1990 senesinde, Mısr hâriciye nâzırı İsmet Abdülmecîd, (Mısr en râhat ve huzûrlu günlerini, Osmânlılar zemânında yaşadı) demişdir.
Hıristiyan Avrupa devletlerinin ve Amerikanın menfe’atinin bulunduğu her yerde, hıristiyan misyonerleri bulunur. Misyonerler, hıristiyanlığı yaymak, hâşâ tanrı dedikleri Îsâ aleyhisselâma hizmet, huzûr, sulh ve sevgi götürmek gibi sözler arkasına gizlenmiş, menfe’at avcıları, huzûr bozuculardır. Dahâ mühim vazîfeleri ise, gitdikleri memleketleri hıristiyan devletlerine bağlamakdır. Misyonerler gidecekleri memleketin dillerini, örf ve âdetlerini gâyet iyi öğrenirler. Her gitdikleri devletin siyâsî, askerî, coğrâfî, iktisâdî ve dînî yapısını en ince teferruâtına kadar öğrenerek, hıristiyan devlete jurnal ederler. Her yerde, kendilerine dost olacak kimseleri bulur ve bunları satın alırlar. Bu kimseler, yerli ehâlînin ismlerini taşır, fekat yâ hıristiyanlaşdırılmış bir câhil veyâ satın alınmış bir hâindir.
Misyoner olacak kimse, vazîfe göreceği memleketde yetişdirilir veyâ o memleketde yetişmiş bir misyoner tarafından yetişdirilir.
Mason Reşîd pâşanın hâzırladığı, (Gülhâne Fermânı)ndan sonra, Osmânlı devletindeki misyoner fe’âliyyetleri artdı. Anadolunun en güzel yerlerine kolejler açıldı. Fermândan yirmi bir sene sonra, Harputda, 1276 [m. 1859] da (Fırat Koleji) açıldı. Bu binâ yapılırken hiç bir masrafdan kaçınılmadı. Bu arada misyonerler, Harput ovasında 62 merkez kurmuşlardı. 21 kilise yapılmışdı. Altmışaltı ermeni köyünden 62’sinde misyoner teşkilâtı kurulmuş ve her üç köy için bir kilise yapılmışdı. Yediden yetmişe, bütün ermeniler müslimânlara ve Osmânlıya karşı düşman edilmişdi. Misyoner kadınlar da, ermeni kadınlarını ve kızlarını bu husûsda yetişdirmek için, büyük gayret sarf etmişlerdi. Meşhûr kadın misyoner Maria A.West, dahâ sonra neşr etdiği (Romance of Mission) kitâbında, (Ermenilerin rûhuna girdik, hayâtlarında ihtilâl yapdık) demekdedir. Bu fe’âliyyet ermenilerin bulunduğu her yerde yapıldı. Gâziantepde, (Antep Koleji) ve Merzifonda, (Anadolu Koleji), İstanbulda ise (Robert Koleji), bunların başlıcalarındandır. Meselâ Merzifon Kolejinde, hiç Türk talebe yokdu. 135 talebeden 108’i ermeni, 27’si de rumdu. Bunlar leylî [yatılı] olarak Anadolunun her yerinden toplanmış talebelerdi. Müdîri, diğerlerinde olduğu gibi, bir râhibdi. Bu arada, Anadolu kaynamağa başladı. Ermeni komiteciler, müslimânları insâfsızca katl ediyor, müslimân köyleri yakıyor, vatanın bekçisi ve sâhibi Osmânlıya hayât hakkı tanımıyordu. Bu ermenilerin ta’kîbi sonucu, 1311 [m. 1893] senesinde yapdıkları büyük katl-i âmlarda komitacıların bu kolejde yuvalandıkları, bütün fe’âliyyetlerinin hâzırlığını burada yapdıkları ve reîslerinin Kayayan ve Tumayan adlı kolej muallimleri olduğu ortaya çıkarıldı. Bunun üzerine misyonerler, bütün dünyâyı ayağa kaldırdılar. Bu iki hâin ermeniyi kurtarmak için, Amerikada ve İngilterede çok büyük nümâyişler tertîb etdiler. Bu sebeb ile, İngiltere ile Osmânlı devletinin arası açıldı. İşin tuhafı, 1893 de, İngiliz misyonerlerin tertîb etdiği bu nümâyişlerde Merzifon Anadolu Kolejinin müdîri de, Londrada bunların içinde idi. Anadoluda, müslimânlara karşı yapılan katl-i âmlar, hıristiyan kitâblarında aksine çevrilerek, yazıldı. Bu yalanlardan biri, Beyrûtda hâzırlanan (El-müncid) arabî lugat kitâbında, Mer’aş kelimesinde yazılıdır.
