Roman hikaye ve Tiyatrolarda yıllarca İslam ve Dindarlar aşağılandı ve kötülendi.
İslamcılar vatan haini,yobaz ve acımasız kimseler olarak tanıtıldı. Sarıklı, sakallı, cüppeli, şalvarlı, çarşaflı,peçeli müslümanlar hep pislik kimseler olarak tanıtılmaya çalışıldı.
İmamlar ve Alimler ise yobaz,üfürükcü ve Vatan haini.
Bunun bir örneği 1930 yılına ait bir gazetede yer alan haberde;
Bir İngiliz casusu olan Lavrens Bağdat'ta Hacı kılığına girmiş,Müslüman ismi olan Hacı Mehmet ismini almış.
Yaptığı iş üfürük ve muska ile hasta tedavi etmekte.
Sonuç:Hurafeci Hacı,üfürükcü Hoca.Araplar bize ihanet etti....
Necdli Muhammed ile çok samîmî olduğumuz bu günlerde, şî’îlerin en çok sevdiği, aynı zemânda onların ilm ve rûhâniyyet merkezi (Kerbelâ) ve (Necef) şehrlerine gitmek için Londradan emr geldi. Necdli Muhammed ile görüşmemize son vermeğe, Basradan ayrılmağa mecbûr oldum.
Fekat, bu câhil ve ahlâkı bozulan adamın, ileride yeni bir fırka kuracağına ve islâmiyyetin içerden yıkılmasına sebeb olacağına ve bu fırkanın bozuk inanclarını hâzırlamış olduğuma sevinerek, Basradan ayrıldım.
Sünnîlerin dördüncü, şî’îlerin ise, birinci halîfesi olan Alî Necefde defn edilmişdir. Necefe bir fersah, ya’nî yürüyerek bir sâat uzaklıkdaki (Kûfe) şehri, Alînin hilâfet merkezi idi. Alî öldürülünce, oğulları Hasen ve Hüseyn, onu Kûfenin hâricinde ve şu anda Necef denilen yerde defn etdiler. Sonra, Necef inkişâf etmeğe, Kûfe ise yıkılmağa başladı. Şî’î din adamları Necefde toplandı. Evler, çarşılar, medreseler yapıldı.
İstanbuldaki Halîfe, bunlara ihsânda bulunuyordu. Çünki:
1- Îrândaki şî’î hükûmet, Necefdeki şî’îleri destekliyordu. Halîfe, onların işlerine karışsaydı, her iki hükûmet arasındaki münâsebetler gerginleşir, hattâ harb dahî vâkı’ olabilirdi.
2- Necef havâlîsinde şî’îleri destekleyen bir çok silâhlı aşîret vardı. Silâhları ve teşkilâtları pek ehemmiyyetli olmamakla berâber, halîfe, o aşîretlerle harbe girebilirdi.
3-Necefdeki şî’îler, Hindistân, Afrika ve bütün dünyâdaki şî’îlerin merci’leri idi. Halîfe, bunlara dokunduğu zemân, bütün şî’îler galeyâna gelirdi.
Peygamberin torunu, ya’nî kızı Fâtımanın oğlu Hüseyn bin Alî, Kerbelâda şehîd edilmişdir. Irâk ehli, Hüseyni Medîneden kendilerine halîfe seçmek için çağırdılar. O ve âilesi Kerbelâ toprağına vardıklarında Irâk ehli caydılar. Şâmda oturan Emevî halîfesi Yezîd bin Muâviyenin emri ile, onu yakalamağa çıkdılar. Hüseyn, âilesi ile birlikde, Irâk ordusuna karşı ölünceye kadar, kahramanca muhârebe etdi. Irâk ordusu gâlib geldi. O günden sonra, şî’îler Kerbelâyı rûhânî bir merkez olarak kabûl etdiler ve her yerden gelip, orada toplanırlar ki, bizim hıristiyanlık dîninde onun bir benzeri yokdur.
Kerbelâ, şî’îlerin bir şehri olup içinde şî’a medreseleri vardır. O ve Necef, birbirini desteklerler. Bu iki şehre gitmek emrini alınca, Basradan Bağdâda, oradan da, Fırat nehrinin kenârında bulunan “Hulle” şehrine gitdim.
Dicle ve Fırat Türkiyeden gelip, Irâkı yararak Basra körfezine dökülürler. Irâkın zirâat ve refâhı, bu iki nehre borçludur.
Ben Londraya döndükden sonra, Müstemlekeler nâzırlığına gerekdiği zemân, Irâka teklîflerimizi kabûl etdirmek için, bu iki nehrin yataklarını değişdirecek bir plân yapmasını teklîf etdim. Zîrâ, su Irâkdan kesilince, bizim isteklerimizi kabûl etmeğe mecbûr olur.
Hulleden Necefe, Âzerbaycanlı bir tüccâr kıyâfetinde gitdim. Şî’î din adamlarıyla arkadaşlık ve samîmiyyet kurdum ve onları aldatmağa başladım. Onların ders halkalarına katıldım. Sünnîlerin çalışdıkları gibi, fen bilgilerine çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlâka mâlik olmadıklarını gördüm.
Meselâ:
1- Osmânlı hükûmetine son derece düşmandılar. Çünki, onlar şî’î, Türkler sünnî idi. Sünnîlere kâfir diyorlardı.
2- Şî’î âlimleri, tıpkı bizim duraklama devrindeki papazlarımız
gibi, kendilerini tamâmen dînî ilmlere vermiş, dünyevî ilmlerle çok az ilgileniyorlardı.
3- İslâmiyyetin hakîkatinden, ulviyyetinden ve fen ve teknikdeki terakkîlerden haberleri yokdu.
Kendi kendime dedim ki, şî’îler ne zevallı insanlardır. Bütün dünyâ uyanık iken, bunlar uyuyorlar. Bir gün gelecek bir sel gelip onları götürecek. Bir kaç kerre, onları halîfeye isyân etmek için teşvîk etdim. Beni maalesef dinleyen olmadı. Ba’zıları, bana gülüyordu. Sanki, onlara göre dünyâyı yıkın diyordum. Çünki onlar, Hilâfete zapt edilmesi mümkin olmayan bir kal’a gibi bakıyorlardı. Onlara göre, ancak beklenilen Mehdî geldiği zemân, Hilâfetden kurtulabilirlerdi.
Onlara göre, Mehdî, İslâm Peygamberinin soyundan gelen ve hicrî 255 senesinde gözlerden gayb olan, on ikinci imâmlarıdır. O, şimdi hayâtda imiş ve bir gün zuhûr edecek, zulm ve haksızlıkla dolan bu dünyâyı adâlet ile dolduracakmış.
Hayret ediyorum! Şî’îler nasıl olur da, bu hurâfelere inanırlar. Bu, biz hıristiyanların inandığı (Îsâ gelecek, dünyâyı adâlet ile dolduracak) hurâfesine benziyordu.
Bir gün onlardan birisine:
(İslâm Peygamberinin yapdığı gibi, sizin de zulmü önlemeniz farz değil mi?) dedim.
Cevâben dedi ki:
(Allah Ona yardım ediyordu. Bunun için zulmü önlemeği başardı).
Dedim ki, (Kur’ânda (Siz Allahın dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder)[1]) yazılıdır. Siz de şâhlarınızın zulmü karşısında kılıcınıza sarılırsanız, Allah size de yardım eder).
