İskilipli Atıf Hoca
FERT çerçevesinde ilk din mazlumluğunu,İnkılâp tarihine göz atar atmaz, İskilipli Atıf Hocada görüyoruz. Bu muazzam sehit, hiçbir alâkası bulunmayan sapka tepkisinin ruhu farz edilmek veya bu mevzuda seriat ölçüsünü temsil edici sahsiyet kabul edilmek gibi bir anlayısa kurban gitmistir.
Dâvamız kanun ve hükümete herhangi bir isyan tavrı almadıkları halde mazlumlastırılan masumlar olduğu için, Atıf Hocayı, iste bu soydan bir zulmün bas kurbanlarından biri olarak, esasen zaman sırasına göre de icap ettiği gibi, basa alıyoruz.
Atıf Hocanın hayatı bastan basa macera ve çile doludur. Temsil ettiği parlak dinî sahsiyet her devrin din (alerji)si belirten hareketlerini Atıf Hocaya yönelttiği için ilk tutuklanısı Mesrutiyetin basında ve Mahmut Sevket Pasa suikastının süpheliler kadrosu içindedir.
İttihatçılara, hususiyle «Donanma Cemiyeti» faaliyetleri bakımından büyük yardımları dokunan ve bu is için «Nazar-ı Seriatte Kuvve-i Bahriye ve Derriye» isimli bir eser kaleme alan Atıf Hoca «Zâlime yardım edene Allah aynı zâlimi musallat eder» mealindeki hadîs gereğince aynı itti hatçıların zulmüne uğramıs ve Komite kendisini Mahmut Sevket Pasanın Öldürülmesi üzerine harman ettiği din adamları arasında «Eser-i Cedid» isimli bir vapura bindirerek Sinop Kalesine sürmüstür.
Oradan Çorum'a, arkasından Boğazlıyan'a ve pesinden Sungurlu'ya sürgün ve derken:
— Affedersiniz; bir yanlıslık oldu! Hitabiyle serbest bırakılıs...
Bir de üstelik teselli mükâfatı: Atıf Hoca, iptidaî Dahil Medresesi Umum Müdürü...
Medreseyi kısa zamanda öyle ıslah ediyor ki, ismi her tarafa yayılıyor ve hem madde, hem de mâna cepheleriyle örnek medresenin ne demek olduğu görülüyor.
Ecnebiler bile bu örnek medresenin manzarasına hayran... Bir gün Amerikan elçiliğinden bir grup Atıf Hocayı ziyarete geliyor, ona Đslâmiyet hakkında sualler yöneltiyor ve ayrılırken ihtiramların en taskınını gösteriyor. Gruptan yaslı bir Amerikalı Atıf Hocaya söyle hitap ediyor:
— Keske genç olsaydım da talebeniz sıfatiyle yanınızda kalsaydım. Sizden feyz alsaydım...
Dünyaca meshur bir İtalyan müstesriki de Seyhülislâmlık kapısına bas vurarak bazı suallerine cevap istiyor. Onu Atıf Hocaya gönderiyorlar. Atıf Hocayla saatlerce görüsüp ilmine hayran kalan müstesrikin sözleri:
— Ben Arap ve Hind illerini gezdim ve bir çok din âlimiyle görüstüm. Hiçbiri beni sizin kadar doyuramadı. Yıllardır fikrimi harmanlayan en karısık ve girift meseleleri siz çözdünüz. Her tarafa yayılan söhretinizin ne kadar haklı olduğunu simdi anlıyorum.
Atıf Hoca, İslâm âleminin her tarafından mektuplar alıyor, birçok dergide çıkan yazıları ve bazı risaleleriyle Fas'tan Hindistan'a kadar adını ulastırmıs bulunuyordu. Hattâ Fransa'da müstesriklerin yayınladığı bir dergi, kendisinden yüksek bir telif ücreti karsılığında Đslâmiyete ait yazılar istemisti.
Bazı ecnebi idareler altında bulunan Đslâm toplulukları, Türkiye’ye heyetler göndererek Atıf Hocayı ziyaret ettirirler ve basta medreseler bulunmak üzere girisilecek ıslah hareketlerini Atıf Hocadan öğrenmek isterlerdi.
Atıf Hocadan faydalanmak isteyen İslâm âleminin basında Kırım vardı. Atıf Hocaya belki makamların en üstünü olan üç ayaklı sehpanın hazırlanmakta olduğu günlerde Kırım Müslümanlarının reisi Đstanbul'a gelmis, Atıf Hocayı Kırım'a davet etmis ve kendisine Evkaf Nezaretiyle beraber Kırım'daki bütün dinî müesseselerin ıslahı isini sunmustu.
Fakat Atıf Hoca, bu teklife, benzerlerine verdiği cevapla mukabele etmisti:
— Vatanımdan ayrılamam! İslâmî kalkınma dâvasının is merkezi Türkiye'dir. Baska bir yer olamaz!
Atıf Hoca, yalnız ezberleme bir ilimle değil, o ilmin tefekkür hassası ve en ince hikmetleriyle de doluydu. Yani gerçek ve derin mümin...
Hoca, bir aksam Yıldız Sarayında Vahidüddin'in iftar sofrasında... Tam bir Avrupalı edasiyle yemek yiyor ve çatal - bıçağını bir diplomat itinasiyle kullanıyor. Beyaz sarık altında bu zarafet edası Sultanın gözünden kaçmadı:
— Sizi tebrik ederim Hoca Efendi Hazretleri; çatal-bıçak kullanmaktaki zarif ve hâkim edanızı pek beğendim. Halbuki çatal - bıçakla yemek yemeyi günah sayanlar bile var...
Hoca, güzel yüzünü parıldatan bir tebessümle cevap
verdi:
— Hayır, Sevketmaab; bu isde hiç bir günah yoktur! Peygamber Efendimiz, çatalın prensibini ortaya koyan ucu tırtıllı bir dal parcasiyle de yemek yedikleri gibi, kendilerinden sonra icat edilen temizlik vasıtaları ve faydalı âletlerin kullanılmasında da hiçbir dinî engel düsünülemez!
Bundan sonra Atıf Hoca, bazı yeniliklere karsı «bid'at» iddiasiyle karsı duranların halini ve «bid'at» sınırlarının ince noktalarını izah ediyor ve bütün iftar sofrasını kusatanlarla beraber Padisahın hayranlığını kazanıyor. Kendisine, ayrılırken bir hediye vermek isteyen Hünkâra da, esine azrastlanır bir faziletin su sözleriyle karsılık veriyor:
— Kulunuzu ihsan almaya alıstırmamanızı niyaz ederim, Efendimiz! Padisah büsbütün hayran...
Atıf Hocada, maddî menfaat tiksintisi ve hediye kabul etmemek prensibi o kadar köklesmisti ki, bir gün evine, karısının iyi baklava yaptığı ifadesiyle bir tepsi getiren eski ve emektar bir odacısının masum ricasını da reddetmis; ve ertesi günü, adamın kalbini almak arzusiyle söyle demisti:
— Hediyeni kabul edemediğim için beni affet evlâdım! Öyle bir meslek ve dâva üzerindeyim ki, maddî menfaatin miskal kadarına bile tahammül edemez.
Atıf Hoca, aynı zamanda İslâmî ruhun büyük hamle ve hareket (aksiyon) mizacına da sahip...
«Teali-i islâm : İslâmın Yükselisi» isimli bir cemiyet kurmus ve Đzmir'in Yunanlılarca isgalinde ilk protesto sesi bu dernekten yükselmistir.
Atıf Hoca, bu derneğin kurucusu ve reisi sıfatiyle, yanına o devrin din âlimlerinden bir heyet alarak, isgal altındaki Đstanbul'da bulunan Đtilâf kuvvetleri mümessillerine gidiyor. Yunanlıların İzmir'i isgal etmelerini siddetle protesto ediyor ve istilâcıların çehrelerini hayret ve dehset çizgileriyle dolduran su sözleri söylüyor:
Kötü politika yüzünden zebun düsmüs bir milletin zaafını bu dereceye kadar istismar etmek, hiçbir din ve insaf ölçüsüne sığdırılamaz! Gayeniz, Türk milletinin sahsında Đslam’a darbe vurmaksa bunu açıkça bildiriniz ki, biz de ona göre basımızın çaresine bakalım.
ESERLERİ:
Japonya Büyük Elçisi Baron Usida, Đstanbul'a ayak basar basmaz, ilk is olarak, resmî ziyaretlerinin pesinden, söhreti Japonya'ya kadar erisen Atıf Hocayı ziyaret etmis, onunla basbasa saatler geçirmis, ayrılırken de söyle demisti:
— Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı Đslâmiyet bütün Doğuyu, bu arada da Japonya’yı fethederdi.