Gâzî antebin sâbık defter-i hâkânî memûru Eyyüb Sabri efendinin 1978 de İstanbulda neşr edilen (Esâret hâtıraları) kitâbında diyor ki, (İngilizlere göre, müslimânlara zulm ve hakâret etmek, millî bir vazîfedir. Yirmibinden fazla müslimân esîrin 1919 da, Mısrın Abbâsiyye hastahânesinde gözleri oyulmuş, kolları, ayakları kesilmişdir. Esîrleri anadan doğma soyarak, ingiliz binbaşının önünden geçirirlerdi. Esîrler arasından, hoca Abdüllah efendi, hiç olmazsa edeb yerlerimizi mendil ile örtmeye izn verin diyerek, çok yalvardı. İzn vermediler. Alay etdiler. Yafa belediye reîsi Ömer Baytar efendi ve Akkâ mebûsu ve dördüncü ordu müfettişi Es’ad Şâkir efendi ve bir çok âlim ve şerîfler ve Nablüs idâre meclîsi a’zâsından Seyfeddîn efendi de aramızda idi. Geçmiş asrlardaki vahşetler ve Engizisyon zulmleri, ingilizlerden çektiğimiz işkenceler yanında hiç kalır. Dünyâda hiçbir milletin yapamıyacağı zilleti, alçaklığı, ingilizler yapdılar).
Misyonerler 1893 senesinde ermeni vatandaşlara 3 mil-yon İncîl [Kitâb-ı mukaddes] ve 4 milyon hıristiyanlığa âid diğer kitâblardan dağıtdı. Buna göre, yeni doğan çocuklar da dâhil, her ermeniye 7 kitâb verilmiş demekdi. Sâdece Amerikan misyonerleri senede 285.000 dolar harcıyorlardı.
Misyonerlerin bu muazzam parayı, din gayreti ile harcadıklarını düşünmek de saflık olur. Çünki, misyonerler için din bir ticâretdir. Bu parayı Anadoluya, İslâmı yıkmak, Osmânlıyı ortadan kaldırmak için sarf eden misyonerler, Türkler, ermenileri katl ediyor, onlara yardım edelim propagandaları ile, yüzlerce mislini toplamışlardı.
Yine o senelerde, kolejlerde, kiliselerde, misyonerlerin aldatması ve teşvîki ve ingiliz ordusunun muazzam yardımı ile, rum vatandaşlar da, Atinada ve Yeni-şehrde isyân ederek, yüzbinlerce müslimânı, çocuk, kadın demeden, vahşiyâne katl etdiler. Bu isyân, Edhem pâşanın emrindeki kuvvetlerle, 1313 [m. 1895] senesinde tenkil [men’ ve izâle] edildi. Bu zafer, yalnız yunanlılara karşı değil, bunları kışkırtan ingilizlere karşı kazanıldı.
İngiltere devletini idâre eden üç temel unsur, (Kral, Parlamento ve Kilise, ya’nî West Minister)dir. 918 [m. 1512] senesine kadar parlamento ve kralın serâyı, West Ministerin içerisinde idi. 1512 deki büyük yangından sonra kral (Buckingham Serâyına) taşınmış ve parlamento ile kilise aynı çatı altında kalmışdı. İngilterede kilise ile devlet iç içedir. Kral ve kraliçelere, kilisede baş papaz tarafından taç giydirilir.
İngiliz merkez istatistik bürosu tarafından yayınlanan (Cem’iyyet temâyülleri) ismli rapora göre, her yüz İngiliz bebekden yirmi üçü, gayr-i meşrû’ ilişkiler sonucu dünyâya gelmekdedir.
7 Mayıs 1990 târîhli bir İstanbul gazetesinin, İngiliz polis kurumu Scotland Yard tarafından neşr edilen istatistiğe dayanarak verdiği haberde, Londrada can güvenliğinin kalmadığı, bilhâssa kadınlar için, çok tehlikeli bir şehr hâline geldiği bildirilmekdedir. İngiliz polisinin raporuna göre, son on iki ayda, başda ırza tecâvüz ve soygun olmak üzere, bütün suçlarda artışlar olmuşdur.
Bütün dünyâda ve bütün dinlerde âile, meşrû olarak kadın-erkek berâberliğidir. İki erkeğin livâta yapmasını, İngiliz kanûnları himâye etmekdedir.
12 Kasım 1987 târîhli bir İstanbul gazetesinde, (İngiliz ordusunda skandal) başlıklı haberde, kraliçe ikinci Elizabethin muhâfız alayına yeni katılan erlerin ırzlarına, nâmûslarına tecâvüz edildiği ve sadistçe işkence yapıldığı ya-zılıdır.
28 Aralık 1990 târîhli Türkiye gazetesinde neşr edilen bir araştırma yazısında, İngiltere kiliselerinde bile Lûtî sayısının % 15’i bulduğu, Lordlar ve Avam kamarasında ise, bu sayının, dahâ da yükseldiği bildirilmekdedir. Ahlâksızlık, İngiliz kabinesine kadar sıçramış, Profümo skandalı gibi hâdiseler ortaya çıkmışdır. Avrupada Lûtîlerin teşkîlatlandığı ilk ülke, İngilteredir. Bu ahlâksızlıkların yapıldığı yerlerde bile, İngilizin İslâm düşmanlığı göze çarpar. Londranın arka sokaklarında fuhuş, livâta ve her dürlü rezâletin yapıldığı yerler, İslâmiyyetde mübârek olan yeşil renk ile boyandığı gibi, bu habâset yuvalarının kapısına (Mekke) levhası asılmışdır.
İngiliz (Guardian gazetesi), 200 bin kız çocuğunun büluğ çağına gelince, babası tarafından tecâvüz edildiği için, mahkemeye mürâce’at ederek, koruma istediğini yazmışdır. BBC televizyonu ise, haberinde, mahkemeye şikâyet etmiyenlerin 5 milyon olarak tahmîn edildiğini söylemişdir.
İngiltere, toprak dağılımı bakımından da, dünyânın en adâletsiz yapısına sâhibdir. İngiliz köylüsünün, toprak reformları için, Lordlarla verdiği mücâdeleler, târîhlerde yazılıdır. Bugün bile, İngiltere toprağının % 80’inin imtiyazlı sınıf denilen azınlığın elinde olduğu bir hakîkatdir.
31 Mayıs 1992 pazar târîhli Türkiye gazetesinde diyor ki, (İngilterede iktisâdî tahrîbât sebebi ile, hâsıl olan işsizlik ve sefâlet, intihârları artırmakdadır. İngiliz tıb mecmûası (British medical) deki, Oksford hastahânesi iki doktorunun tedkîkinde, her sene yüzbin ingilizin intihâra teşebbüs etdiği, bunlardan 4500 ünün öldüğü tesbît edilmişdir. Bunların yüzde 62 si genç kızdır). Jetleri, bombaları, füzeleri ile, her sene yüzbinlerce müslimânı şehîd eden, yüzbin vatandaşını da, intihâra sevk eden, ingilizler gibi hâin, zâlim, vahşî bir devlet görülmemişdir.
İrlanda ise, İngilterenin başına belâ olmuşdur. Kendi kazdıkları hıyânet çukurlarına, kendilerinin düşdüğü günleri inşâallah hep berâber göreceğiz.
Kitâbımızın ikinci kısmını, mübârek ismi ile bereketlenmek için, İngilizler hakkında, efrâdını câmi’, ağyârını mâni’ en güzel ta’rîfi yapmış olan, Seyyid Abdülhakîm Arvâsînin “rahmetullahi aleyh” şu sözleriyle bitiriyoruz:
(İslâmın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslâmiyyeti bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslimânlar da, bunlara düşman olur. Fekat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Bu ağaca hizmet eder. Besler. Müslimânlar da, onu sever. Fekat, gece kimse anlamadan köküne zehr sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir dahâ süremez. Vah vah çok üzüldüm, diyerek müslimânları aldatır. İngilizin, İslâma böyle zehr salması demek, para, mevkı’ ve kadın gibi, nefsânî arzûlar karşılığında satın aldığı yerli münâfıkların, soysuzların elleri ile, İslâm âlimlerini, İslâm kitâblarını, bilgilerini ortadan kaldırmasıdır.)...(devamı için)
dipnot
[1] Birinci Şâh-ı âlem bin Âlemgîr 1124 [m. 1712] de vefât etdi.
*****************************************
Diğer bölümler:
Diğer bölümler:
*****************************************
Post A Comment:
0 comments: