Kasım 2013

Darülaceze, 1895 yılında padişah II. Abdülhamit'in fermanı üzerine Okmeydanı'nda 27.000 metrekarelik bir alan üzerine kurulmuştur.

Bir idare binası, sekiz aceze dairesi, çocuk yuvası, revir ve hastane, cami, kilise, sinagog, iş ocakları, aş ocağı, fırın, hamam, çamaşırhane, gasilhane, berberhane, hemşire ve bakıcılar için personel lojmanları, rehabilitasyon merkezi, hayvan kesimhanesi, demirbaş eşya deposu, kuru gıda ambarı, yaş sebze ve meyve muhafaza deposu, buzhane gibi üniteleri içine alan 20 binadan oluşmaktadır.

Burada yüzyıldan beri din, mezhep, dil, ırk, sınıf ve cinsiyet farkı gözetmeksizin bakıma muhtaç kimsesiz, yaşlı ve sakat insanlarla, sokağa terkedilmiş 0-6 yaş arası çocuklar ücretsiz olarak, her türlü ihtiyaçları karşılanarak barındırılmaktadır.

*****************************************************************

Darülaceze 360tr sanal tur


*****************************************************************


Dârülaceze Yetimhanesinde Çocuklar. Çocukların üzerindeki levhada “Padişahım çok yaşa” yazılıdır (KAYNAK: Ehâsin-i Müessesât-ı Hayriye-i Hilafetpenahiden Dârülaceze, Mihran Matbaası, Istanbul 1324)




KAYNAK:DARULACEZE

ilgili bölüm

***********************************************

***********************************************


Hayat Karabekir, babasını anlatıyor

Geçenlerde Karabekir Paşa'nın kızlarından Hayat Hanım'la konuşuyorduk. Babasıyla ilgili şu çarpıcı olayı anlattı:

Ailece bir sünnet düğününe gidiyorlarmış. Tabii "karga" dedikleri sivil polisler de peşlerinde. Tramvaya binmişler, polisler de binmiş. Gidecekleri yere gelince kendileri inmiş tramvaydan.

 "Baktım" diyor, "babam sağa sola baktı.

 Sonra hareket eden tramvayın peşinden koştu, camını tıklattı ve vatmana 

"İçeride arkadaşlarımız var, söylesin de insinler, indiğimizi fark etmediler galiba." dedi.

 Kapı açıldı, hafiyeler de indiler.

 Babama dedim ki:

 "Niye haber verdiniz? Ne güzel kurtulmuştuk onlardan." 

Bana verdiği cevabı hiç unutmuyorum: 

"Öyle deme evladım, onların da çoluk çocukları var. Onlar da bu işten ekmek yiyor. Bizi kaybederlerse üstlerine ne cevap verecekler? Belki de ekmeklerinden olacaklar. Onların görevi bizi takip etmek. Kendilerine yardımcı olmak da bizim görevimiz."


Mustafa Armağan
(Zaman, 29.01.2012)


Cumhuriyet ve bağımsızlık savaşı subayları.

"Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, İstanbul işgal edilip batı Anadolu Yunan ordusunun eline geçince Mustafa Kemal, saltanatın kaldırıp Cumhuriyetin kurulması gerektiği inancını taşısa da, şurası açıktır ki bağımsızlık savaşını yürüten pek çok subay Cumhuriyet için değil, Osmanlı Devleti'ni kurtarmak için mücadele vermişti."

Cemal Kafadar
(Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak, Timaş Yayınları,
Eylül 2011, İstanbul, Sf.115)



Çanakkale Savaşları'nın yapıldığı yerler Fotoğraf, harita ve videoları Google Earth üzerinden izleme şansınız var. Böylelikle  muharebe alanını, kuş bakışı görme fırsatı yakalıyorsunuz.

Google Earth bilgisayarınıza yüklü değil ise bağlantıdan indirip

Gallipoli bağlantı adresinden programı masa üstüne indirip çalıştırabilirsiniz.










 ANZAK ASKERİ

1957 yılında İstanbul Tip Fakültesi`den mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD`ye gitmiştim.

Görev yaptığım hastane de başımdan geçen ilginç bir hadiseyi şöyledir: 

Amerika`ya gittiğim ilk yıllar...

 New York`da Medikal Center Hospital`da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi isler... 

Yeni gelmiş doktorlar hemen doğrudan hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında 'kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?'dedim.

 Adamcağız kanserdi ve ayni zamanda kansızdı. Kolunu açtım, Baktım pazusunda Türk bayrağı dövmesi var. 

Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim: 

'Siz Türk müsünüz?' Kaslarını yukarıya kaldırarak 'hayır' manasına bir işaret yaptı. 

Ama ben hala merak ediyorum.

 'Peki, bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?'

 'Aldırma öylesine bir şey işte.' dedi. 

Ben yine ısrarla: 'Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...' dedim..

 Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:

 'Siz Türk musunuz?' 

-Evet Türk`üm. İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı. 

Anlatmaya başladı: 

'Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye`de.

 Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarindandim. İngilizler bizi toplayıp dediler ki: 

'Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerlerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.' 

Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katildik. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı Topladığı askerlerin tamamını Çanakkale`ye sevk ediyormuş.

 Bizi gemilere doldurup Mısır`a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale`ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm.

 Öyle ki denize düsen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatinin baharında can veriyordu. 

Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki, onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk baslarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. 

Meğer bu barbarlıktan değil yüreklerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş .

 Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi yine püskürtüyorlar Tekrar taarruz ediyoruz... 

Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum.

Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya...

 Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerinden ikram ettiler bana. 

İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok oldum doğrusu. Dedim ki kendi kendime: 

'Bu adamlar isteseler beni su anda öldürürler ama öldürmüyorlar, Beni doyuruyorlar. Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler.' 

Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla`Yazıklar olsun bana` dedim. Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış` diyerek pişman oldum.

 Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. 

Bu bayrağın esrarı bu işte.' Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: 

'Talihin cilvesine bakin ki o zaman ölmek üzereyken yaralarımı iyileştirerek sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türklerdi. Simdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk...

 Ne garip değil mi? Avustralya`dan Amerika`ya gelirken bir Türk ile böyle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. 

Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.' 

Bu sözlerin ardından nemli gözlerle 'Bana adinizi söyler misiniz?'dedi. 

'Ömer' cevabini verdim. 

Merakla tekrar sordu: 'Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?'

 -Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adini vermiş. 

-Senin adın Müslüman adı mı?

 Ben, 'Evet, Müslüman adı.' deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi.

 Onun yatakta oturmasına yârdim ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:

 'Senin adin güzelmis. Benim adim şimdiye kadar Josef Miller` şimdiden sonra 'Anzaklı Ömer' olsun.' 

'Olsun' dedim. 

-Peki, hekim beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu? Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya Karar vermişti? Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş 

'Tabii' dedim. 'Müslüman olmak çok kolay.'

 Sonra kendisine imanın ve İslam`in şartlarını anlattım, kabul etti. 

Hem kelime-i Şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu. 

Mırıldandı: 'Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden teşbih çekerek Tanrı`yi ansam olur mu?'

 Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Tanrı`yi zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Sonrasında bir tespih bularak kendisine getirdim. 

Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk.

 Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti:

 'Beni yalnız bırakma olur mu?' 

-Ne gibi Ömer amca? 

-Ara sıra gel de bana İslam`i anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. 

O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum: 

'Doktor Ömer, lütfen, 217 numaralı odaya gelin!'

 Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi:

 Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanıyla koskoca Anzakli Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti... Ne yalan söyleyeyim ağladım, ağladım, ağladım..

Bu yaşanmış öyküyü aktaran, Sayın Dr. Ömer Musolu 85 yaşındadır ve halen İstanbul Moda'da oturmaktadır 
2012-12