Cevâbı şuydu: (Sen bir tüccarsın, bunlar ise, ilmî mevzû’lardır, akl erdiremezsin).
Emîr-ül-mü’minîn Alînin türbesi çok tezyîn edilmiş. Güzel bir avlusu, altın kaplamalı büyük bir kubbesi ve iki büyük minâresi vardı. Her gün bu türbeyi çok sayıda şî’î ziyâret eder. Cemâ’at ile nemâz kılarlar. Ziyâretçilerin her biri, önce eşiğine eğilir, onu öper. Sonra, kabre selâm verirdi. Evvelâ, izn ister, sonra girerlerdi. Türbenin büyük bir avlusu ve bu avluda, din adamları ile ziyâretçiler için bir çok oda vardı.
Kerbelâda Alînin türbesine benzer, iki türbe vardı. Birincisi Hüseyne, ikincisi ise, onunla berâber Kerbelâda şehîd olan kardeşi (Abbâs)a âiddir. Şî’îler Necefde yapdıklarının aynını (Kerbelâ)da da yapıyorlardı. Kerbelânın iklîmi Necefinkinden dahâ güzeldi. Etrâfında güzel bahçeler ve akarsular vardı.
Irâk seferimde kalbimi ferahlandıran bir manzara ile karşılaşdım. Ba’zı hâdiseler, Osmânlı hükûmetinin sonunun yaklaşdığını haber veriyordu. Zîrâ, İstanbul hükûmeti tarafından ta’yîn edilen vâlî, câhil ve zâlim bir adamdı. Canının istediği gibi hareket ederdi. Halk ondan râzı değildi. Sünnîler, vâlî onların hürriyyetlerini tahdîd etdiği ve onlara kıymet vermediği için, şî’îler ise, kendi aralarında vilâyete lâyık olan, Peygamberin soyundan seyyidler ve şerîfler varken, bir Türk vâlî tarafından idâre edilmekden râhatsızlardı.
Şî’îlerin hâli, çok vahîm idi. Pislik ve yıkıntılar içinde yaşıyorlardı. Yollar emniyyetsizdi. Yol kesenler dâimâ kervanları gözlüyorlar. Berâberlerinde asker olmayınca, hemen saldırıyorlardı. Bunun için, hükûmet onlarla birlikde bir müfreze asker göndermedikçe, kâfileler sefere çıkamıyordu.
Şî’î aşîretler arasında kavgalar çokdu. Her gün birbirlerini öldürüp yağmalıyorlardı. Cehâlet korkunç bir şeklde yaygındı. Şî’îlerin bu hâli, kilisenin Avrupayı istilâ etdiği zemânları bana hâtırlatıyordu. Necef ve Kerbelâdaki din adamları ve onlara bağlı bir ekalliyyet hâricinde, her bin şî’îden bir okur yazar çıkmıyordu.
İktisâdî hayât temâmen çökmüş, insanlar fakr-u zarûret içinde kıvranıyorlardı. Devlet çarkı da, dönmez hâle gelmişdi. Şî’îler, hükûmete hiyânet ediyorlardı.
Devlet ile halk, birbirlerine şübhe ile bakıyordu. Bunun için, aralarında yardımlaşma yokdu. Şî’î din adamları, kendilerini sünnîleri kötülemeğe vermiş, dünyâ ilmlerinden elini eteğini çekmişlerdi.
Kerbelâda ve Necefde dört ay kadar kaldım. Necefde çok şiddetli bir hastalık geçirdim. Hattâ, kendimden ümmîdi kesdim. Üç hafta hasta kaldım. Bir doktora gitdim. Bana ba’zı ilâclar verdi. İlâçları içince sihhatim düzelmeğe başladı. Hastalığım müddetince, yerin dibinde bir odada kalıyordum.
Benim ev sâhibim, râhatsızlığım sebebi ile, az bir ücret karşılığında, ilâc ve yemek yapıyor ve bana hizmet etmekden büyük sevâb bekliyordu. Zîrâ, sözde ben Emîr-ül-mü’minîn Alînin ziyâretçisiydim.
Hastalığımın ilk günlerinde, tabîb sâdece tavuk suyu içmemi söyledi. Sonra, etinden de yimeme müsâade etdi. Üçüncü hafta pirinç çorbası yidim. İyileşdikden sonra, Bağdâda gitdim. Necef, Hulle, Bağdâd ve yoldaki müşâhedelerimle alâkalı yüz sahîfelik uzun bir rapor hâzırladım. Raporu Müstemlekeler nezâretinin Bağdâddaki mümessiline teslîm etdim. Irâkda mı kalacağım, yoksa Londraya mı döneceğim husûsunda nâzırlıkdan emr bekledim.
Londraya dönmek istiyordum. Zîrâ, uzun zemân gurbetde idim. Vatanımı ve âilemi çok özlemişdim. Bilhâssa, benden sonra hayâta gözlerini açan oğlum Rasbutini görmek istiyordum. Bundan dolayı, raporumla berâber, nâzırlıkdan kısa bir müddet için bile olsa, Londraya dönmek için izn taleb etdim. Üç senelik Irâk seferimle alâkalı intiba’larımı şifâhen anlatmak ve biraz istirâhat etmek istiyordum.
Nâzırlığın Irâkdaki mümessili, kimse şübhelenmesin diye, kendisine fazla uğramamamı ve Dicle nehrinin kıyısındaki hanların birinde, bir oda kirâlamamı tenbîh etdi ve
(Londradan posta geldiği zemân, nâzırlığın cevâbını sana bildireceğim) dedi.
Ben Bağdâdda kaldığım zemân, Hilâfetin merkezi İstanbul ile Bağdâd arasındaki ma’nevî uzaklığı müşâhede etdim.
Basradan Kerbelâ ve Necefe gitdiğimde, Necdli Mu-hammed, kendisine gösterdiğim yoldan sapacak diye, çok üzülüyordum. Zîrâ o, çok mütehavvil ve çok asabî idi. Onun üzerinde inşa etdiğim bütün emellerimin zâyi’ olacağından korkuyordum.
Kendisinden ayrılırken, İstanbula gitmeği düşünüyordu. Bu fikrinden vazgeçmesi için, çok telkînde bulundum ve
(Oraya gitdikden sonra, seni tekfîr edebilecekleri bir söz sarf eder ve seni öldürmelerinden çok endişe ediyorum) dedim.
Gâyem başka idi. Oraya gitdikden sonra, eğrilerini doğrultacak, Ehl-i sünnet i’tikâdına dönmesini sağlayacak derin âlimlerle görüşmesinden ve bütün emellerimin zâyi’ olacağından korkuyordum. Çünki, İstanbulda ilm ve İslâmın güzel ahlâkı vardı.
Necdli Muhammedin, Basrada kalmak istemediğini anlayınca, İsfahan ve Şîrâza gitmesini tavsiye etdim. Çünki, bu iki şehr çok güzeldi. Halkı da, şî’î idi. Şî’anın ise, Necdli Muhammede te’sîr etmek ihtimâli yok idi. Çünki, şî’îlerde ilm ve ahlâk noksandı. Böylece, onun, hâzırladığım yoldan dönmiyeceğine emîn oldum.
Ondan ayrılırken, kendisine, (Takıyyeye inanıyor mu-sun?) demişdim.
Cevâben, (Evet inanıyorum. Zîrâ sahâbeden biri, müşrikler zulm yapdığı ve anne ve babasını öldürdükleri zemân, (Takıyye) edip, şirki izhâr etmişdi. Buna karşı Peygamber de, ona hiç bir şey söylememişdi) de-di.
Ben de, (Şî’îler arasında, takıyye edip, Sünnî olduğunu söyleme ki, başına bir felâket getirmesinler. Onların memleketlerinden ve ulemâsından istifâde et! Onların âdet ve mezheblerini öğren. Zîrâ bunlar câhil ve inâdcı kimselerdir) dedim.
Oradan ayrılırken, zekât olarak, bir mikdâr para verdim. Zekât, muhtaclara dağıtılmak üzere alınan İslâmî bir vergidir. Ayrıca, binmesi için bir hayvan alıp, hediyye etdim.
Böylece ayrıldık.
Ayrıldıkdan sonra, kendisiyle irtibâtım kesildi. Bunun için, çok râhatsızdım. İkimiz de Basraya dönmek üzere ayrıldık,
(Kim önce dönüp arkadaşını bulamazsa, bir mektûb yazıp, Abdürrızâya bıraksın) dedik...(devamı için)
*********************
İNGİLİZ VAHŞETİ
1– Türkiye gazetesinin 2 temmuz 1995 târîhli dıvar takvîminde diyor ki, Fakîr memleketlerde bebekleri kaçırarak organ nakli ticareti yapan bir ingiliz şebekesi tesbît edildi. Brezilyadan gelen bir haberde diyor ki, Cambridge şehrindeki milletler arası a’zâ nakli teşkilâtı, kaçırılan bebekler hakkında tahkîkât yapmakdadır. Ba’zı ingiliz hastahânelerinin, bu bebek a’zâlarına rağbet gösterdikleri, çok pahâlı satın aldıkları tesbît edilmişdir.
2– 4 Temmuz 1995 salı târîhli (Türkiye) gazetesinde diyor ki, kimyâ üzerinde doktora yapmak için ingiltereye giden 60 dan fazla müslimân genç, garîblerin, fakîrlerin yaşadığı New Castle şehrine yerleşdirildi. Talebeden Mustafa Arslanoğlu, gece evine dönerken, civardaki kiliseden çıkan iki ingiliz, taş ve sopalarla hücûm edip, bayıltıncıya kadar dövdüler. Yakmak için, üzerine gaz dökdüler. Allahdan çakmakları ateş almadı. Bu hâli evinin balkonundan gören bir kız, polise haber verdi. İslâm düşmanı gençler kaçıp, kiliseye saklandılar.
3– Aynı gazetede diyor ki, Bosnada yaradan, açlıkdan hergün yüzlerce müslimân ölüyor. Açlıkdan ağlıyan, bayılan yavrularının feryâdlarını duymamak için, ana babalar sokaklara kaçıyorlar. İslâm memleketlerinden gelen gıdâ maddelerini sırplar alıyor. İngilizlerin idâresindeki birleşmiş milletler askerleri sırplara câsûsluk yapıyor. Bu askerler ve hıristiyan turistler, müslimânların vücûdlarından kan fışkırırken, Avrupadan gelen bu islâm düşmanları, şeref kadehleri kaldırıyor. Bosnadaki canavarlık, ingilizler tarafından plânlandı. 1988 de Kosovada başlatıldı. Miloseviç maşa olarak seçildi. İngilizler, sırplara, (Korkmayın! Arkanızda biz varız) diyorlar.
İngiliz kâfiri, islâm beldesinde,
ahmakları bularak, hem besler, hem de,
İslâma hücûm yollarını öğretir,
İslâmiyyete uyana gerici denir.
Çıplak gezmek, içki, şehvet moda olur.
din kardeşliği, sevişmek unutulur.
İslâm düşmânları, köpekleri besliyor,
bunları, mü’minlerin başına geçiriyor.
Hepsi, islâmiyyete, ahlâka saldırıyor.
Allahü teâlâ da, cezâlarını veriyor.
Çünki, Kur’ân-ı kerîmde Rabbimiz va’d ediyor,
(İslâmiyyeti elbet, koruyacağım) diyor.
Müslimânlara da: (Düşmana aldanmayın,
çok çalışıp, ondan üstün olun) buyuruyor.
*********************
[1] Muhammed sûresi, âyet: 7. Allahü teâlânın dînine yardım etmek, islâmiyyete tâbi’ olmak ve onu neşr etmeğe çalışmak demekdir. Hükûmete
isyân etmek, dîni yıkmak olur.
***************************************** Diğer bölümler:
1912 Balkan Harbinde Osmanlı'nın yardımına yetişen Mısırlı Müslümanlar Mısır Hilal-i Ahmer Cemiyeti (Mısır Kızılayı) ile Osmanlı'ya önemli miktarda maddi destek sağladı.
Savaşın şiddetlenerek beklenmedik bir hızla Osmanlı Devleti aleyhine gelişmesi üzerine Mısır'dan İstanbul'a gönderilmek üzere yardımlar toplanmaya başlandı. Mısır Hidivi ve ülkenin ileri gelenleri de önemli miktarda nakdî bağışta bulunarak Mısır'dan İstanbul'a yardım faaliyetlerinin yürütülmesinde öncülük ettiler.
Hastaneler açan Mısır Hilal-i Ahmer Cemiyeti İstanbul ve Edirne'de önemli hizmetlerde bulundu. Balkan Harbi sırasında Mısır Hilâl-i Ahmer Cemiyeti'nin Kahire'den Edirne'ye gönderdiği sağlık malzemeleri vapurla nakledildi. Ayrıca, Bulgar ve Yunan saldırılarından kaçarak Selanik'e sığınan yaklaşık 100.000 civarındaki Müslümanın yiyecek sıkıntısının had safhaya ulaşması üzerine Mısır'dan Selanik'e gemiyle yiyecek gönderildi.
Basraya varınca, bir câmi’ye yerleşdim. Câmi’nin imâmı Şeyh Ömer Tâî ismli, arab asllı ve sünnî bir zâtdı. Onunla tanışıp, sohbet etmeğe başladım. Fekat, dahâ konuşmanın başında, benden şübhelenip, beni süâl yağmuruna tutdu.
Bu tehlükeli sohbetden kendimi şöyle kurtardım:
(Ben Türkiyenin Iğdır beldesindenim, İstanbuldaki Ahmed efendinin talebesiyim. Hâlid isminde bir marangozun yanında çalışıyordum) dedim ve Türkiyede bulunduğum müddetçe, edindiğim ma’lûmâtlardan anlatdım. Birkaç cümle de, Türkçe konuşdum.
İmâm gözleriyle ordan birisine işâret ederek, benim Türkçeyi doğru konuşup konuşmadığımı sordu. O da, müsbet cevâb verdi.
İmâmı iknâ etdiğim için çok sevinmişdim. Fekat, hayâl kırıklığına uğradım. Çünki, birkaç gün sonra, anladım ki, imâm efendi benden şübheleniyor ve benim Türk câsûsu olduğumu zan ediyordu. Dahâ sonra, Sultân tarafından ta’yîn edilen vâlî ile, aralarında ihtilâf ve adâvet olduğunu öğrendim.
Şeyh Ömer efendinin câmi’inden uzaklaşmak zorunda kalınca, orada müsâfir ve yabancıların kaldığı bir handa, oda kirâlayıp, oraya taşındım. Hanın sâhibi Mürşid efendi isminde ahmak bir adamdı. Her sabâh râhatımı kaçırır, sabâh ezânı okunur okunmaz, nemâza kaldırmak için gelip, kapımı sert bir şeklde çalardı. Onu dinlemeğe mecbûrdum. Binâenaleyh, ben de kalkar ve sabâh nemâzını kılardım.
Sonra bana, (Sabâh nemâzını müteâkib, Kur’ân-ı kerîm okuyacaksın) derdi. Bir def’a, (Kur’ân-ı kerîmi okumak farz değildir. Ne diye bu kadar ısrâr ediyorsun?) dedim.
Cevâben, (Bu vaktde uyumak,hana ve hanın sâkinlerine fakîrlik ve bedbahtlık getirir) dedi. Onun bu emrini de yerine getirmek mecbûriyyetindeydim. Zîrâ, böyle yapmadığım takdîrde, beni hanından kovacağını söylerdi. Onun için, ezândan hemen sonra, sabâh nemâzını kılar ve her gün, bir sâatden fazla, Kur’ân-ı kerîm okurdum.
Bir gün, Mürşid efendi bana gelerek, (Sen bu odayı kirâladıkdan sonra, başıma dertler geliyor. Ben bunu, senin uğursuzluğuna atf ediyorum. Zîrâ, sen bekârsın. Bekârlık ise, uğursuzlukdur. Sen yâ evleneceksin, yâhud hanı terk edeceksin) dedi.
Ona, (Evlenebilecek kadar malım yokdur) dedim. Ahmed efendiye söylediğimi ona söyleyemiyordum. Zîrâ Mürşid efendi, doğru söyleyip söylemediğimi öğrenebilmek için, soyup avretimi kontrol edebilecek bir adamdı.
Böyle deyince, Mürşid efendi: (Ey za’îf îmânlı! Sen Allahın: (Eğer yoksul iseler, Allah onları lutfu ile zenginleşdirir)[1] meâlindeki âyetini okumadın mı?) dedi.
Şaşırıp kaldım. Sonunda, (Evet ben evleneceğim. Fekat gerekli olan parayı te’mîn etmeğe hâzır mısın? Veyâ masrafsız bir kız bulabilir misin?) dedim.
Mürşid efendi, biraz düşündükden sonra, (Ben anlamam! Receb ayının başına kadar yâ evleneceksin, yâhud handan çıkacaksın) dedi. Receb ayının başına da yirmibeş gün kalmışdı.
Bu münâsebet ile, islâmî ayları zikr edeyim; Muharrem, Safer, Rebî’ulevvel, Rebî’ulâhir, Cemâziyülevvel, Cemâziyülâhir, Receb, Şa’bân, Ramezân, Şevvâl, Zilka’de ve Zilhicce. Onların ayları otuz günü geçmediği gibi, yirmidokuz günden de aşağı olamaz. Ve ay hesâbına dayanır.
Bir marangozun yanında iş bulup, Mürşid efendinin hanından çıkdım. Yemeğim ile yatmam, iş sâhibinin üzerinde olmak üzere, çok az bir ücret ile anlaşdık. Receb ayı dahâ gelmeden eşyâlarımı marangozun dükkânına taşıdım.
Marangoz, Abdürrızâ isminde, Horasanlı bir şî’î olup, merd bir adamdı. Bana oğlu gibi davranıyordu. Onun yanında bulunma fırsatını değerlendirip, fârisî öğrenmeğe başladım.
Her gün ikindi vakti, Îrânlı şî’îler, onun yanında toplanır, siyâsetden iktisâda kadar, her mevzû’da, konuşurlardı. Hem kendi hükûmetlerine, hem de İstanbuldaki Halîfeye çokça dil uzatırlardı. Yabancı bir adam geldiğinde, hemen sözü değişdirip, şahsî mes’elelerini konuşmaya başlarlardı.
Bana çok i’timâd ediyorlardı. Sonradan anladım ki, Türkçe bildiğim için, beni Âzerbaycan halkından zan ediyorlarmış.
Bizim marangoz dükkânına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlm talebesi kıyâfetinde ve arabî, fârisî, türkçe biliyordu. İsmi (Muhammed bin Abdülvehhâb Necdî) idi. Bu delikanlı, son derece yüksekden konuşan ve gâyet asabî biriydi. Osmânlı hükûmetini çok şetm etdiği hâlde, Îrân hükûmetinin aleyhine konuşmazdı.
Onun dükkân sâhibi Abdürrızâ ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbuldaki Halîfeye muhâlif idiler. Fekat, sünnî olan bu delikanlı, fârisîyi nasıl biliyor ve şî’î olan Abdürrızâ ile nasıl arkadaşlık edebiliyordu? Bu şehrde sünnîler, şî’îler ile görüşür ve kardeş gibi görünürlerdi. Bu şehrin sâkinlerinin çoğu hem arabî, hem de fârisî biliyorlardı. Türkçe bilenler dahî çokdu.
Necdli Muhammed, zâhiren sünnî idi. Sünnîlerin çoğu, şî’îlerin aleyhinde konuşmalarına ve hattâ bir kısmı, şî’îleri tekfîr etmelerine rağmen, o hiç şî’îleri rencîde etmezdi. Necdli Muhammed, sünnîlerin dört mezhebinden birine tâbi’ olmağı îcâb etdiren, herhangi bir sebeb görmüyordu ve (Allahın kitâbında, bu mezhebler hakkında hiçbir delîl yokdur) diyordu. Bu husûsdaki âyet-i kerîmelerden tegâfül ediyor ve hadîs-i şerîflere ehemmiyyet vermiyordu.
Dört mezheb mes’elesine gelince: Sünnîler arasından, Peygamberleri olan Muhammed aleyhisselâmın ölümünden bir asr sonra, şu dört âlim zuhûr etdi:
Ebû Hanîfe, Ahmed bin Hanbel, Mâlik bin Enes, Muhammed bin İdris Eş Şâfi’î.
Ba’zı Halîfeler de, sünnîleri bu dört âlimden birini taklîd etmeğe zorladı. Bu dört âlimden başka hiç kimse, Kur’ân-ı kerîmde ve sünnetde ictihâd edemez, ya’nî ahkâm çıkaramaz dediler. Bu hareket, müslimânların ilm ve anlayış kapılarının kapanmasına sebeb olmuşdur. İslâmın duraklamasına, bu ictihâd yasağı sebeb gösteriliyor.
Şî’îler, mezheblerini yaymak için, bu yanlış sözlerden istifâde etmişlerdir. Şî’îler, Sünnîlerin onda biri kadar yok idi. Şimdi çoğalmış ve sünnîler kadar olmuşlardır. Bunun böyle olması tabî’îdir. Zîrâ ictihâd bir silâha benzer, İslâm fıkhını, ya’nî ahkâm bilgilerini gelişdirir, Kur’ân-ı kerîm ve sünnet anlayışını yeniler. İctihâd yasağı da, çürümüş silâh gibidir. Ahkâmı belirli bir çerçevede bırakır. Bu ise, anlayış kapısını kapayıp, zemânın ihtiyâclarına kulak tıkamakdır. Senin silâhın çürük, düşmanınki mükemmel ise, er geç bir gün, o düşmana mağlûb olmağa mahkûmsun. Zan ediyorum ki, yakın bir gelecekde, ehl-i sünnetin akllıları ictihâd kapısını açacaklardır. Bu işi yapmadıkları takdîrde, birkaç asr sonra, onlar azınlık, şî’îler ise ekseriyyetolacaklardır[2].
[Ehl-i sünnetin dört mezhebinin îmânları, i’tikâdları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yokdur. Ayrılıkları yalnız ibâdetlerdedir. Bu da, müslimânlara bir kolaylıkdır. Şî’îler ise, îmânda oniki fırkaya ayrılmışlar, çürük silâh olmuşlardır. Bunlar, (Milel ve Nihal) kitâbında uzun yazılıdır.]
Kendini beğenmiş Necdli genç Muhammed, Kur’ânı ve sünneti anlama husûsunda, nefsine uyardı. Sâdece kendi zemânındaki âlimlerin ve dört mezheb imâmının görüşlerini değil, Ebû Bekr, Ömer gibi sahâbe büyüklerinin de görüşlerini hiçe sayardı. Kur’ânın bir âyetini onlara muhâlif zan etdiği zemân:
Peygamber: (Ben size Kur’ânı ve sünneti bırakdım) demişdir. (Ben size Kur’ânı, sünneti ve sahâbe ve mezheb âlimlerini bırakdım) dememişdir[3].
Binâenaleyh, herkese farz olan, mezheb görüşlerine, sahâbe ve âlimlerin söylediklerine ne kadar muhâlif de olsa, Kur’âna ve sünnete tâbi’ olmakdır[4], derdi.
Abdürrızânın evindeki yemek sohbetinde, Necdli Mu-hammed ile, yine orada müsâfir olan Kumlu Şeyh Cevâd isminde, bir şî’î âlim arasında şöyle bir münâkaşa geçdi:
Şeyh Cevâd—Alînin müctehid olduğunu kabûl etdiğin hâlde, niye şî’îler gibi ona tâbi’ olmuyorsun?
Necdli Muhammed—Zîrâ Alî de, Ömer ve başka sahâbîler gibidir. Sözü huccet olamaz, ancak Kur’ân ve sünnet huccet olur. [Hâlbuki, Eshâb-ı kirâmın hepsinin sözleri huccetdir. Peygamberimiz, onlardan herhangi birine tâbi’ olmamızı emr etdi[5].]
Şeyh Cevâd—Peygamberimiz, (Ben ilmin şehri, Alî de kapısıdır) dediğine göre, Alî ile diğer sahâbîlerin arasında bir fark olması lâzım gelmez mi?
Necdli Muhammed—Alînin sözü huccet olsaydı, Peygamber, (Ben size Kur’ân, sünnet ve Alîyi bırakdım) demez miydi?
Şeyh Cevâd—Evet öyle demiş sayılır. Zîrâ, bir hadîs-i şerîfde, (Allahın kitâbını ve Ehl-i beyti bırakıyorum) demişdir. Alî ise, Ehl-i beytin en büyüğüdür.
Necdli Muhammed, Peygamberin böyle söylediğini inkâr etdi.
Şeyh Cevâd da, Necdli Muhammedi, iknâ’ edici delîllerle susdurdu.
Şeyh Cevâd—Resûlullahın sünneti, Kur’ânın îzâhıdır. Resûlullah, (Allahın kitâbını ve ehl-i beytimi bırakıyorum) demişdir. Allahın kitâbından, onun îzâhı olan sünneti de kasd edilmişdir.
Necdli Muhammed—Ehl-i beytin sözleri Kur’ânın îzâhı olduğuna göre, hadîslerle îzâha ne lüzûm olabilir?
Şeyh Cevâd—Hazret-i Peygamber vefât etdiği zemân, Onun ümmeti, zemânının ihtiyâclarına cevâb verecek bir Kur’ân tefsîrine, ihtiyâc duydular. İşte bundan dolayıdır ki, hazret-i Peygamber ümmetine, asl olan Kur’âna ve yeni zemânın ihtiyâclarına cevâb verecek, Kur’ânı tefsîr eden Ehl-i beytine tâbi’ olmağı emr etmişdir.
Bu münâkaşa çok hoşuma gitdi. Necdli Muhammed, yaşlı Şeyh Cevâd karşısında, avcının elindeki serçe gibi, hareket edemez oldu.
Aradığımı Necdli Muhammedde bulmuşdum. Zîrâ, onun muâsırı âlimlere saygısızlığı, dört Halîfeye dahî ehemmiyyet vermeyişi, Kur’ânı ve sünneti anlama husûsunda müstakil bir görüşe sâhib oluşu, onu avlayıp elde etmek için, en za’îf noktalarındandı. Bu mağrûr genç nerede, o Türkiyede yanında okuduğum Ahmed efendi nerede! O âlim, selefleri gibi, dağa benziyordu. Hiç bir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebû Hanîfenin ismini zikr etmek istediği zemân, kalkar abdest alırdı. (Buhârî) nâmındaki hadîs kitâbını eline almak istediği zemân, yine abdest alırdı. Sünnîler, bu kitâba son derece i’timâd ederler.
Necdli Muhammed ise, Ebû Hanîfeyi çok hafîfe alırdı ve (Ben Ebû Hanîfeden dahâ iyi biliyorum) derdi[6]. Ayrıca (Buhârî) kitâbının yarısının bâtıl olduğunu iddiâ ederdi[7].
[Hempherin i’tirâflarını türkçeye terceme ederken, aşağıdaki hâdiseyi hâtırladık:
Bir lisede muallim idim. Dersde, bir talebem,
(Hocam, harbde ölen müslimân şehîd olur mu?) dedi.
(Evet olur) dedim.
(Peygamber bunu haber verdi mi?) dedi.
(Evet) dedim.
(Denizde boğulursa da, şehîd olur mu?) dedi.
(Evet olur. Hem de sevâbı dahâ çok olur) dedim.
(Tayyâreden düşerse de, şehîd olur mu?) dedi.
(Evet olur) dedim.
(Peygamberimiz bunları da haber verdi mi?) dedi.
(Evet, haber verdi) dedim.
Bir kahraman edâsı ile ve gülerek, (Hocam! O zemân tayyâre var mı idi?) dedi.
(Yavrum! Peygamberimizin 99 ismi var. Her bir ismi, bir güzel sıfatını bildirmekdedir. Bir ismi, (Câmi’ul-kelim)dir. Çok şeyleri, bir kelime ile bildirirdi. İşte Peygamberimiz, (Yüksekden düşen şehîd olur) buyurdu) dedim. Bu cevâbımı çocuk hayret ve şükrân ile karşıladı. Bunun gibi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, çok kelimeler ve hükmler, ya’nî emrler ve yasaklar vardır ki, herbiri, muhtelif ma’nâları bildirmekdedir. Bu ma’nâları bulmağa ve aralarından lâzım olanı seçmeğe (İctihâd) etmek denir. İctihâd yapabilmek için, derin âlim olmak lâzımdır. Bunun için, Sünnîler, câhillerin ictihâd yapmalarını yasak etmişdir. Bu, ictihâdı yasak etmek değildir. Hicretden dört asr sonra, mutlak müctehid [derin âlim] hiç yetişmediği için, ictihâd yapılmamış, ictihâd kapısı kendiliğinden kapanmışdır. Kıyâmete ya-kın, Îsâ aleyhisselâm gökden inecek ve Mehdî çıkacak, ictihâd yapacaklardır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Benden sonra, müslimânlar yetmişüç fırkaya ayrılacak. Yalnız birisi Cennete gidecekdir) buyurdu.
(O bir fırka kimlerdir) denildikde, (Bana ve Eshâbıma tâbi’ olanlardır) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde de, (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete erersiniz!) ya’nî doğru yo-la, Cennete götüren yola kavuşursunuz buyurdu.
Abdüllah bin Sebe’ isminde Yemenli bir yehûdî, islâmiyyeti içerden yıkmak için, müslimânlar arasına Eshâb düşmanlığı sokdu. Bu yehûdîye aldanarak, Eshâb-ı kirâma düşman olan câhillere (Şî’î) denildi. Hadîs-i şerîflere uyarak, Eshâb-ı kirâmı sevenlere ve onlara tâbi’ olanlara da (Sünnî) denildi.]
Ben, Necdli Muhammed bin Abdülvehhâb ile çok ya-kın bir arkadaşlık kurdum. Dâimâ onu övüyordum.
Bir gün ona: (Sen Ömer ve Alîden dahâ büyüksün. Peygamber şimdi hayâtda olsaydı, onları değil seni kendine halîfe ta’yîn ederdi. Ben, İslâmın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslâmı cihâna yayacak yegâne [biricik] âlim sensin) dedim.
Abdülvehhâb oğlu Muhammed ile Kur’ânı, sahâbenin, mezheb imâmlarının ve müfessirlerin tefsîrlerine muhâlif bir şeklde, temâmen kendi fikrlerimize göre tefsîr etmeği kararlaşdırdık. Kur’ânı okuyor ve ba’zı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, Muhammedi tuzağa düşürmek idi. Zâten o da, kendini inkılâbcı olarak göstermek ve dahâ fazla i’timâdımı kazanmak için, görüş ve fikrlerimi memnûniyyet ile karşılardı.
Bir kerre, (Cihâd farz değildir) dedim.
Allah, (Kâfirler ile harb edin)[8] buyurduğu hâlde, nasıl farz olmasın? dedi.
Ben, öyleyse Allah (Kâfirler ile ve münâfıklar ile cihâd et)[9] buyurduğu hâlde, niye Peygamber münâfıklarla cihâd etmedi, dedim.
[Hâlbuki, kâfirlerle yirmiyedi kerre cihâd yapdığı (Mevâhibü ledünniyye)de yazılıdır. Kılınçları İstanbulda, müzede teşhîr edilmekdedir. Münâfıklar müslimân görünürlerdi. Gündüzleri Mescid-i nebevîde Resûlullah ile nemâz kılarlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onları bilirdi. Fekat hiç birine, sen münâfıksın demedi. Harb edip, onları öldürseydi, (Muhammed aleyhisselâm kendine îmân edenleri öldürdü) denilirdi. Bunun için münâfıklarla (söz) ile cihâd yapdı. Çünki, farz olan cihâd, beden ile, mal ile ve söz ile yapılır. Yukarıdaki âyet-i kerîme, kâfirlerle ve münâfıklarla cihâd yapılmasını emr ediyor. Bu cihâdın, nasıl yapılacağı açıklanmıyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, kâfirlerle cihâdı, harb ederek, münâfıklarla cihâdı, va’z ve nasîhat ederek yapdı.]
O, (Peygamber dili ile onlarla cihâd etmişdir) de-di.
— Ben, (Farz olan cihâd, dil ile olanı mıdır?) dedim.
—
O, (Resûlullah, kâfirlerle muhârebe etmişdir) de-di.
—
Ben, (Peygamber, kâfirlerle, kendini müdâfe’a için cihâd etdi. Zîrâ kâfirler Onu öldürmek istiyorlardı) de-dim.
Evet ma’nâsında, başını salladı.
—
Bir kerre, ona (müt’a) nikâhı câizdir dedim.
—
O, (câiz değildir) dedi.
—
Ben, (Allah, (Onlardan fâidelendiğinize mukâbil,karârlaşdırılmış olan mehrlerini verin)[10], buyuruyor) de-dim[11]
O, (Ömer, Peygamber zemânında mevcûd olan iki müt’ayı yasak etdi ve onu yapanı cezâlandıracağını bildirdi) dedi.
—
Ben, (Sen hem, Ömerden dahâ iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi’ oluyorsun. Kaldı ki Ömer, Peygamber halâl ediyordu, ben yasaklıyorum demişdir[12]. Sen niye Kur’ân ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömerin sözünü tutuyorsun) dedim.
O cevâb vermedi. Anladım ki, iknâ oldu. O an, Necdli Muhammedin canının kadın istediğini biliyordum, kendisi bekâr idi.
Ona, (Gel Müt’a nikâhı ile birer kadın alalım. Onlarla eğleniriz) dedim. Başını sallayarak kabûl etdi. Bu fırsatı büyük bir ganîmet bildim ve ona eğlencelik bir kadın bulmağa söz verdim.
Benim gâyem, onun insanlardan olan korkusunu kırmakdı. Fekat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini dahî kadına söylemememi şart koşdu.
Alelacele, orada müslimân gençleri ifsâd etmek için, Müstemlekeler nâzırlığı tarafından gönderilen, hırıstiyan kadınların yanına gitdim. Onlardan birine mes’eleyi anlatdım. Kabûl edince, ona Safiyye ismini verdim. Necdli Muhammedi onun evine götürdüm. Evde sâdece Safiyye vardı. Necdli Muhammed için bir haftalık nikâh akdini yapdık. O da kadına (Mehr) olarak biraz altın verdi. Ben dışardan, Safiyye içerden, Necdli Muhammedi aldatmağa başladık.
Safiyye, Necdli Muhammedi iyice eline aldı. Zâten, o da, ictihâd ve fikr hürriyyeti behânesi ile, islâmiyyetin emrlerine karşı gelmenin nefsânî tadını duymuşdu.
Müt’a nikâhının üçüncü gününde, içkinin harâm olmadığına dâir uzun uzadıya onunla münâkaşa etdim. O ne kadar harâm olduğuna dâir âyet ve hadîs getirdiyse, hepsini ibtâl etdim ve en son, Yezîd, Emevî ve Abbâsî halîfelerinin içki içdiği bir gerçekdir.
Hepsi dalâletde de, sen mi doğru yoldasın? Şübhesiz onlar, senden dahâ iyi Kur’ânı ve sünneti bilirlerdi. Kur’ân ve sünnetden, içkinin harâm değil de mekrûh olduğunu anlamışlardır. Yehûdî ve hıristiyanların kitâblarında da, içkinin mubâh olduğu yazılıdır. Bütün dinler Allahın emrleridir. Hattâ rivâyete göre, Ömer, (Siz hepiniz vazgeçdiniz değil mi?)[13]âyeti nâzil oluncaya kadar, içki içmişdir.
Şâyed harâm olsaydı, Peygamber onu cezâlandırırdı. Peygamber onu cezâlandırmadığına göre, içki halâldir) dedim.
[HâlbukiÖmer “radıyallahü anh”, harâm edilmeden evvel içerdi. Harâm edilince, aslâ içmedi. Emevî ve Abbâsî halîfelerinden ba’zılarının alkollü içki içmesi, alkollü içkinin mekrûh olduğunu göstermez. Kendilerinin fâsık olduklarını, harâm işlediklerini gösterir. Çünki, câsûsun söylediği âyet-i kerîme ve diğer âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, alkollü içkinin harâm olduğunu bildirmekdedir.
(Riyâdun-nâsıhîn)de diyor ki, (Başlangıcda şerâbiçmek câiz idi. Hazret-i Ömer, Sa’d ibni Ebî Vakkas, sahâbînin bir kısmı içerlerdi.
Sonra, Bekara sûresinin 219. cu âyeti inerek, günâhının çok olduğu bildirildi.
Dahâ sonra, Nisâ sûresinin 42. ci âyeti gelerek, (Serhoş iken nemâza yaklaşmayınız!) buyuruldu.
Nihâyet, Mâide sûresinin 93. cü âyeti gelerek, şerâb harâm oldu. Hadîs-i şerîfde, (Çoğu serhoş edenin, azı da harâmdır) ve (Şerâb günâhların en büyüğüdür) ve (Şerâb içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine gitmeyiniz! Ondan kız alıp vermeyiniz!) ve (Şerâb içmek, puta tapmak gibidir) ve (Şerâb içene, satana, yapana, verene, Allahü teâlâ la’net etsin)
buyuruldu.)]
Necdli Muhammed: (Ba’zı rivâyetlere göre, Ömer içkiyi su ile karışdırarak içiyormuş ve serhoş etmez ise, harâm değildir, diyormuş.
Ömerin görüşü doğrudur, çünki, Kur’ânda deniliyor ki, (Şeytân, içki ve kumar ile aranıza adâvet ve buğz sokmak ve Allahın zikrinden ve nemâzdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?)[14].
Aramızda geçen bu içki ile alâkalı münâkaşayı Safiyyeye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tenbîh etdim.
Sonra, dedi ki: (Senin dediğini yapdım, içkiyi içirdim, oynadı ve o gece bir kaç sefer benimle berâber oldu.)
İşte böylece, Safiyye ile birlikde, Necdli Muhammedi iyice ele geçirdik.
Müstemlekeler nâzırı ile vedâlaşdığım zemân bana: (Biz İspanyayı kâfirlerden [Müslimânları kasdediyor] içki ve zinâ ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile, diğer bütün topraklarımızı da geri alalım), demişdi. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum.
Bir gün Necdli Muhammede oruc mes’elesini açdım: (Kur’ânda, (Oruc tutmanız, sizin için dahâ hayrlıdır)[16]deniliyor. Farz olduğu söylenmiyor. Öyleyse, oruc islâm dîninde sünnetdir, farz değildir) dedim.
Bu teklifime i’tirâz edip, (Beni dînimden mi çıkarmak istiyorsun?) dedi.
Ben de, ona: (Din, kalbin temizliği, rûhun selâmeti ve başkasının hakkına tecâvüz etmemekdir. Peygamber, (Din sevgidir) dememiş mi? Allah da, Kur’ân-ı kerîmde, (Sana yakîn hâsıl oluncaya kadar Rabbine ibâdet et!)[17], buyurmamış mı?[18]Öyle ise, insana, Allah ile kıyâmet günü hakkında yakîn hâsıl olup, kalbi iyi, ameli de temiz olduğu zemân, insanların en fazîletlisi olur) dedim.
Bu sözlerime mukâbil, (Hayır, doğru değildir) ma’nâsında, başını salladı.
Bir kerre ona dedim ki: (Nemâz farz değildir).
(Nasıl farz değildir?) dedi.
Cevâben, (Allah Kur’ânda, (Beni anmak için nemâz kıl)[19], buyuruyor. Öyle ise, nemâzdan maksad, Allahı anmakdır. Binâenaleyh nemâz kılmak yerine, Allahı anabilirsin) dedim.
O da, (Evet ba’zı kimseler, nemâz vaktlerinde nemâz yerine Allahı zikr ediyorlarmış)[20]dedi.
Ben de, onun bu sözüne çok sevinmişdim. Bu fikri ileri götürmeğe çok çalışdım ve onun kalbini ele geçirdim.
Sonra bakdım ki, nemâza ehemmiyyet vermiyor. Ba’zen kılıp, ba’zen kılmıyor. Bilhâssa sabâh nemâzlarını çok kaçırıyordu. Zîrâ, gece ortasına kadar onunla konuşarak, uyumasına mâni’ oluyordum. Sabâhları da, hâlsiz olduğu için, nemâza kalkamıyordu.
Necdli Muhammedin omuzundan îmân libâsını yavaş yavaş indirmeğe başladım. Bir gün, Peygamber hakkında da onunla münâkaşa etmek istedim. (Bundan sonra, bu mevzû’larda, benimle konuşursan, aramız açılır ve seninle alâkamı keserim) dedi. Bunun üzerine, bütün muvaffakıyyetimin bir anda zâil olacağı korkusundan, Peygamber hakkında konuşmakdan vazgeçdim.
Sünnîlik ve şî’îliğin hâricinde, kendisine bir yol tutmasını telkîn etdim. O da, bu fikrime ehemmiyyet veriyordu. Zîrâ mağrûr birisiydi. Onun yularını Safiyye sâyesinde, ele geçirdim.
Bir kerre de, (Peygamber eshâbını birbirine kardeş yapmış, doğru mu?) dedim.
(Evet), dedi.
Bunun üzerine, (İslâmın ahkâmı geçici mi, devâmlı mı?) dedim.
(Devâmlıdır. Zîrâ Peygamber Muhammedin halâlı kıyâmet gününe kadar halâl, harâmı da kıyâmet gününe kadar harâmdır) dedi.
Ben de (Öyleyse gel seninle kardeş olalım) de-dim ve onunla kardeş olduk.
O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıkdığında dahî berâberdik. Kendisine çok ehemmiyyet verirdim. Zîrâ, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek ekdiğim ağaç, meyvesini vermeğe başlamışdı.
Londraya, Müstemlekeler nâzırlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevâblar çok cesâret verici ve teşvîk edici idi. Necdli Muhammed, kendisine çizdiğim yolda yürüyordu.
Benim vazîfem ona, istiklâl, hürriyyet ve şübheciliği aşılamakdı. İstikbâlinin çok parlak olacağını söyler ve onu çok överdim.
Bir gün, şöyle bir rü’yâ uydurdum: (Dün gece Peygamberimizi rü’yâda gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürsîde oturuyordu. Etrâfında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nûr gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalkdı ve her iki gözünüzün arasını öpdü. Ve sen benim adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dünyâ işlerinde, benim vekîlimsin dedi. Sen dedin ki, Yâ Resûlallah! Ben ilmimi insanlara açıklamakdan korkuyorum! Peygamber cevâben, sen en büyüksün, hiç korkma dedi.)
Muhammed bin Abdülvehhâb, rü’yâyı duydukdan sonra, sevincinden uçuyordu. Bir kaç def’a doğru söyleyip söylemediğimi sordu. Ben de, her seferinde, yemîn ederek, doğrudur dedim. O da, doğru söylediğime emîn oldu. Zan ediyorum ki, o günden sonra, aşıladıklarımı açıklamağa, yeni bir mezheb kurmağa karâr verdi[*] ...(devamı için )
[*] İstanbul (Dâr-ül-fünûn)unda (Akâid-i islâmiyye) müderrisi iken, 1354 [m. 1936] senesinde vefât eden Bağdâdlı Cemîl Sıdkı Zehâvî efendinin (El-fecr-üs-sâdık) kitâbı 1323 [m. 1905]de Mısrda basılmış, İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset ile tekrâr basılmışdır.
Bu kitâbda diyor ki,
(İngilizlerin hâzırlamış olduğu, vehhâbî fırkasının bozuk fikrlerini, Muhammed bin Abdülvehhâb, 1150 [m. 1737] senesinde Necdde izhâr eyledi. Kendisi 1111 [m. 1699] de tevellüd, 1207[m. 1792] de vefât etdi.
Der’iyye emîri Muhammed bin Sü’ûd tarafından, çok müslimân kanı dökülerek, yayıldı.
Vehhâbîlerin, müslimânlara, sapıkdır, zararlıdır dedikleri ve yapdıkları işkenceler, (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbımızda uzun yazılıdır.
Vehhâbîler, kendilerinden olmıyan müslimânlara müşrik dediler. Hepsinin tekrâr hac yapmaları lâzımdır, altıyüz seneden beri, bütün dedeleri gibi, bunlar da kâfirdir, dediler.
Vehhâbî dînini kabûl etmiyenleri öldürdüler. Mallarını ganîmet olarak yağma etdiler. Muhammed aleyhisselâma çirkin şeyler söylediler. Fıkh, tefsîr ve hadîs kitâblarını yakdılar. Kur’ân-ı kerîmi, kendi düşüncelerine göre yanlış tefsîr etdiler.
Müslimânları aldatmak için, Hanbelî mezhebinde olduklarını söylediler. Hâlbuki, Hanbelî âlimlerinden çoğu da, bunları red eden, bozuk olduklarını bildiren kitâblar yazdılar.
Harâmlara halâl dedikleri ve Peygamberleri, Evliyâyı tenkîs etdikleri için kâfir olmakdadırlar.
Vehhâbî dîninin esâsı ondur:
1-Allah maddî bir varlıkdır. Eli, yüzü ve ciheti vardır, diyorlar. [Bu akîdeleri, hıristiyanların (Baba, oğul, rûh-ül kuds) inanışlarına benzemekdedir.]
2- Kur’ân-ı kerîme, kendi anladıkları gibi ma’nâ vermekdedirler.
5- Dört mezhebden birini taklîd eden kâfir olur, diyorlar.
6- Vehhâbî olmıyanlar kâfirdir, diyorlar
7-Peygamberi, Evliyâyı vesîle yaparak düâ eden, kâfir olur, diyorlar.
8- Peygamberin ve Evliyânın mezârlarını ziyâret etmek harâmdır diyorlar.
9- Allahdan başkası ile yemîn eden müşrik olur, diyorlar.
10- Allahdan başkası için nezr yapan ve Evliyânın kabrleri ya-nında hayvan kesen müşrik olur diyorlar.
Bu kitâbımda, bu on akîdenin bozuk oldukları, vesîkalarla isbât edilecekdir.)
Dikkat edilirse, Vehhâbî dîninin bu on esâsı, Hempherin, Necdli Muhammede telkîn etdiği din bilgileridir.
İngilizler, hıristiyanlık propagandası yapmak için, Hempherin i’tirâflarını neşr etmişler. Müslimân yavrularını aldatmak için, islâm bilgilerini yalan ve yanlış yazmışlardır. Bu yalan ve iftirâları tashîh ederek, gençlerimizi bu İngiliz hîlesinden, tuzağından kurtarmak maksadı ile, bu kitâbı biz de neşr ediyoruz.
[1] Nûr sûresi, âyet: 32
[2] Nasslarda, ya’nî âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş, kapalı bildirilmiş olan ahkâmı anlıyabilen derin âlimlere (Müctehid) denir. Müctehid olabilmek için lâzım olan şartlar (Se’âdet-i ebediyye) ve (Fâideli bilgiler) kitâblarımızda uzun yazılıdır. Hicretden dörtyüz sene sonra, bu şartlara mâlik olan âlim yetişmedi. İslâm düşmanları, zındıklar, (ictihâd yapıyoruz) diyerek, islâmiyyeti içerden yıkmağa kalkışdılar. Hâlbuki, müctehidler, kıyâmete kadar zuhûr edecek, her dürlü hâdisenin ahkâmını nasslardan çıkarmış, hepsi
Ehl-i sünnet kitâblarına yazılmışdır.
[3] Necdli Muhammed, bu sözü ile, Eshâb-ı kirâma tâbi’ olmağı emr eden, hadîs-i şerîfleri inkâr etmekdedir.
[4] Şimdi, bütün islâm memleketlerinde, câhil ve hâin kimseler, din adamı şekline girerek, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırıyorlar. Sü’ûdî Arabistândan aldıkları bol para karşılığında, vehhâbîliği medh ediyorlar. Hepsi, her yerde, Necdli Muhammedin yukarıdaki sözünü silâh olarak kullanıyorlar. Hâlbuki, Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i sünnet âlimlerinin, dört imâmın hiçbir sözü Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere muhâlif değildir. Bunlara hiçbir ilâve yapmamışlar, bunları açıklamışlardır. Vehhâbîler, ingilizler gibi, yalanlarla, müslimânları aldatıyorlar.
[5] Muhammed aleyhisselâmın o güzel, mübârek yüzünü gören müslimâna (Sahâbî) denir. Birkaçına (Sahâbe) veyâ (Eshâb) denir.
[6] Şimdi ba’zı câhil mezhebsizler de, böyle söylemekdedirler. Şimdi, Türkiyede profesör denilen ba’zı ahmakların, câhillerin böyle konuşdukları işitilmekdedir. Hadîs-i şerîfler, (Se’âdet-i Ebediyye) 422.ci sahîfede bunları uzun bildirmekdedir.
[7] Bu hâli, hadîs ilminden hiç haberi olmadığını göstermekdedir.
[8] Tevbe sûresi, âyet: 73
[9] Tevbe sûresi, âyet: 73
[10] Nisâ sûresi, âyet: 24
[11] Müt’a nikâhı, şimdiki metres hayâtına benzemekdedir. Şî’îler, buna câiz diyor.
[12] Ömer “radıyallahü anh” böyle söylemedi. İngiliz câsûsu, bütün hıristiyanlar gibi, hazret-i Ömere düşman olduğundan, bu sözü ile de saldırmışdır. (Hucec-i kat’ıyye)de diyor ki, (Ömer “radıyallahü anh”, Müt’a nikâhını Resûlullahın yasak etdiğini, Onun yasakladığı şeyi yapdırmıyacağını söyledi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, halîfenin bu sözünü destekledi.
Aralarında hazret-i Alî de vardı).
[13] Mâide sûresi, âyet: 91
[14] Mâide sûresi, âyet: 91
[15] Hâlbuki Peygamberimiz, (Çok içince serhoş edenin, serhoş etmeyen az mikdârını içmek de, harâmdır) buyurdu.
[16] Bekara sûresi, âyet: 184
[17] Hicr sûresi, âyet: 99
[18] Bütün islâm kitâbları diyor ki, burada (Yakîn) ölüm demekdir. Bu âyet-i kerîme, (Ölünciye kadar ibâdet et!) demekdir.
[19] Tâhâ sûresi, âyet: 14
[20] Peygamberimiz (Nemâz dînin direğidir. Nemâz kılan dînini yapmış olur. Kılmıyan, dînini yıkmış olur) ve (Nemâzı, benim kıldığım gibi kılınız!) buyurdu. Nemâzı bu şeklde kılmamak büyük günâhdır. Kalbin temiz olmasına alâmet, nemâzı doğru kılmakdır.
***************************************** Diğer bölümler: