Articles by "İngiliz casusunun itirafları"
İngiliz casusunun itirafları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

SONSÖZ
Hulâsa, (Din) demek, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri ve yapılması lâzım olan ibâdetleri ve dünyâda ve âhiretde se’âdete kavuşmağı öğretmek için, Allahü teâlâ tarafından Peygamberlere bildirilen ahkâm demekdir. İnsanların, noksan aklları ile söyledikleri evhâm ve hayâllere din denmez. Akl, dînin emr ve yasaklarını anlamağa ve bunlara uymağa yarar. Emr ve yasaklardaki esrârı ve bunların hakîkatlerini, sebeblerini anlıyamaz. Bunların üzerinde fikr yürütemez. Bu hikmetler, Allahü teâlânın, Peygamberlere bildirmesi ile ve Evliyânın kalblerine ilhâm ve tecellî olunması ile öğrenilir. Bu da, ancak Allahü teâlâ tarafından ihsân olunur.

Şimdi, dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşmak ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için, müslimân olmak lâzımdır. Müslimân olmıyana (Kâfir) denir. (Müslimân olmak) için, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna (Îmân etmek) [inanmak] ve (İbâdet etmek) lâzımdır. İbâdet, bütün sözlerini ve işlerini Muhammed aleyhisselâmın dînine uydurmak demekdir. İbâdetleri hiçbir menfe’at düşünmiyerek, yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için, yapmak lâzımdır. (Ahkâm-ı islâmiyye), Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiş olan (ahkâm) [emrler ve yasaklar] demek olup, fıkh, ya’nî ilm-i hâl kitâblarından öğrenilir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi ya’nî her müslimânın yapması ve sakınması emr edilen ahkâmı, öğrenmek, erkeklere de, kadınlara da (Farz-ı ayn)dır. Bunlar, insânları, rûhî ve bedenî hastalıklardan muhâfaza eden devâlardır. Tıb, san’at, ticâret ve hukûk bilgilerini öğrenmek için, liselerde ve üniversitelerde, senelerce çalışıldığı gibi, (İlm-i hâl) kitâblarını ve arabî lisânını öğrenmek için de, senelerce çalışmak lâzımdır. Bunları öğrenmiyenler, ingiliz câsûslarının ve bunlara aldanmış ve satılmış olan din adamı şeklindeki münâfıkların ve zâlim, hâin devlet adamlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanarak, dünyâda ve âhiretde felâketlere, azâblara sürüklenirler.

(Kelime-i şehâdet)i söylemeğe ve inanmağa (Îmân) denir. Söyliyen ve ma’nâsını bilip inanan kimseye (Mü’min) denir. (Kelime-i şehâdet) (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh)dür. Ma’nâsı, (Allahdan başka ilah [ma’bûd] yokdur ve Muhammed aleyhisselâm, Onun kulu ve bütün insanlara gönderdiği resûlüdür). Ondan sonra hiç Peygamber gelmiyecekdir, demekdir. (Merâkıl-felâh) kitâbının Tahtâvî hâşiyesinde, kazâ nemâzları sonunda diyor ki, (Allahü teâlânın, yalnız var olduğuna inanmak kâfî değildir. Şerîki var diyen kâfirler de, var olduğuna inanıyor. Mü’min olmak için, hem var olduğuna, hem de, [bir, diri, kâdir, âlim, irâde sâhibi gibi] sıfatları olduğuna, herşeyi gördüğüne ve işitdiğine ve Ondan başka yaratıcı olmadığına da inanmak lâzımdır). Muhammed aleyhisselâmın, (Resûl=Peygamber) olduğuna inanmak demek, her sözünün, Allahü teâlâ tarafından Ona bildirilmiş olduğuna inanmakdır. Allahü teâlâ, (İslâmiyyet)i, ya’nî îmân ve amel bilgilerini Kur’ân-ı kerîm vâsıtası ile, Ona bildirdi. Yapmak için olan emrlere (Farz) denir. Yasaklara (Harâm) denir. İkisine birden (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Bir insan, müslimân olur olmaz, insanlar arasına yayılmış olan islâm bilgilerini öğrenmesi, ona hemen farz olur. Bunları öğrenmeğe ehemmiyyet vermezse, öğrenmeğe lüzûm yok derse, îmânı gider, (Kâfir) olur. Kâfir olarak ölen bir kimsenin, âhiretde hiç afv olunmıyacağı ve Cehennemde ebedî, sonsuz yanacağı âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde, açıkca bildirilmişdir. (Mektûbât Tercemesi) kitâbımızdaki 266. cı mektûbda da uzun yazılıdır. Îmânı gidene (Mürted) denir. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere, doğru olarak inananlara (Ehl-i sünnet) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, herşeyi açık olarak bildirmedi. Ba’zılarını kapalı olarak bildirdi. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanıp da, ba’zı yerlerine, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi ma’nâ vermiyenlere (Mezhebsiz) denir. Mezhebsizlerden, yalnız kapalı bildirilmiş olan îmân bilgilerine yanlış ma’nâlar verene (Bid’at ehli) veyâ (Sapık) müslimân denir. Açık bildirilmiş olanlara yanlış ma’nâ verene (Mülhid) denir. Mülhid, kendini müslimân bilir ise de, kâfirdir. Bid’at sâhibi kimse, kâfir değildir. Fekat, muhakkak Cehennemde çok azâb görecekdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin hak yolda olduklarını, üstünlüklerini bildiren kitâblar arasında, Sûdânlı, fazîletli Muhammed Süleymân efendinin (Mahzen-ül-fıkhil-kübrâ) kitâbı çok kıymetlidir. Müslimân olmadığı hâlde, müslimân görünerek, açık bildirilmiş olan bilgilere, kendi aklına, fen bilgilerine göre bozuk ma’nâlar vererek, müslimânları aldatan kâfirlere (Zındık) denir.

Ehl-i sünnet âlimleri, ahkâm-ı islâmiyyenin kapalı bildirilmiş olan kısmlarından, ba’zılarını, farklı anladılar. Böylece, amelde, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye uymakda, dört ayrı mezheb meydâna geldi. Bunlara, (Hanefî), (Mâlikî), (Şâfi’î) ve (Hanbelî) mezhebleri denir. Bu dört mezhebin îmânları aynıdır. İbâdet yapmakda biraz farklıdırlar. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Her müslimân, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklîd eder. Her işini, seçdiği mezhebe göre yapar. Müslimânların, dört mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Müslimânlara büyük merhametidir. Bir müslimân, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hâsıl olursa, başka bir mezhebi taklîd ederek, bu işi kolayca yapar. Başka mezhebi taklîd edebilmek için lâzım olan şartlar (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında yazılıdır.

İbâdetlerin en mühimmi nemâzdır. Nemâz kılanın, müslimân olduğu anlaşılır. Nemâz kılmıyanın, müslimân olduğu şübhelidir. Bir kimse, nemâza ehemmiyyet verir, fekat özrü olmadığı hâlde, tenbellikle terk ederse, Mâlikî, Şâfi’î ve Hanbelî mezheblerinde, mahkemece katl olunur. Hanefîde, nemâza başlayıncaya kadar habs olunur ve acele kazâ etmesi emr olunur. (Dürr-ül-müntekâ) ve (İbni Âbidîn)de ve Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği (Kitâb-üs-salât)da diyor ki, (Beş vakt nemâzı, özrsüz terk etmek ve vaktinde kılmamak, birbirinden ayrı iki büyük günâhdır. Terk etdiği için kazâ etmek, vaktinde kılmadığı için, hac veyâ tevbe etmek lâzımdır). Kazâ etmeyenin tevbesi zâten kabûl olmaz. Her gün, beş farz nemâzından evvel ve sonra kılınan (revâtib sünnetler) yerine de kazâ kılıp, büyük günâhdan kurtulmak lâzımdır. Farz borcu varken, hiçbir sünnetinin ve nâfile nemâzlarının, sahîh olsalar bile, kabûl olmıyacağı, ya’nî, Allahü teâlânın va’d etdiği sevâblara, fâideli şeylere kavuşamıyacağı, mu’teber kitâblarda yazılıdır. Bu yazılar, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbımızda bildirilmişdir. Nemâzı özr ile fevt etmek, kaçırmak, (günâh) olmaz ise de, kılamadığı farzları da, acele kazâ etmesi, dört mezhebde de lâzımdır. Ancak, Hanefîde, nafaka temîni için çalışacak zemân kadar ve revâtib sünnetleri ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiş olan nâfile nemâzları kılacak zemân kadar gecikdirmesi câiz olur. Ya’nî, kazâları, bu sebeblerle gecikdirmemesi, iyi olur. Özr ile fevt edilmiş farz borcu olanın, revâtib sünnetleri ve nâfileleri kılması, diğer üç mezhebde câiz değildir, harâmdır. Özr ile fevt edilmiş nemâzlar ile özrsüz terk edilmiş nemâzları birbiri ile karışdırmamalıdır. Aynı olmadıkları, (Dürr-ül-muhtâr)da ve (İbni Âbidîn)de ve (Dürr-ül-müntekâ)da ve (Merâkıl-felâh)ın Tahtâvî şerhinde ve (Cevhere)de açık yazılıdır.

[Köyde, yolda, nemâz kılmak için kıble cihetini bilmek lâzımdır. Bunun için, güneş gören bir toprağa bir çubuk dikilir. Yâhud bir ipin ucuna anahtar, taş gibi bir şey bağlanıp sarkıtılır. Takvîm yaprağında yazılı (Kıble sâati) vaktinde, çubuğun, ipin gölgesi kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin güneşe karşı tarafı kıble ciheti olur.]

13 Eylül 1996 günü İstanbulda çıkan (Türkiye) gazetesinde diyor ki:
Batılı islâm düşmanları yeri geldiğinde, kaba kuvvet ile, yeri geldiğinde çeşidli oyunlarla elde etdikleri islâm devletlerini, islâm milletlerini asrlarca sömürdüler. Bu ülkelerin, yer üstü, yer altı ne kadar servetleri varsa bunları alıp götürdüler. Ayrıca ma’nevî yönden hem dinlerini, hem de dillerini, örf ve âdetlerini kaybetdirdiler. Bu islâm düşmanı sömürgeci devletlerin başını İngiltere çekiyordu.

İngiliz sömürgelerinin en önemlisi, Hindistan idi. İngilizlere dünyâ hâkimiyetini te’mîn eden, onun, nihâyetsiz tabîî servetleridir. Sâdece birinci dünyâ harbinde, ingiltere bu ülkeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almışdır.

Bunların çoğunu Osmânlı Devletini parçalamak için kullanmışdır. Barış zemânında ise, İngilterenin muazzam sanâyı’ini yaşatan, ingiliz ekonomisini ve mâliyesini takviye eden Hindistandır.

Hindistanın diğer sömürgelerine nazâran çok önemli olmasının iki sebebi vardı: Birincisi, dünyâyı sömürmelerine en büyük mâni’ olarak gördükleri İslâmiyyetin Hindistanda yayılması ve burada müslimânların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistanın tabîî zenginlikleridir. Hindistanı elde tutabilmek için, Hindistan yolu üzerinde bulunan bütün İslâm ülkelerine saldırmış, fitne ve fesâd tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bütün tabîî zenginliklerini ve millî servetlerini hep kendi memleketine taşımışdır.

Osmânlı imperatorluğundaki hareketleri titizlikle tâkib etmek ve çeşidli siyâsî oyunlarla Osmânlıları Ruslarla harbe sokarak, Hindistana yardım elini uzatamıyacak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgâl etmek, ingiliz siyâsetinin esâsı idi.

İngilizler, Osmânlı-Rus harbi sırasında, Hindistanı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet i’lân etdiler. Meşhûr masonlardan Mithâd Pâşanın Osmânlı devletini harbe sokması, İslâmiyyete yapdığı zararların en büyüğü oldu. Sultân Abdül’azîz Hânın şehîd edilmesi de, İngilizlerin oyunu idi.

İngilizler, kendi yetişdirdikleri adamları Osmânlı devletinde önemli makâmlara getirmişlerdi. Bu devlet adamları, ismi Osmânlı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhûrlarından Mustafâ Reşîd Pâşa son sadra’zamlığında, altı günlük sadra’zam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hindistan müslimânlarına yapdığı büyük Delhî katliâmını tebrîk etdi. Dahâ önce de, Hindistandaki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslimânları basdırmak için, İngiltereden gelen yardımın Mısrdan geçirilmesi için Osmânlılardan izn istediler. Bu izn de, yine masonlar vâsıtası ile verildi.

Hindistanda İngilizler halkı dinden uzaklaşdırmak için İslâm dîninin temeli ve en bâriz vasfı olan bütün medrese ve çocuk mekteblerini kapatdılar. Halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehîd etdiler.
İngilizler, hâkim oldukları bütün İslâm memleketlerinde yapdıkları gibi, İslâm âlimlerini, İslâm kitâblarını, İslâm mekteblerini yok etdiler. Tam din câhili bir gençlik yetişdirdiler.

Sömürdükleri yerleri idâre edenlerin adları, Ahmed, Mehmed, Mustafâ, Alî gibi müslimân ismleri idi. Fekat İslâmiyyet ile ilgileri sâdece bu ism benzerliğinden ileri gitmiyordu. Bunların göstermelik parlamentoları olmuş, fekat hiçbir zemân bağımsız olmamışlar, hep ingilizlerin emri ile hareket etmişlerdir.
-Son-
(dipnot)
[1] Yûsüf Nebhânî, 1350 [m. 1932] de Beyrûtda vefât etdi.
[2] Rahmetullah Hindî, 1306 [m. 1889] da Mekkede vefât etdi.
[3] Mocheim Johann Lorenz Von, Alman protestan papazı ve târîhci. 1694 de Lübeckde doğdu. 1174 [m. 1755] de Göffindende öldü. En meşhûr eseri (Mukaddes İncîl târîhi)dir.
[4] Cîrum, Jerome Saint, İstanbulda üç sene kaldı. 382 de Romaya gitdi. Papanın sekreteri oldu. Kitâb-ı mukaddesi [İncîli] latinceye terceme etdi. 30 Eylülde yortusu yapılır. Yapdığı terceme kiliselerin resmî kitâbı oldu.


[5] Adam Clarke, 1179-1249 [m. 1760-1832] İrlandalı İncîl vâizi. Meşhûr eseri (Kitâb-ı Mukaddes tefsîri)dir.
[6] Ward William George, 1228-1300 [m. 1812-1882], meşhûr katolik İngiliz papaz. En meşhûr eseri, (Hıristiyan kilisesinin ideali)dir.
[7] (Îzâh-ul-merâm) kitâbını, Manastırlı Abdüllah Abdî bin Destân Mustafâ beğ yazmışdır. Kendisi, 1303 [m. 1885] de vefât etmişdir “rahmetullahi aleyh”. Kitâb, 1288 [m. 1871] de İstanbul Edirnekapı hâricinde, Mustafâ
pâşa tekkesi şeyhi Yahyâ efendi matbaasında tab’ edilmişdir.

Büyük âlim, seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” İstanbulda yazmış olduğu (Eshâb-ı kirâm) risâlesinde diyor ki, (Resûlullahın mübârek kızı hazret-i Fâtıma ile kıyâmete kadar, çocukları, Ehl-i beytdirler. Bunları, âsî olsalar da sevmek lâzımdır. Bunları sevmek, kalb ile, beden ile ve mal ile yardım, hurmet ve haklarına ri’âyet etmek, îmân ile ölmeğe sebeb olur. Sûriyenin Hamâ şehrinde, seyyidler için mahkeme vardı. Mısrdaki Abbâsî halîfeleri zemânında, Hasenin “radıyallahü teâlâ anh” evlâdlarına (Şerîf) ismi verilerek beyâz sarık sarmaları, Hüseynin “radıyallahü teâlâ anh” evlâdına (Seyyid) ismi verilerek, yeşil sarık sarmaları tensîb edildi. Bu mübârek sülâleden doğan mübârek çocuklar, iki şâhid ile, hâkim huzûrunda tescîl edilirdi. Sultân Abdülmecîd Hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında mason Reşîd Pâşa, ingilizlerin emri ile, bu mahkemeleri kaldırdı. Soysuz ve mezhebsiz olanlara da seyyid denildi. Uydurma acem seyyidleri her tarafa yayıldı. (Fetâvâ-i-hadîsiyye)de diyor ki, (İslâmiyyetin ilk zemânlarında, Ehl-i beytden olanların hepsine şerîf denilirdi. Meselâ, şerîf-i Abbâsî, şerîf-i Zeynelî denirdi. Fâtımî sultânları şî’î idi. Yalnız Hasen ve Hüseyn evlâdına şerîf dediler. Mısrdaki Türkmen sultânlarından Eşref Şa’bân bin Hüseyn 773 [m. 1371] senesinde, seyyidlerin şerîflerden ayrılmaları için, yeşil sarık sarmalarını emr eyledi. Bu âdetler her yere yayıldı ise de, şer’î bir değeri yokdur.) (Mir’ât-i kâinât)da ve (Mevâhib-i ledünniyye)nin türkçe tercemesinde ve Zerkânî şerhinde, yedinci maksadın üçüncü faslında, bu husûsda