İste bu tesir ve mânanın sahibi Atıf Hoca, din yolundaki gayretlerinin fikir zemini olarak «Atıf Efendi Kütüphanesi» ismiyle bir yayın çerçevesi kurmus ve su eserleri kaleme alıp nesretmisti:
Mir'at-ül-lslâm (İslâmın Aynası)
İslâm Yolu
İslâm Çığın
Din-i Islâmda Müskirat
Nazar-ı Seriatte Kuvay-ı Berrüye ve Bahriye ;
Tesettür-ü Ser'î (Ser'î Örtünme)
Muayyene-tüt-Talebe (Öğrenci Ölçüleri)
Medeniyet-i Ser'iye (Seriat Terakkileri)
Ve bu 8 eserden sonra, kendisini darağacına göndermekte âmil olan veya kendisi gibi bir adamın yasatılmaması fikrini ilham eden meshur eseri:
« FRENK MUKALLiTLiĞi»
Cumhuriyetin birinci yılını tamamlamaya doğru gittiği bir zamanda (1340 -1924) ve henüz Islâmi ölçüler hor görülmeye baslamamısken, hususiyle Sapka Kanunundan mevsimlerce evvel çıkan bu eser, sahsiyet ve asliyet müdafaacısı ve Đslâm ruhuna tam uygun bir fikir yapısı arzeder ve sahibini
mimletmekten ve ilk fırsatta yok etmek fırsatını asılamaktan baska bir suç belirtmez. Zira Atıf Hoca, herhangi ezberci bir seriat adamı değil,, din öfke ve hamlesine sahip, som bir sahsiyettir ve böylelerinin yasatılması, girisilecek bazı isler bakımından çok korkulu...
TEVKİF EDİLİŞ
Sene 1926... Sonbahar... İskilipli Atıf Hocanın, Aksaray'da, Lâleli'de, Fethibey caddesinde 14 numaralı evi...
Hoca, ikinci kattaki odasında sedire oturmus, Aksam namazının ezanını bekliyor. Birden yakındaki camiin minaresinden yanık bir ses... Hoca, ezanı, içinden kelimesi kelimesine tekrar ettikten sonra kıbleye dönüyor ve tekbir getirerek namaza giriyor.
Tam o anda bir zil sesi... Kapı çalınmakta... Atıf Hocanın haremi Zahide Hanım kapıda... Dısarıya sesleniyor:
— Kim o?
— Atıf Hocayı görmek istiyoruz!
— Hoca namazda...
— Siz kapıyı açın da... Bekleriz...
Kadın kapıyı açıyor. Kılık ve edaları süphe verici üç adam... Sivil oldukları halde aynı meslekten olduklarını ihtar eden, üniformaya benzer bir üslûp birliği içindeler... Baslarında, yeni kabul edilmis bulunan Sapka Kanunumuzun tatbikatına ait (fötr) biçimindeki örnekler...
Meçhul insanlar içeriye girip taslıkta beklemeye baslıyorlar. Zahide Hanım, kadınlara mahsus bir sezisle bu adamlardan tevakkuf halinde...
— Ne istiyorsunuz Hocadan? Arzunuz nedir?
Biri, gayet kapalı ve sinsi bir tavır ve tonla cevap veriyor:
— Görüseceğiz... Kendisiyle görülecek bir isimiz var!.
Zahide Hanım yukarıya çıkıp selâm vaziyetinde bulduğu kocasına vaziyeti haber veriyor:
— Asağıda meymenetsiz suratlı birkaç adam sizi görmek istiyor. Hallerini beğenmedim.
Atıf Hoca, gayet vekarlı, asağıya inerken en büyük telâsa, Melâhat isimli,biricik kızında sahit oluyor.
Gelenleri gören genç kız fevkalâde ürkmüs, babasına kosmaktadır:
— Baba, kim bunlar? Ne istiyorlar?
— Sakin olun! Heyecana kapılmanın mânası yok... Ben de bilmiyorum gelenleri... Simdi göreceğim... Ama kaç gündür etrafımda dolanan hafiye kılıklı insanlara bakılırsa her halde polis...
Atıf Hoca, gayet metin asağıya inip gelenlerle karsılasıyor:
— Selâmün aleyküm...
— Aleyküm-üs-selâm...
— Ne istiyorsunuz?
— Evi arıyacağız!
— Siz polis misiniz?
---- Evet, Birinci Sube memurlarından.
— Bu hususta resmî bir vesikaya, mahkeme kararına malik misiniz?
__Hayır; fakat aldığımız emir böyle!.
__ Emir kâfi değil... Kanunî selâhiyetinizi tesbit edici bir vesika lâzım... Ama buyurun», hakkımı aramıyorum, her tarafı arayabilirsiniz!
Memurlar üst kata çıkarak Atıf Hocanın kütüphanesine giriyorlar. Hoca, kendilerini, rahat is görmeleri için yalnız bırakıyor ve yatak odasına çekiliyor. Memurlar, girdikleri kütüphane odasında tavana kadar yükselen kitap raflarına atılıyor ve tek tek kitapları elden geçirmeye baslıyorlar. Yazı
masasının da üstün ve gözleri en küçük kâğıt parçasına kadar eleniyor ve zavallı din adamının yıllardır en titiz emekle nizamladığı oda, yangın yerine döndürülüyor.
Manzarayı kapı aralığından takip eden kızı Melâhat, birdenbire yere düsüp bayılıyor. Atıf Hoca bir taraftan kızını ayıltmaya çalısırken, öbür taraftan da haremine, misafirlere kahve pisirmesini tembihlemeyi ihmal etmiyor.
Zahide Hanım nefretle haykırıyor :
— Aman efendi, evimizi basanlara bir de kahve mi ikram edeceğiz?
Atıf Hocanın cevabı:
— Ziyanı yok hanım, onlar da insan ve müslüman... Ne yapsınlar, emir kulu onlar...
Kahveler pisirilip getiriliyor, Atıf Hoca onları memurlara eliyle ikram ediyor.
Evin aranması gecenin geç vaktine kadar sürdü. bittikten sonra polis ekibinin sefi Hocaya söyle hitap etti:
— İsimiz bitti Hoca Efendi, alacaklarımızı aldık. Simdi is sizi Müdüriyete götürmeye kaldı!
Haremi ve kızı birer çığlık sesi çıkarırken Hocada çarpıcı bir vekar ve tevekkül:
— Buraya kadar mı emir aldınız?
— Evet, Hocam!
— Elinizde, tabiî bir tevkif müzekkeresi de yok!..
— Dedik ya, emir böyle... Hem biz sizi tevkif etmiyoruz ki... Bes dakika için Müdüriyete kadar gelip birkaç tesbitten sonra evinize döneceksiniz!
— Öyle olsun, diyor Hoca; kapınıza kadar da gidelim. Buyurun!..
Hoca, basına sarıklı fesini ve sırtına latasını geçirirken, kadınlar hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır.
Melâhat, babasına sarılmıs, haykırmakta:
— Baba beni kimlere bırakıp da gidiyorsun?
— Seni Allaha emanet ediyorum.. Allahın kaderine bas eğmeyi biliriz!
Atıf Hocanın darağacında sehid olusundan bir müddet sonra bütün bu tevkif tablosunu çizen Melâhat Hanım :
— Babamı, diyor; iste bu son görüsümdü.
Atıf Hocayı Müdüriyette bir hücreye tıkıyorlar. Penceresi tepeden avlu tarafına açılan los ve pis bir oda... İçinde (banko) dedikleri tahta bir sıradan baska esya yok...
Memurlar :
— Simdi çağırılırsın! isin biter, evine dönersin! Diyerek Atıf Hocayı diri diri toprağagömmüslerdir.
Ne soran, ne arayan, ne de hesaba çeken... Fakat Atıf Hocayı en çok üzen sey, bütün bunlar değil de, namazlarını kaybetmemek kaygısı... O gece yatsıyı kaçırmamak için abdest almak üzere kapısını vurup izin almak istediği halde kendisine ses veren olmuyor. Sabah namazı için de aynı sey... Bu Çin iskencesine benzer vaziyet karsısında Hocanın çektiği acıyı hayal edebilmek lâzım...
Ne evinde suç belirtici bir sey bulunabilmis ne de suçunun ne olduğuna dair bir itham karsısında kalmıstır.
Sabahleyin Zahide Hanım Müdüriyette:
— Kocamı görmek istiyorum!
— Hayır, diyorlar; göremezsin.. Hiç kimseyle temas edemez! Yasak!..
Bu manzara karsısında içi burkulan bir polis memura dayanamıyor ve Zahide Hanıma:
— Bir dakika, hanım, diyor; ben gidip Hocayla görüseyim, bir isteği veya diyeceği olup olmadığını size haber vereyim!
Memur gidip geliyor:
— Cevabı su: İyiyim, merak etmesinden, Allaha bağlansınlar! Bana yalnız bir yatak göndersinler! Baska bir ihtiyacım yok!..
Kadıncağız kosa kosa evine gidiyor; iman renkli ve İslâm kokulu, bembeyaz ve misk gibi çarsaflarla kaim bir silte çekip, Müdüriyete getiriyor ve polis âmirine yalvarıyor:
— Yanınızda bir dakika, bir dakikacık, görmeme izin vermez misiniz bizim efendiyi?
— Hayır, diyorlar; göremezsiniz!
Zahide hanım, melûl melûl Lâlelideki evine dönüyor.
Kızıyla ağlasırken, dertlesirken hiç beklenmedik bir anda çalınan kapı... Kapıda, aynı kasıktan çıkmıs un helvaları gibi öbürlerini andıran, sivil polis kılıklı biri:
— Ben Birinci Subedenim! Hoca Efendiye büyük saygı ve sevgim var... Bütün eserlerini okudum ve bazı derslerinde bulundum. Telâs ve ıstırabınızı tahmin ettiğim için sizi teselliye geldim. Hiç merak etmeyiniz! Müdüriyete getirilen evrak ve kitaplar arasında sorumluluğu gerektirir bir sey bulunamadı. Pek yakında serbest bırakılması lâzım...
Fakat Hoca, Müdüriyetteki los hücresinde, yere serilmis dantelâlı ve islemeli yatağına oturmus, doğup battığını göremediği günesleri sayıklamakta ve günler geçtiği halde bir türlü hesaba çekilmemekte, müdafaasını yapabileceği bir itham ile karsılasmamakta... Sadece eskıya elinde bir rehine gibi, bekletilmekte...
Günün birinde Zahide Hanımın kulaklarına, erimis kursun gibi dolan bir haber:
— Hocayı Trabzon'a gönderiyorlar!
Zahide Hanım basına örtüsünü çekip Müdüriyete kosuyor ve Birinci Sube Müdürünün karsısına dikiliyor:
— Hocayı Trabzon'a gönderiyorlarmıs... Öyle mi?
Müdür, kasları çatık bağırıyor;
— Kimden aldın bu haberi? Hemen söylemezsen evine dönemezsin!
Zahide Hanım, daha sert haykırıyor:
— Kimden aldımsa aldım! Bana bu haberi filân memur verdi mi diyeyim? Böyle bir sey olmus olsa bile isim verebilir miyim?.. Halbuki yok böyle bir memur!. Ben kocam hakkında bilgi istiyorum sizden... Hakkımı istiyorum! Bildirmeye mecbursunuz! Siz müslüman değil misiniz? Nedir, su Moskof gâvuruna yapılamıyacak seyleri, müslüman bir din adamına reva görmeniz?
Kadın öylesine çıkısıyor ve tepiniyor ki, müdür sasırıyor ve hiçbir mukabelede bulunamıyor, sadece öfkesi basına vuran bu kadını basından savmayı düsünüyor:
— Çekil, hanım, karsımdan ve evine git! Neticeyi tevekkülle bekle! Biz de emir kullarından baskası değiliz!
Aynı gün Zahide Hanımın kapısında, içi tam bir iman ve merhamet atesiyle kaynayan memur:
— Hanım, hemen basını ört ve fırla! Hocayı Galata’dan kalkacak olan vapura götürüyorlar.. Belki yolda yakalarsın!.
Deli gibi fırlayan Zahide Hanım, Köprü üstünde kocasını yakalıyor. İki polis arasında, ancak kaatillere mahsus bir emniyet tertibatı içinde Galata rıhtımına doğru götürülmektedir.
Zahide Hanım kocasının üzerine atılıyor:
— Efendi, efendi!
Polisler Zahide Hanımı siddetle iterek kocasiyle konusmasına engel oluyorlar. Arkadan gelen üçüncü bir-memur, kadıncağızı yaka - paça sürüklemeye baslıyor. Kadın, kaplan gibi atılıp kocasına mendil içinde bir sey uzatıyor:
— Para!
Ve ancak bunu söyleyebiliyor.
Kadını, manzaraya dehsetle gözünü diken bir halk yığını içinden sürükleyip uzaklastırıyorlar.
Atıf Hocayı, Trabzon yerine Giresun'a götürdüler. Kendisini hesaba çekecek İstiklâl Mahkemesi oradaymıs.. Bu Mahkeme karsısında Atıf Hoca, hâkim eliyle yontulmus, nurânî bir masumiyet heykeli seklinde boy gösterdi. Mahkeme, Atıf Hocayı suçlandırıcı hiçbir vesika, delil, isaret hattâ sahadet bulunmadığını tesbit ve Hocayı İstanbul’a iade etti.
Öyle ki, Mahkeme âzasından biri su açık beyanda bulunmaktan kendisini alamadı:
«— Alim ve fazıl bir din adamını türlü eziyetlere sokup bos yere buraya kadar göndermisler-!..Ortada itham sebebi olabilecek hiçbir sey yok!..»
Atıf Hoca, İstiklâl Mahkemesi heyetiyle aynı vapurda İstanbul’a gönderildi. Fakat evine gönderileceği yerde Polis Müdüriyetine teslim edilmek sartiyle...
-Atıf Hoca, yine Müdüriyetteki mahut hücresinde...
Bu defa, kontrolden geçirilerek, evine bir mektup yazmasını kabul ediyorlar.
İste, kelimesi kelimesine mektup :
«Bugün Karadeniz vapuru ile İstanbula getirildim. İstiklâl Mahkemesi heyeti de bizimle beraber İstanbul'a geldi. Giresunda vukua gelen bir hâdisede kitap dolayısıyla beni alâkadar zannettiler. Bilâhare alâkam olmadığı tebeyyün eyledi. Orada olan sû-i zandan halâs oldum. İnsaallah burada da halâs olurum da yakında kavusuruz Bizim talebeden Hamdi Efendi vasıtasile size bir sepet elma gönderdi. Lehülhamd sıhhat ve afiyet yerindedir. İnsaallah cümleniz de iyisinizdir. Tabiî Polis Müdüriyetine sevkolunduk. Orada yoklarsınız. Kızım Melâhat merak etmesin, mektebe devam ve isine dikkat etsin! Semih oğlan ne yapıyor. Yaramazlık ediyor mu? Mektebine devam etsin, dersini güzel güzel okusun! İnsaallah yakında gelip o'nu dinleyeceğim. Baki sıhhat ve selâmetinizi temenni eylerim.»
Atıf Hocanın, mektubunda, «Giresunda vukua gelen bir hâdise» diye isaret ettiği, suçlandırılmasında esas tutulan bahane sudur :
Giresunda —belki de bir tertip eseri olarak— garip ve muvazenesiz bir adam, sokak ortasında avaz avaz haykırarak sapka giymeyeceğini ilân ediyor. Polisler adamı yakalıyorlar ve suale çekiyorlar :
__ Niçin giyemezmisin sapkayı?
Adam, herhalde tertip icabı, rolünü su cevabı vererek oynuyor:
__ İstanbulda, yüksek din âlimlerinden Aiıf Hocayla mektuplastım. Kendisi, bana cevap olarak, seriatın sapka giyilmesine müsaade etmediğini ve bu fiilin din gözüyle küfür olduğu cevabını verdi. Ben de bunun üzerine sapka giymemeye karar verdim!
Hâdisenin bir tertip eseri olduğu suradan belli ki, kimse bu garip ve muvazenesiz adama:
— Sapka giymemeye karar verdinse bu kararını sokaklarda ve halk arasında bağırmak lüzumunu neden duydun ve nereden aldın? Bunu da sana Atıf Hoca mı telkin etti? Diye sormuyor.
İstiklâl Mahkemesinin bilgisi dısında politikanın tertibi olan bu is, İstanbuldan baslatıp İstanbul'a intikal ettiriliyor; ve iste din vecdi içinde, hain ve hasis dalavereleri görmesine imkânı olmayan masum Hoca, sırf FRENK MUKALLİTLİĞİ eserinin sahibi olduğu için, en âdi bir tertiple, vak'a
mahalli Giresunda Đstiklâl Mahkemesi karsısına çıkarılıyor. Fakat Mahkeme, tertiplerin bu kadar âdisine kıymet vermiyor, mahut garip ve muvazenesiz insan Atıf Hocanın kendisine yazdığını iddia ettiği mektubu çıkarıp gösteremiyor, mektubu kaybettiğini söylüyor, Atıf Hoca da hâkimlere :
— Ben bu adamın yüzünü rüyamda bile görmedim ve kimseden böyle bir mektup almadım!
Deyince, hakikat, anadan doğma bir çıplaklıkla meydana çıkıyor.
Ortada, kala kala «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli kitap kalıyor ki, bu mücerret ilmî eser de, sapka kanunundan çok önce nesredildiği ve hiç de böyle bir tesebbüsü tahmin yoliyle kaleme alınmadığı için herhangi bir suç teskil etmekten uzak bulunuyor.
Öyleyse, İstiklâl Mahkemesinin kendisini takip dısı bırakmasına rağmen nedir Atıf Hocanın üzerinde hiç gevsemeyen siyasî baskı... Sudur ki, Atıf Hoca, herhangi bir fiiliyle suçlu değil, zatiyle, imâniyle, din asabiyetiyle, İslâmî sahsiyetiyle suçludur ve bunların suç olduğu iddia edilemeyeceğine göre mutlaka kanunca yasaklanmıs bir fiil bahane edilerek ortadan kaldırılmalıdır. Bu isi de, ilk verildiği Mahkeme yerine getiremediği, o derecede kara bir vicdan tasımadığı için simdi bir baskasına, birincinin yapamadığını yerine getirebilecek ikinci bir organa bas vurmak gerekiyor.
Öyle oldu, Atıf Hoca, Ankarada adalet tevziiyle mesgul olan en korkunç İstiklâl Mahkemesine,
«Kel Ali» namiyle maruf Ali Çetinkaya’nın baskanlık ettiği Mahkemeye sevkedildi.
Kocasından aldığı mektup üzerine doğru Müdüriyete kosan Zahide Hanıma verilen cevap :
— Hoca, bir saat kadar evvel Müdüriyetten çıkarılarak, Ankara'ya gönderilmistir.Kadıncağız derhal Haydarpasaya kosuyor, orada kocasını buluyor ve memurların merhametinden faydalanarak, tevkifinden beri ilk defa Atıf Hoca ile doya doya konusuyor ve iste Giresun Mahkemesine ait bütün tafsilâtı kocasından orada alıyor.
Derken düdük sesleri ve dönen tekerlekler... Atıf Hoca, üçüncü mevki bir kompartımanın penceresinde, hüngür hüngür ağlayan esine diktiği gözleri yaslı, küçüle kü-çüle kaybolmaktadır.
Ankara onun için, üç ayaklı sehpanın arsasından baska bir yer değil...
Ankara istiklâl Mahkemesi Atıf Hocayla birlikte birçok hocanın muhakemesine hazırlanmaktadır.
Bunlar arasında Usaklı Hoca Süleyman, Usak İmam - Hatip Mektebi Müdürü Antepli Salih Efendi, Bozkırlı Ahmed ve Sul-taniyeli Durmus Hocalarla Dağıstanlı Seyh Serefüddin ve arkadaslarıvardır.
Bunların hepsi sapka dâvasına muhalefetten ve Rize, Erzurum, Giresun, Sivas ve sair yerlerdeki taskınlıkları körüklemekten sanık...
Bilhassa Usak İmam - Hatip Mektebi Müdürü Antepli Salih Hoca, en fazla sıkıstırılanlardan...
Aralarında sapka hadiseleriyle hiçbir alâkası olmadığı hâlde ithamın merkezi yerinde tek sahsiyet yine Atıf Hoca...
Mahkeme Reisi Antepli Salih Hocaya soruyor :
— İskilipli Atıf Hocayı tanıyor musunuz? Kendisiyle herhangi bir münasebetiniz oldu mu?
Salih Hoca cevap veriyor :
— İskilipli Atıf Hocayı öteden beri tanırım. Kendisine bâzı ticarî esya da göndermistim. İstanbul'a her gidisimde kendisini ziyaret etmek mutadımdı.
Mahkeme Reisi, su gayet manâlı nokta üzerinde duruyor :
— Eserlerini okudunuz ve yayılmalarına çalıstınız mı? Salih Hoca, gayet safdil ve samimî, mukabele ediyor:
— Evet, geçen yılın Subat ayında, bana, «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinden 60 nüsha göndermisti. Bunları satamadım. Ramazanda İstanbul'a geldiğim zaman da, kendisini Hakkakler deki kitapçı dükkânında gördüm.
Baskan, bu ifade karsısında her suçu «FRENK MUKALLİTLİĞİ» eserinde görürcesine Salih Hocayı sıkıstırıyor ve bu kitaptan kendisine hangi tarihte gönderilmis;olduğunu soruyor. Salih Hoca, günü gününe hatırlayama-yacağı cevabını verince de dayatıyor :
— Ayını olsun, hatırlayınız!
Kitabın gönderildiği yıl ve ay malûm olunca, Baskan iç niyetini ağzından kaçırıyor :
— Tamam! İste o sırada bahriyelilerin serpuslarında, sapkaya doğru bir hareket olarak küçük bir «siper-i sems» (Günese siper olacak çıkıntı) kabul edilmisti.
İyi ama, sapka kanununa arada bir hayli zaman mesafesi olduğu düsünülmüyor; böylece, sapka aleyhindeki bir fikrin kanundan önceki intisarı bile suç sayılmıs oluyor.
Hukukî vaziyet ve netice :
Atıf Hoca, kanundan sonra sapka aleyhinde hiçbir tavır almamıs ve fikir sarfetmemistir.
Atıf Hoca, sapka hâdiselerinden hiçbiriyle alâkalanmamıs ve bu ise karısan fertlerin hiçbiri üzerinde telkinde bulunmamıstır.
Kanaatini yalınız vicdanında saklamıs ve bu kanaatin sapka kanunundan çok önce eserini yazmıs bulunduğu için idam edilmesi gerekmistir.
Bu sebepledir kî, sapka hâdiselerine katılanlara, kendi öz fiillerinden evvel, Atıf Hoca'mn eserini okumus olup olmadıkları sorulmaktadır. Sanki hâdiseyi topyekûn körükleyen yalınız bu eserdir ve o yazılmıs olmasaydı hiçbir hâdise çıkmayacak olduğunda süphe yoktur.
Aynı tarihte, İstanbul'da, Besinci Asliye Ceza Mahkemesinde bir durusma cereyan ediyordu :
İstanbul'da Evkaf Umum Müdürlüğü «Kuyud-u Vakfiye» Müdürü Đzzeddin Bey isimli biri, sapkaya sövüp saydığı için savcılıkça hâkim huzuruna çıkarılmıs ve kendisine bu sapka nefretini kimden aldığı sorulmamıstı. Halbuki İstiklâl Mahkemesi için böyle değildi: Onca, sapka aleyhtarı hareket, din duygusundan değil, Atıf Hoca'nın eserinden geliyordu.
İste yalınız bu maksatladır ki, İstiklâl Mahkemesi, sapka isyanına karısanları Atıf Hoca etrafında halkala-mak istedi ve aynen su kararı verdi ve isyancılara söyle hitap etti:
Harekâtınızın, Erzurum, Giresun, Rize, Sivas isyanlarında âmil olan İstanbul'daki Atıf Hoca ve hempalarının meselesiyle alâkadarlığına vâkıf olan heyet dâvanızın onlarla birlikte bir kül olarak rüyetine karar verdi.»
Atıf Hoca'nın «hempaları» dedikleri sahıslar arasında, sırf dinî hüviyetlerinden sanık olarak meshur ilim adamı «Tahir'ül - Mevlevi» ve daha birkaç kisi bulunuyordu.
Bu muhakemeler arasında Maras isyanı da ayrı bir yer tutuyordu. Maraslı maznunlardan eski Maras Mebusu Hasip Efendi, Reisin :
— Niçin sapka giymedin ve giymiyorsun? Sualine su cevabı vermisti:
— Maras malûm, bastanbasa MÜSLÜMAN diyarıdır. Lâzım olduğu kadar sapka getirilmemis olduğundan ben de basıma giyecek sapka bulamamıstım. Bundan dolayı da buraya gelinceye kadar basım açık gezdim. Bunun suç olduğunu bilmiyordum. Hiçbir kanunda da esasen «Bası açık gezmek yasaktır ve cürümdür» diye bir kayıt ve madde yoktur!»
Maras sapka isyanı muhakemesinin öbür sanıkları da aynı seyi söylemisler, kanunun nesri zamanında Maras'ta ve hiçbir dükkânda sapka bulunmadığını ve bu yüzden basaçık gezdiklerini bildirmisler ve bunun suç sayılmayacağını ileriye sürmüslerdir.
Bu arada Süleyman oğlu Mehmet isimli birinin, Maras isyan kafilesinin basına geçip, elinde bayrak:
— Sapka giymiyeceğiz!
Diye bağırdığı tespit ediliyor ve reis maznunlara soruyor :
— Ya buna ne dersiniz? Bu kafilede bulunanlar aynı suça istirak etmis demek değil midir?
Cevap :
— Olabilir efendim; takdirinize kalmıs bir is... Epey uzun süren Maras isyanı durusması sonunda 7 idam, 7 kisiye onbeser, 9 kisiye onar, 1 kisiye de 3 yıl hapis karan...
Ocak (1926) ayının 21 inci Persembe günü celsesinde Giresun sapka isyanı ve irtica hareketi durusmasına baslandı. Bu harekette alâkaları oldukları görülen Fatih Türbedarı Hacı Hasan, Konyalı Hoca Tahir, Dağıstanlı Fettah, Eğinli Mustafa, Yağlıkçı zade Hüseyin Efendiler de isin içinde...
Reis bunlara, hususiyle Yağlıkçı zade Hüseyin Efendiye sual yöneltiyor:
— İskilipli Atıf Hocayı tanır mısınız? Ve siz, Yağlıkçı zade, onun kitaplarından «Tesettür-i Nisvan : Kadınların Örtünmesi» adlı eserle «FRENK MUKALLİTLİĞİ» ni İsparta'ya gönderdinizmi?
— Hayır!
— Hayır!
Maras isyanı, bütün sebep ve müessirleriyle ortadadır ve bu bakımdan Atıf Hoca'nın telkin ve tahrikine bahane teskil etmeyecek kadar açık manâlıdır. Fakat umumî bakısla sapka isyanının ruhu bilinmekte devam eden Atıf Hoca, yer yer bütün durusmalarda, bazılarının ken-disininkiyle birlestirilmesi seklinde daima güdücü farze-dilmekte ve merkezî itham mevkiini muhafaza etmektedir.
Nihayet, Maras, Giresun ve Trabzon muhakemeleri pesinden, sıra Atıf Hocanmkine geliyor.
Atıf Hoca heyet önüne çıkarılmadan, aynı tarzda, fakat hafif bir ithama hedef tutularak hesaba çekilen ve aralarında Ömer Rıza (Doğrul) ve Dağıstanlı Seyyid Ta-hir gibi muharrirler de bulunan bir grup vardır. Bunlardan «Yeni Kafkasya» mecmuası sahibi Seyyid Tahir Efendi su ifadeyi veriyor :
— Anadolu, Kafkasya ve Asya Türklerini birbirine tanıtmak ve yaklastırmak için nesriyat yapıyorum. Hepimiz din kardesiyiz ve bu kardeslik merkezinde birlesmeliyiz. Benim dâva ve gayem bundan ibarettir. Sapka meselesinde herhangi menfi bir telkin ve rolüm olmamıstır.
Reis :
— İyi ama, diyor; siz vaktiyle İsviçre'de bulunduğunuz sıralarda sapka giymekte tereddüt etmemis bir insan olduğunuz halde, burada, sapka giymek istemediğiniz, üstelik basınıza sarık geçirdiğiniz söyleniyor. Ne dersiniz?
— Sarık, bellibaslı sekliyle sünnettir; ve sünnete uymayı istemek her Müslümanın hakkıdır.
«Tevhid-i Efkâr» Gazetesi muharrirlerinden Ömer Rıza (Doğrul) un ifadesi:
— 1890 yılında Kahire'de doğdum. Mısırlıyım ve Mısır tâbiiyetindeyim. Dinî ve içtimaî makaleler yazarım. Ömer Rıza'nm bu baslangıcı reis Ali Çetinkaya'yı fena halde sinirlendiriyor:
— Bu nasıl giris? Mısırlı olduğunuzu söyliyerek kendinize bir imtiyaz mı arıyorsunuz? Bu memlekette ecnebi rolü oynayarak bir hak sahibi olabileceğinizi mi sanıyor-nuz? Size, bu tavrı üzerinizden atmanızı ihtar ederim!
Ömer Rıza ezilip büzülüyor ve ağzından «estağfırul-lah, affedersiniz!» kelimelerinden baska bir sey çıkmıyor.
Ömer Rıza'nın bu tavrı o zamanın Halk Partili kalemlerine o kadar giran geliyor ki, Falih Rıfkı Atay «Hâki-miyet-i Milliye» gazetesinde baslıyor haykırmaya:
«— Türk milletine sapka giydiriyoruz diye tekmil memleketi al kana boyamak isteyen mürtecilerle beraber İstiklâl Mahkemesi iskemlesinde tesadüf ettiğimiz bu halis Müslüman, İngiltere devlet-i fehimesiyle müftehir bir Mısırlı gururiyle bakıyor. İste seriat kahramanlarının içyüzü. İki sene evvel Ankara düsmanları tarafından bulan-dırılan su duruldukça, vaktiyle görmediğimiz ne facialar meydana çıkacak, cübbelerini pasaport bohçasına çevirmis ne sarıklı ecnebilere tesadüf edeceğiz!»
1926 yılının 26 Ocak Salı günü, Atıf Hoca, ilk defa İstiklâl Mahkemesi huzurunda...
Baskanlık makamında Kel Ali... Ayrıca Kılıç Ali ve Necip Ali'le...
«Ali» isminin, mânada ve kelimede delâletine ters tarafından mazhar üçüzlü çete...
Dinleyici yerleri tıklım tıklım... Zira sapka isyanının ruhu kabul edilen insan muhakeme edileceği gibi, onunla beraber Tahir-ül-Mevlevî de hesaba çekilecektir.
Umumî efkârda kanaat su :
Bütün aramalara, taramalara rağmen Atıf Hoca üzerinde sapka isyaniyle alâkalı en küçük bir itham vesilesi bulunmadığına, en basit bir tesvik ve tahrik izine rastlanmadığına göre bereet kararı emindir.
Bu umumî efkâr bilmiyordu ki, Atıf Hocanın mahkûm edilmesi için, delil, vesika, itham unsuru diye bir seye ihtiyaç yoktur ve o mübarek adam, kendisiyle, hüviyetiyle ve sahsiyetiyle evvelden hükümlüdür.
Atıf Hoca, ısıklı çehresiyle, hâkim makamındaki tiplerin karsısında...
— Oturunuz! Oturdu.
— Sahit, kitapçı Abdülâziz!
Kitapçı Abdülâziz sahit parmaklığında:
— Ben siyasetle mesgul bir insan değilim. Kitap basmak ve satmakla geçinirim. Bastığım ve sattığım kitapların güttüğü gayelerle de hiçbir istirakim yoktur. Atıf Hocayı Bâbıâlide ve irfan muhitlerinde herkesin tanıdığı gibi ben de tanırım. Simdiye kadar nesrettiği risale ve kitapları, arzettiğim gibi, sırf meslekî alâkam dolayısiy-le sattım. Bahsedilen «FRENK MUKALLİTLİĞİ» kitabından da sattım. Kimlere sattığımı bilemem. Bir seneden fazla zaman geçmis bulunuyor. Yalnız su kadarını söyli-yebilirim ki, benden kitap satın alanlar münevver kisilerdir.
İkinci sahit, yine Bâbıâlinin meshur kitapçılarından Mihran Efendidir:
— Atıf Hocayı sahsiyle tanımam. Fakat kitap yazan bir ölim olarak bilirim. Birçok eserini sattım. Bu arada, bahis mevzuu eserden de 25 adet sattığımı hatırlıyorum.
— Kimlere sattığınızı da hatırlıyor musunuz? Ermeni kitapçı gülümsedi:
— Nasıl hatırlayabilirim? Vapur bileti satan gise memuru kimlere bilet verdiğini hatırlayabilir mi?
— Ukalâlık etme! Dosdoğru cevap ver!
— Basüstüne efendim! Kitap sattığım 25 kisi arasında bence maruf hiç kimse yoktur.
— Kangi tarihte sattığınızı da bilmiyor musunuz?
— Kitabın yeni çıktığı zaman... Demek ki, iki yıl kadar önce... Bir kitap, çıktığı ilk anlarda satılır. Sonra satıs seyreklesir.
— Yani sapka kanunundan biraz evvel ve sonraki tarihlerde satmıs değilsiniz?
— Evet efendim!
— Çekilebilirsiniz! Tahir'ül-Mevlevî Efendi, ayağa kalkınız!
Tahir-ül-Mevlevî ayakta...
— Uğrastığınız is nedir?
— Darüssefaka mektebinde edebiyat muallimiyim. Đsim - gücüm okumak ve okutmaktır.
— Bağlı olduğunuz bir cemiyet var mıdır?
— Evvelce İttihat ve Terakki Cemiyetindeydim. Bir aralık «Teaali-i İslâm Cemiyeti»ne de girmistim. Simdi hiç birinden değilim. Arzettiğim gibi yalnız okumak ve okutmakla mesgulüm.
— «Tear.li-i lsîâm*'Cemiyeti»nden niçin ayrıldınız?
— Bu cemiyete sâf mânada dine hizmet etmek, İslâmiyete inkisaf vermek için ilmî bir gaye uğrunda girmistim. Adının da delâlet ettiği gibi, Cemiyetin gayesi de esasen buydu. Fakat bir müddet sonra bazı cemiyet mensupları hedefi bulandırdılar. Yalnız yola saparak ilmî gayeden uzaklastılar. Cemiyeti siyasete âlet etmek temayülüne düstüler. Bunun üzerine, Cemiyetin gidisini ilmî gayeme' uygun görmediğim için çekilmek zorunda kaldım.
Pesinden, mukadder sual:
— Atıf Hocayı elbette tanırsınız! Nasıl tanırsınız? Tahir-ül-Mevlevî tereddütsüz cevap verdi:
— Alim ve fazıl bir hoca olarak tanırım. Vatanına bağlı birçok münevver yetistirmis, kanaatlerinde celâdet sahibi bir insan... Atıf Hoca geçen Kurban Bayramı bana sokakta tesadüf etmis ve Seyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin «Kuva-yı Milliye» aleyhinde bir beyanname hazırlattığını ve bunu bütün din âlimlerine imzalatmak üzere gezdirmekte olduğunu söylemisti.
O zaman doğru Seyhülislâmlık dairesine giderek Mustafa Sabri Efendiyi görmüstük. Bu harekete siddetle itiraz etmis ve demistik ki: «Nasıl olur, vatan müdafaası yolundaki bir harekete din temsilciliği makamı nasıl böyle bir mukabelede bulunabilir? Hem, dinî kisvenin siyaset kılığına bürünmesi nasıl caiz olabilir? Bu isten vaz geçin ve siyasetten elinizi çekin!» 20 bin nüsha basılıp dağıtılan bu beyannameyi imzadan, ben ve Atıf Hoca kaçındık ve ona siddetle karsı koyduk.
Bunun üzerine beni Zirar.t Nezaretindeki vazifemden attılar. Su arzettiğim keyfiyet beni ve Atıf Hocayı izah eder kanaatindeyim.
Reis ihtar etti:
— Bu hikâyeleri geçelim! Siz, Atıf Hocanın «FRENK MUKALLİTLİĞλ eserinden dağıttınız ve sattınız mı?
— Evet, eserin intisarında 5 nüsha sattım.
— Bu kadar yeter! Oturunuz!
Reis Atıf Hocayı ayağa kaldırdı.
— Sıra sizde...
Atıf Hoca, sakin ve mütevekkil, İstiklâl Mahkemesi üyelerinin nazarları karsısında... Hep kendi mihveri etrafında gidip gelen bu dolambaçlı yollardan sonra sıra kendisindedir.
İlk sual:
— Bu zamana kadar baska bir mevkufiyetiniz oldu mu?
— Evet! Otuzbir Mart hâdisesinde, aynen böyle, sebepsiz olarak tevkif edildim ve bir hafta kadar
tutuklu kalmıstım. Ondan sonra da Mahmut Sevket Pasa vakasından ötürü Sinop'a sürüldüm.Sebebini hâlâ bilemediğim bu sürgün de birbuçuk yıl devam etti.
— Nasıl olur da sebebini bilmezsiniz?
— Bildirmezlerse nasıl bileyim? Sorduğum halde doyurucu bir cevap alamadım.
Ancak, sonunda«affedersiniz, bir hatadır oldu!» dediler ve beni bıraktılar.
Demek ki, sebep hatadan ibaretmis!
Reis, Atıf Hocaya, onu kemirmek isteyen gözlerle baktı:
— Ne zamandan beri siyasetle uğrasıyorsunuz?
Atıf Hocanın dudaklarında mahzun bir tebessüm:
— Hiç bir zaman siyasetle uğrasmadım. Kitaplarım arasında bile bu mevzuda tek eser yoktur.
Bütün hayatımı dinî ilim ve irfana bağlamıs bulunuyorum.
— Ya teskil ettiğiniz cemiyetler?
— Onlar da ilmî cemiyetlerdir. Yalnız bir defa siyasete benzer bir harekette bulundum ama, o da vatan kaygı-siyledir ve günlük politikanın üstündedir. Yunanlıların İzmir'i isgali üzerine bir beyanname hazırlayarak, îstan-bulda, İtilâf Devletleri mümessillerine vermis ve bu senî tecavüzü protesto etmistik. Eğer bu hareketimize siyasetle uğrasmak denebilirse, iste tek vakam bundan ibarettir.
— Kurduğunuz cemiyetlerden de bahsediniz!
«Cemiyet-i Müderrisin» i kurdum. isminden de anlasılacağı gibi, müderrislerimizin haklarınıkorumak için...
Aynı zamanda muhtaç talebelere yardımcı ve faydalı olmak için... Böyle bir cemiyetin siyasetle en küçük bir alâkası olamaz. Arzettiğim gibi, ben, ilim adamıyım; siyasete, bir kusun balığa yabancı olduğu kadar uzağım. Ne bu zamana kadar siyasete yanastım, ne de bundan sonra yanasabilirim.
Reis, karanlık gözleriyle Atıf Hocanın saffet dolu yüzüne tükürdü:
— Boyuna siyasetle uğrasmadığınızı söylüyorsunuz ama, sizin ondan baska isiniz olmadığını iddia edenler var..
Atıf Hoca mırıldandı:
— Olabilir! Bir seyin söylenmesi baska, yapılıp yapılmadığı baska... Benim hayatım meydanda... İsimin gücümün siyaset olduğunu söyleyenler, nerede, ne zaman, nasıl ve ne sekilde siyaset yaptığımı göstersinler!..
— Bu hususta en büyük delil «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinizdir. Bu eseri ne zaman ve hangi gayeye hizmet etmek için yazdınız?
— Senelerce evvel ve mücerret bir gaye uğrunda yazdım.. Sahsiyet sahibi olma gayesi... Yoksa su veya bu hükümet tesebbüsüne karsı durma fikriyle değil... Taklitçiliğin her türlüsü kötüdür.
İste karsınızda Japonya misali!.. Garbın bütün terakkilerini elde ettikten sonra sahsiyete ve millî an'aneye sadık kalmanın örneği... Japonlar, Asyalı bir topluluk adına, Avrupanm bütün ilmini, fennini, usulünü, sistemini devsirdikten ve benimsedikten sonra kendi öz ruhuna sımsıkı bağlı kalmanın daima ibret dersini verecektir. Benim de o eserde güttüğüm gaye, «hikmet müminin kaybolmus malıdır, nerede bulsa alır» mealindeki hadis gereğince, Avrupayı, iyi ve faydalı taraflarından ve bünyemizde eriterek, hazmederek benimsemek... Fakat ruh cevherimizi asla fesada uğratmadan bütün bunları kendi sahsiyet vahidimiz üzerine ekleyerek yapmak ve âdi mukallit seviyesine düsmemek... İste bu gayeyi güden, mücerret fikirlerden ibaret olan ve asla müsahhas ve siyasî bir meseleyi hedef tutmayan eserimi, daha evvel kaleme aldığım halde, ancak 1340 (1924) yılında bastırabildim.
— Eseri bastırmadan evvel kimseye gösterdiniz mi?
— Bu suale bilhassa «evet!» demek isterim. Hem de suna buna değil, resmî makamlara gösterdim. Eserden 8 nüsha kopya ettim ve bunlardan ikiser nüshasını İstanbul Maarif Müdürlüğüyle Matbuat Umum Müdürlüğüne gönderdim. Okudular, tetkik ettiler ve sonunda beni tebrike kadar vardılar «Hoca efendi, çok nazik ve mühim bir mevzuata el atmıssın, emeklerin kutlu olsun, seni takdir ve tebrik ederiz!» dediler. Usul icabı olarak da eserin resmî nesir müsaadesini verdiler.
Reis saskın :
— Demek böyle oldu?
— Aynen böyle oldu! Alâkalı makamlardan sorulabilir. Resmî ruhsat "tezkeresi dosyamda mevcuttur. Takdim etmistim.
Reis durakladı, düsündü ve homurdandı:
— Sapka Kanunundan sonra bu kitaptan sattınız mı?
— Asla!.. Kararname ve kanun çıktıktan sonra kitaptan tek nüsha bile satılmamıstır. Ama ondan evvel alıp okumus olan birçok insan bulunabilir.
— Bu kitabın Sapka Đnkılâbına karsı bir cereyan doğurduğu, inkılâba aykırı duygu ve düsünceler asıladığı iskilipli Atıf hoca ve kötü tesirler bıraktığı iddiasına ne dersiniz?
Atıf Hoca doğruldu:
— Yanlıstır derim! Sapka İnkılâbı bu eseri hos görmeyebilir, sevimsiz, hattâ tehlikeli bulabilir;fakat kendisine karsı yazılmıs bir eser olmadığı için onu suçlandıramaz!
Atıf Hoca bir an daldıktan sonra dudaklarını kıpırdattı:
— Bu eser intisar ettiği zaman bir gazete aleyhinde bazı yazılar yazmıs, bana hakaret etmisti. Ben de bu gazeteyi mahkemeye vermistim. Aleyhimdeki yazıların hedefi, eserimin zararlı ve zehirleyici olduğuydu. Mahkeme heyeti kitabın zararlı olmadığını, hakaretin ise vâki olduğunu kabul ederek gazeteyi nakdî cezaya çarptırdı. Bu karar da dosyamdadır. Lüzum görülürse mahkemeden sorulabilir.
Reis :
— «Son Telgraf» gazetesi, değil mi?
Atıf Hoca :
— Evet efendim!
Sapka aleyhtarlığını yasaklayıcı kanundan evvel yazılmıs ve yayınlanmıs, nesrine hükümetçe tebrik edilerek izin verilmis, üstelik zararsızlığı adalet cihazlarından birince resmen doğrulanmıs bir eserin ne sekilde suçlan-dırılabileceği bütün bir mesele... Mahkeme heyeti saskın ve ne yapacağı üzerinde apısıp kalmıs vaziyette... Mutlaka beraat ettirilmesi gereken adamı «mutlaka» kaydiyle nasıl ölüme mahkûm edebilecek?
Atıf Hocanın müdafaası o kadar keskin ve siyasîdir ki, artık onu mahkûm edebilmek için:
— Halis dindar olmak kabahati yüzünden asılacaksın? Demekten baska çare yoktur.
26 Ocak Salı günü tek celsede bu hale gelen ve bir çıkmaza giren muhakeme, ondan sonraki safhalarda, hep Atıf Hocaya suç tedariki için zorlamalarla geçti. Aynı tesvik ve telkincilik ithamiyle mevkuf bulunanlar, genis bir halka seklinde Hocayla yüzlestirdiler ve artık tekrar-lana tekrariana bayatlayan mahut sual karsısında kaldılar:
— «FRENK MUKALLİTLİĞλ kitabından kaç tane sattınız? Kanundan sonra da sattınız mı?Bu kitabı yaymakla hangi gayeye hizmet suurunu takip ettiniz?
Cevap, evvelce de verilenlerin aynı:
— Üçer beser sattık. Kanundan sonra tek nüsha bile satmadık ve hiçbir tavsiyede bulunmadık.Gayemiz, yasaklanmamıs olan bir mevzuda İslâm hüküm ve sahsiyet ölçüsünü göstermekti,suçumuz yoktur.
Atıf Hoca söz istedi:
— Reis Beyefendi. Müsaade buyurursanız Mahkemenin isini kolaylastıran ve bir itiraf halinde cürmümü tesbit edeyim!
Reis Kel Ali, bir türlü tutamadığı avın öz ayaklariyle yanına geldiğini gören bir canavar nesesiyle atıldı:
— Söyleyiniz! *'
— Ben, hamdolsun, müslümanım! Biricik gayem de İslâmm hakikatlerini yaymaktır. Bu, eğer bir suçsa, sabittir. Eserim bu gayeyi güder. Bu da sabittir. Fakat Sapka Kanunundan evvel yazılmıs ve ondan sonra asla ortada görünmemistir. Bu da sabit... Sapka isyanını körükleyenlerle en küçük alâka ve münasebetim olmadığı da sabit... Eğer bütün bu «sabit» ler arasında beni mahkûm edebilecek bir nokta varsa Mahkemeniz hüküm vermekte serbesttir. Fakat ille suç aramaya kalkısmak, tecelli eden bedahetlere göre bosuna zahmettir.
Bu hitap, hak öfkesinde'n gelmesine ve en üstün perdeden hakkı temsil etmesine rağmen, Kel Ali'nin siskin yanakları üstünde müthis bir tokattı. Nitekim Kel Ali bu tokatı en ağır bir tesir halinde hissetti ve belki de ağırlığı yüzünden, hiddet yerine yılan gibi ıslık çalarcasına, su sinsi mukabelede bulundu:
— Bırakın da, hakkınızdaki hükmü biz takdir edelim! Muhakeme, bu tarzda epey sürdü.
Son ara kararlardan biri:
— Müddei-yi Umumînin esas hakkında iddiasını okuması için, muhakeme 2 Subat 1926 Salı gününe bırakılmıstır,
Ve sonra sanıklara hitap :
— Siz de o güne kadar müdafaalarınızı hazırlarsınız!
Sanıklar veya pesin mahkûmlar, (Malatya dâvası münasebetiyle benim de gördüğüm ve âh-ü-zâr süngerine dönmüs kara dâvaları arasında cinnet terleri döktüğüm) Ankara hapishanesinde nabızlarını sayarak 2 Subat'ı bek-leye dursunlar; Mahkeme üyelerinden Kılıç Ali Bey İstanbul'da zevk ve sefadadır ve gazetecilere su beyanatta bulunmaktadır:
«— Atıf Hoca ve arkadaslarının muhakemeleri bitmis gibidir. Pek yakında iddia ve müdafaalar dinlenecek ve karar bildirilecektir. Edilen muhakemeler sonunda vardığımız kanaat sudur ki, son irtica hareketleriyle Đstanbul'un hiçbir alâkası olmamıstır. Esasen mahkemenin İstanbul'da bulunduğu zaman yapılan tahkikat da bu neticeyi vermis ve ondan sonraki muhakemeler aynı seyi teyid etmistir.»
Bu beyanat bir mahkeme üyesine yakısmayacak soydan siyasî bir ağız ve bu arada «ihsas-ı rey», yani kararı evvelden hissettirme tavrı belirtse de Atıf Hoca'nm suçsuz olduğuna dair açık bir vicdan fotoğrafından baska bir sey değildi. Atıf Hoca Đstanbul'da bulunduğuna ve İstanbul'u temsil ettiğine göre, masumiyetinin Kılıç Ali ağ-ziyle tasdiki ortadaydı
.
Subat'ın 2 nci günündeyiz. Mahkeme salonu «iğne atılsa yere düsmez» tasvirinden bir numune...
Bütün merak İstiklâl Mahkemesi Müddei-yi Umumîsinin ne diyeceğinde... Herkes bilir ki Müddeiyi Umumî davacı mevkiinde olduğuna göre en mübalâğalı cezalan isteyebilir. Mah-Tceme bu istekle kayıtlı olmadığı ve tarafsız bulunduğu için hemen her defa istenilenden azmi, hiç olmazsa iste-«nilenin aynım verir; fakat fazlasını verdiği, hele İhtilâl Mahkemeleri gibi fevkalâde mahkemelerde görülmüs seylerden değildir. Bu bakımdan halk, Müddei-yi Umumînin isteyeceğine göre iskontosunu yapmak üzere taraf tutma makamının iddiasını merakla beklemektedir.
Müddei-yi Umumî Necip Ali, ayağa kalktı, elinde koca bir tomar, son iddianamesini ağır ağır okumaya basladı. Bastan basa zan, süphe, indî tefsir ve hayal üzerine kurulu ve hiçbir noktasında hüccet ve delile istinat etmeyen bir sürü ve bir seri vehim...
Vardığı netice aynen su:
«— Sapka ve bu yüzden meydana gelen hâdiselerin âmilleri olmakla maznun bulunan eshastan (sahıslardan) Babaeski sabık müftüsü Ali Rıza Hocanın idamına, İskilipli Atıf, Süleyman, Fettah,Tahir, Mes'ut, saatçi Süleyman, Erzurumlulardan Osman, Mehmed, Telgraf Müdürü Halid, Yusuf
Kenan Hoca ve efendilerin de üçer seneden az olmamak üzere hapis ve küreğe konulmalarına,Hasan «oğlu Samih, Aras Sirketi Müdürü Cafer İsmail, Sabuncuzade Mustafa ve Zühtü ile Tahir-ül Mevlevî Hocaların nefyine, Tevhid-i Efkâr muharrirlerinden Ömer Rıza'nm hudut haricine tardına, Gostuvar'lı Hüseyin, berber Mustafa, Ispartalı Hüseyin ve kardesi ile kitapçı Mihran ile İhsan Mahfi efendilerin de beraatlarına karar verilmesini talep ederim.»
Müddei-yi Umumî Necip Ali'nin bu ceza isteği, dinleyicileri büyük bir hayret ve inkisara uğrattı.Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi hakkında istenen idam cezası hiçbir esasa dayanmadığı gibi, Atıf Hoca ve arkadaslarının üçer yıl hapse mahkûmiyetlerinin talebi de, açık masumiyetleri önünde zalimce bir istekti.
Fakat teselli su noktada toplanıyordu:
— îddia makamı Atıf Hocaya, en zalim tarafından nihayet 3 yıl hapsi lâyık gördüğüne ve fevkalâde mahkemelerde müddei-yi umumînin talebinden üstün ceza verilmesi görülmemis seylerden olduğuna göre her halde kurtulus emindir.
Mahkeme Reisi maznunlara hitap etti :
— Yarın müdafaalarınız ve son sözleriniz dinlenecektir. Hazırlanınız!
Maznunlar, basları önlerinde, çeneleri göğüslerine mıhlı, hapishaneyi boyladılar. Herbiri arkalarından kilitlenen demir kapılardan geçtiler ve hücrelerine dağıldılar.
Atıf Hocayla Tahir'ül - Mevlevi konusuyorlar...
Tahir'ül - Mevlevi, bir mumdan daha az ısık veren,, paslı ve lekeli bir ampul altında Atıf Hocaya diyor ki:
— Siz, Efendi Hazretleri, artık kurtuldunuz demektir. Müddei-yi umumînin talebine göre size nihayet basit bir hapis cezasından baska bir sey veremezler. Birkaç aydır mevkuf bulunduğunuz için o da mevkufiyetinize sayılır ve halâs olursunuz.
— Allah bilir!
—Evet; fakat Allah bildiğini göstermektedir. Bizim sürgün cezamıza gelince, zerre miktarı kıymeti yok... Zaten vatanın her yeri bize sürgün... Bu kadar hafifiyle kurtulduğumuza bin sükür...
— Fakat henüz karar çıkmadı.
— Çıkmıs sayabiliriz.
Yatsı namazından sonra Atıf Hoca yatağına oturdu ve müdafaasını yazmaya basladı. Arkadası da aynı isle mesgul... Bir aralık, günlerdir uykusuz, sabahlara kadar namaz ve niyazla vakit geçiren Atıf Hoca hafifçe daldı. Giyimli olduğu halde, bası tas duvarda, ellerinde yarım kalmıs müdafaası, gözleri yumulu, kendinden geçti. Arkadası Tahir'ül-Mevlevî bu manzaraya bakarak mırıldandı:
— Zavallı, âlim ve fazıl, büyük bir adam! Bu muydu ilim ve faziletinin mükâfatı?
Bu tasvir ve sizlerin roman üslûp ve hayaliyle hiçbir alâkası yoktur. En yalçın (realite) vakıa...
Bana bu manzarayı çizen ve sözleri anlatan, 1932 yılında, Sahaflarda, Raif Karadeniz'in kitapçı dükkânında, bizzat Tahir'ül -Mevlevi'dir.
KERAMET
Atıf Hocanın uykusu uzun sürüyor. Tahir Hoca müdafaasını yazmakta devam ederken Atıf Hoca birdenbire gözlerini açıyor. Yüzünde, harikulade derin ve ince bir tebessüm...
Tahir'ül - Mevlevi'nin gözleri hayretle ve alabildiğine açık... Sanki 24 saat içine sığacak büyük kerameti simdiden sezmistir :
— Ne o, Hocam, çabucak uyanıverdin? Atıf Hoca gayet sakin :
— Uykudan murad hasıl oldu!
— Yâni, beklediğim rüyayı gördüm!
— Yâni?
Tahir'ül - Mevlevi hasyet ve dehsetle ürperiyor :
— Ne gördün?
Atıf Hoca yatağında doğrulmus ve müdafaasını karaladığı kâğıtları elinde büzmüstür :
— Kâinatın Fahrini gördüm. Bana «Yanıma gelmek , dururken ne diye müdafaa karalamakla uğrasıyorsun?» dedi.
Tahir'ül - Mevlevi kendinden geçmis gibidir :
— Ne diyorsun?
— Beni idam edecekler! Allahın sevgilisine kavusacağım!
— Rüyanın sadık olduğuna hiç süphem yok... Allah Resulünün göründüğü rüyaya fesad karısamaz. Su var ki, müddei-yi umumînin 3 yıl hapis istediği bir dâvada idam kararı çıkmasına akıl erdirmek imkânsız... Kafam islemi-yir!
— Göreceksin ki, beni asacaklar! Baska bir seye aklım ermez! Ferman en büyük kapıdan geliyor!
— Söyleyecek söz bulamıyorum!
— Doğru! Zaten söze ne lüzum var! Đste müdafaamı yırtıyorum!
— Yapmayın! Siz onu mahkemede okuyun da ne olursa olsun!
Atıf Hoca, nurlu yüzünde aynı tebessüm müdafaasını yırtıyor ve sonra bir kâğıdır içinde toplayıp kese içine alıyor ve cebine koyuyor.
Ertesi günü mahkeme salonu her zamankinden kalabalık... Hüküm günü... Gazeteciler,fotoğrafçılar, halk içinde dört dönmekte... Dinleyiciler birbirinin üstünde, yalnız kafalariyle görünüyor.
Mahkeme Reisinde tas gibi bir hâl ve hislerini gizlemek isteyen bir tavır :
— Müdafaalar baslasın!
Herkes, elinde bir kâğıt, uzun veya kısa müdafaasını, değisik tonlarla okuyadursun... Reis tas gibi...
Atıf Hoca, mütevekkil ve mahzun, sırasını beklemekte...
Bilmem ne kadar zaman geçti.
Reis elini Atıf Hocaya uzattı :
— Sıra sizde... Atıf Hoca kalktı.
Aynen :
«— Hacet yok efendim; müdafaayı mucip bir suçum olmadığı esasen tebeyyün etmistir.
Vicdanınızın vereceği hükme intizar ediyorum!
Reisin mukabelesi:
— Mahkemenin adaletinden emin olabilirsiniz! Oturunuz.
Reisin tavrında hafiflemis gibi bir hâl... Sanki Atıf Hoca müdafaasını yapacak olsa Reiste vicdanına mağlûb olma ihtimali varmıs gibi...
— Muhakeme bitmistir! Heyet kararlan tespit etmek üzere müzakereye çekiliyor!
Sabırsızlık son haddinde... Çıt yok... Sanki kalblerin çarpısı ve sükûtun rakkası isitiliyor. Bir saat geçti. Heyet, karanlık dolu gözlerle gelip yerini aldı.
Reis elindeki kâğıdı zabıt kâtibine uzattı:
— Kararı okuyunuz!!
Bir sürü lâftan sonra birdenbire çınlayan cümle :
— BABAESKİ MÜFTÜSÜ ALİ RIZA İLE MÜDERRİSLERDEN İSKİLİPLİ ATIF'IN İDAMINA...
Bütün salon, jandarmalar, polisler, mübasirler, hattâ masalar ve sıralar bile donmustu.
Artık kararların gerisini dinleyen yok...
Öbür maznunlardan büyük bir kısım, beser, onar yıla mahkûm: TAHÎR'ÜL - MEVLEVİ ile ÖMER RIZA hakkında ise BERAET...
Atıf Hocada hiçbir saskınlık alâmeti mevcut değil... Gayet sakin ve adetâ vecd içinde... Rüyada gördüğü Allah Resulünün mucizesi gerçeklesmistir.
Bu mucizenin kendisine ait keramet payı ise essiz bir nimet ve tükenmez bir hazine...
Atıf Hoca, ancak yanındaki Tahir'ül - Mevlevi'nin duyabileceği bir sesle fısıldıyor.
Aynen :
«— Zalim ve kaatillerle elbette Mahser gününde hesaplasacağız!»
İstiklâl Mahkemesi Reisi Kel Ali'nin yüksek perdeden sesi :
— Kararların infazı için mahkûmları çıkarınız!
Sakırdayan kelepçeler ve herhangi bir söz söylememeleri için itile kakıla dısarıya çıkarılan mazlumlar...
Subat (1926) ayının 3 üncü Çarsamba gününü 4 Subat Persembeye bağlayan gece...
Atıf Hoca, idamlıklara mahsus hücrede... Üstü tas, allı tas, dört yanı tas... Taslar ağlıyor; simsiyah bir rutu-t>et gözyasiyle ağlıyor.
Demir kapının tepesinde parmaklıklı bir pencerecik-ien baska hiçbir menfez yok... Duvarda,gerekince prangaya vurulacaklara ait kocaman bir halka ve ona bağlı uzunca bir zincir.. Bir de tenesirvârî tahta bir kerevet...
Atıf Hoca, bu, kuzudan daha müdafaasız mazlum, prangaya vurulmamıstır. Bu kadarına ihtiyaç görülmemis... Kerevetin yanı basında da bir testi su ve bir somun ekmek... Ekmeğin hiçbir lüzumu yok; fakat su, abdest almak için son derece lâzım... Nitekim Atıf Hoca hücreye kapatıldıktan beri testinin suyu yarılanmıstır. Ekmek ise olduğu gibi duruyor.
Gece yarısı... Koridorda yanan küflü lâmbanın demir kapıdaki pencerecikten sızan ve ancak secde yerini gösterebilen ısığı... Hepsi o kadar...
Eğer o sırada bir gardiyan veya hapishane memuru pencerecikten baksaydı, göreceği manzarasuydu :
Kıbleye döndürülmüs kerevetin üstünde, sarıklı bir adam, ellerini yukarıya kaldırmıs dua etmektedir:
— «Allahım; senin ve Resulünün askından ve emirlerini müdafaa etmekten gayrı muradı olmayan kuluna rahmet nasip eyle!»
Atıf Hoca bu vaziyette saatler geçirdi. Sakalında elmastan daha parlak gözyası damlaları...
Bir aralık önünden geçen bir ayak sesine haykırdı :
— Oğlum!
Pencerecikte bir kafa :
— Ne istiyorsun, baba?
— Saati soracaktım! —Sabahın dördü..
— Demek bir saat sonra sabah namazını kılabilirim. Saatim yok! Bana haber verebilir misin?
— Bakalım...
Bu tafsilâtı da, o zamanlar Ankara Adlî Tabibi olan Fahri Ecevit'ten 1930'da aldım.
Atıf Hocaya sabah namazım haber veren olmuyor. Fakat saat 5 sularında ayak sesleri, birden, bir sürü insanın sökün ettiğini bildiriyor. Müddei-yi Umumî, Adlî Tabip, bir hâkim, jandarma bölük kumandanı, hapishane müdürü vesaire...
— Haydi, diyorlar, Atıf Hocaya; hakkındaki hüküm infaz edilecektir!
Atıf Hocanın ilk ve son sözü su iki cümle:
— Saat kaç?
— Besi çeyrek geçiyor!
— Sabah namazını kılmama izin verir misiniz? Ankara Hapishanesinin önündeki meydancıkta iki darağacı... Biri Atıf Hocaya, öbürü de Babaeski Müftüsüne ait...
Bir güvercin kadar korku hissi vermekten uzak Hocayı arkasından kelepçelememisler, lütuf ve merhamet (!) göstermislerdir.
Atıf Hoca sephanın altındaki alçak masanın üstünde...
Soruyorlar :
— Son sözün nedir?
Son söz olarak Hocanın söylediği, bir söz değil, imanın en mukaddes ölçüsü:Sehadet Kelimesi...
Atıf Hoca, hemen hiç debelenmeden ruhunu teslim «diyor. Sabahın henüz ilk çakıntılariyle delinmeye baslayan koyu karanlıkta mü'min gözler için, Atıf Hocanın alnım nurdan bir yazı ısıldatmaktadır: Sehadet Kelimesi:
Ertesi gün gazeteler hâdise hakkında âdeta ketumdurlar. İç sahifelerde, birkaç satırdan ibaret kupkuru bir haber :
«İRTİCA KİTAPLARI MÜELLİFİ OLUP İSTİKLÂL MAHKEMESİNCE İDAMA MAHKÛM OLAN İSKİLİPLİ ATIF HOCA ÎLE BABAESKĐ MÜFTÜSÜ ALİ RIZA HOCA HAKLARINDAKİ İDAM KARARI BU SABAH İNFAZ EDİLMİŞTİR.»
Dünya tarihinde bir ihtilâl mahkemesinin, daima bire on isteyen savcısına aykırı olarak, isteğe nisbetle bu kadar ağır ceza verdiği ilk defa görülüyor.
Atıf Hocayı tanıyanlarca teessür çok büyük oldu. Hiç kimse kendi öz evinin kaatil eliyle can veren ölüsüne bu kadar ağlayamaz! Bu kadar da kaatillere lanet edemez!
Büyük sehidin Lâlelideki evinde manzara :
İdam sabahı henüz eve gazete girmeden, Sakir Efendi isimli bir kitapçı kapıyı vuruyor ve Zahide Hanımla görüsmek istiyor. Zahide Hanım, yanında kızı Melâhat, kapıyı açıp da Sakir Efendiyi
karsısında görünce baygınlık geçiriyor.
Melâhat haykırıyor :
— Ne o, kara haber mi?
— Henüz hiçbir sey yok.. Gazetelerde birseyler okudum ama bir mâna çıkaramadım. Hemen hapishaneye cevaplı ve acele bir tel çekip tahkik edelim!
Biraz kendisine gelen Zahide Hanım o gece gördüğü rüyayı anlatıyor :
— Bahçemizde bir çam ağacı var... Hoca onu kızı Melâhatle beraber dikti, değil mi kızım?
— Evet. anne!
— İste o ağacın dibinde abdest alıyordu. Melâhat de ona su döküyordu. Abdestini tamamladıktan sonra doğruldu, bana döndü, «Ben artık gidiyorum, dedi. Sakın ardımdan ağlamayın, bana yedi Yâsîn okuyun!» Ben size yemin ederim ki, Hocayı astılar.
Zahide Hanım tekrar baygınlık geçirdi. Melâhat ise ayık, fakat ondan beter hâlde...
Sakir Efendi bes dakika için izin isteyip telgraf çekmek üzere dısarıya çıktı:
— Gelirken gazeteleri de getiririm!
Maksadı telgrafa cevap gelinceye kadar onları oyala rnak ve hazırlamak...
Telgrafı çekip hemen döndü. Melâhat atıldı :
— Nerede gazeteler?
— Postahâne yolunda bulamadım! Sizi de yalınız bırakamayacağım için hemen döndüm!
Bu defa bayılma sırası Melâhatte...
Sakir Efendi Zahide Hanıma gereken karsılığı verdi".
— Neredeyse cevap gelir. Her sözden nem kapmaya ne lüzum var!
Sakir Efendi aksama kadar Lâlelideki evden çıkma-"dı. Her kapı çalısında o açıyor ve gelenlere,habersiz görünmeleri için gerekli isaretleri veriyordu.
Aksam üstü kapı çalındı. Posta müvezzii:
— Telgraf!..
Sakir Efendi kosarak kapıyı açtı ve telgrafı yırtıp kelimelerini yutarcasma okudu.
Hapishane Müdürü, Atıf Hoca sanki tabiî eceliyle ölmüs gibi söyle diyordu :
«— HOCA ATIF VEFAT ETMİSTİR. CEVABEN BİLDİRİLİR.»
Necip Fazıl Kısakürek - Son Devrin Din Mazlumları -İskilipli Atıf Hoca
Post A Comment:
0 comments: