Türkiye Bilimsel Teknik Araştırma Kurumu'nun (TÜBİTAK) düzenlediği yarışmaya katılan öğrencilerin "Malatya ve Yöresinde Ermenilerin Sebep Olduğu Olaylar" projesiyle Ermenilerin...
Articles by "Ermeni"
Ermeni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Timsal Karabekir - Kazım Karabekir'in kızı- Babam Erzurum'a yaklaşırken gördüğü manzara karşısında; "Benim gözümün gördüklerini Allah dünyada hiçbir göze göstermesin....
Hepimiz ermeniyiz" diyenler, hocalı katliamı yıldönümünde neden "hepimiz azeri türk'leriyiz.." demediler?
Hocalı saldırısının olduğu tarihlerdeki bir gazete küpürü.
Hocalı Katliamı, 25 Şubat 1992'de Azerbaycan'ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kentinde çok sayıda Azeri sivilin, Ermeniler tarafından öldürülmesi olayıdır. Azeri kaynaklarına ve Memorial Human Rights Center, Human Rights Watch ve diğer bazı uluslararası insan hakları kuruluşlarının bildirdiklerine göre[1] [2] katliam, Rus 366. Motorize Alayı'ın desteğindeki Ermeni silahlı kuvvetleri tarafından gerçekleştirilmiştir.[3]
Human Rights Watch, Hocalı katliamını Karabağ'ın işgalinden bu yana cereyan eden en kapsamlı sivil kırımı olarak nitelendirmiştir. Azeri kayıplarının sayısı üzerinde tartışmalar devam etmekteyse de, 400 ila 1000 arasında oldukları genel kabul görmektedir. Azerbaycan resmî kaynaklarının bildirdiği resmî rakam 613 sivil olup, bunların 106'sı kadın ve 83'ü çocuktur.[4]
Oluşumu
Yukarı Karabağ bölgesinin en önemli tepelerinden birisinde olan Hocalı köyü stratejik olarak Ermenistan Silahlı Kuvvetleri için askeri bir hedef niteliğinde idi. Hocalı stratejik olarak Karabağ dağ silsilesinde Ağdam-Şuşa, Eskeran-Hankendi yollarının üzerinde yerleşmektedir. Hocalı'nın coğrafi-stratejik konumu Ermeni silahlı birliklerinin buraya saldırmasına müsaitti. Hocalı Hankendi'nden 10 km uzaklıkta güneydoğusundadır. Karabağ'daki tek havaalanı Hocalı'dadır.
Hocalı 1991 yılının Ekim ayından itibaren ablukadaydı. Ekim'in 30'unda kara yoluyla ulaşım kapanmış ve tek ulaşım vasıtası helikopter kalmıştı. Hocalı'ya son helikopter 1992 yılı Ocak ayının 28'inde gitmişti. Şuşa şehrinin semalarında sivil helikopterin vurulması ve bunun sonucunda 40 kişinin ölümünden sonra bu ulaşım da kesilmişti. Ocak ayının 2'sinden itibaren şehre elektrik verilmemişti. Şubatın ikinci yarısından itibaren Hocalı, Ermeni silahlı birliklerinin ablukasına alınmış ve her gün toplardan, ağır makineli silahlarla bombalanmıştır.
936 km2'lik alana sahip ve 2.605 aileden ibaret 11.356 kişinin yaşadığı Hocalı kasabası 26 Şubat 1992 tarihinde yüzyılın en acımasız soykırımına maruz kalmış ve kasaba tamamıyla yok edilmiştir. Hocalı bu katliamın yaşandığı sırada Azerbaycan Silahlı Kuvvetlerinin koruması altında değildi ve tamamen savunmasız bir durumdaydı. Hocalı da dağınık halde elinde hafif silahlar bulunan 150 kişi bulunmaktaydı. Azerbaycan silahlı kuvvetleri Hocalı halkına yardım edemedi, hatta uzun süre cesetlerin alınması bile mümkün olmadı..
Ermenistan Silahlı Kuvvetleri köyü üç yönden kuşatmış, helikopter ve ağır silahların yardımı ile önce köyü bombalamış ve ardından da köye girerek katliam yapmıştır. Ermeniler bu köyü işgal ederek bütün bölge halkına bir mesaj vermek istemekteydiler. Nitekim Azerbaycan Türkleri için ağır bir mesaj vermiş oldular. Hocalı işgal edilerek ve neredeyse tamamen yok edilerek bölgedeki çözülme hızlandırılmış oldu. Ermeniler bu hamleyle aynı zamanda önemli bir stratejik mekanı da işgal ederek askeri açıdan önemli bir başarı elde etmiştir. Ancak insanlık adına tarihin en acımasız soykırımı gerçekleştirilmiştir. Diğer taraftan Ermeniler için bu soykırım kendilerinin iddia ettiği 1915 yılında yaşananların bir öcü niteliği de taşımaktaydı.
Ermenistan Silahlı Kuvvetleri 1992 yılının 25 Şubatı 26 Şubata bağlayan gecede bölgedeki 366. Alayın da desteği ile önce giriş ve çıkışını kapadığı Hocalı köyünde sivil, kadın, çocuk, yaşlı ayırımı yapmadan resmi rakamlara göre 613 kişiyi katletmişlerdir. Katledilenlerin 83'ü çocuk, 106'sı kadın ve 7'ten fazlası ise yaşlıydı. Normalde en şiddetli savaşlarda dahi savaş dışında tutulan, dokunulmayan bu kesime Ermeniler yaşlı, kadın ve çocuk demeden acımasız işkenceler yaparak katletmiştir. Bu katliamdan toplam 487 kişi ağır yaralı olarak kurtulmuştur. 1275 kişi ise rehin alınmış ve 150 kişi ise kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, kulakları, burunları ve kafaları ile vücutlarının çeşitli uzuvlarının kesildiği görülmüştür. Aynı vahşetten hamile kadınlar ve çocuklar bile nasibini almıştır.
Basında Hocalı Soykırımı
* Krua l'Eveneman Dergisi (Paris), 25 Şubat 1992 tarihi: Ermeniler Hocalı'ya saldırmıştır. Bütün dünya vahşice öldürülmüş cesetlere şahit oldu. Azeriler binlerin öldüğünden bahsediyor.
* Sunday Times Gazetesi ( Londra) 1 Mart 1992 tarihi: Ermeni askerleri binlerce aileyi yok etmiştir.
* Financial Times Gazetesi (Londra) 9 Mart 1992 tarihi: Ermeniler Ağdam'a doğru giden orduyu kurşun yağmuruna tutmuştur. Azeriler 1200 kadar ceset saymış. Lübnan'lı kameraman, ülkesinin zengin Ermeni Taşnak lobisinin Karabağ'a silah ve asker gönderdiğini onaylamıştır.
* Times Gazetesi (Londra) 4 Mart 1992 tarihi: Birçok insan çirkin hale getirilmiş, masum kızın sadece kafası kalmış.
* İzvestiya Gazetesi( Moskova) 4 Mart 1992 tarihi: Kamera kulakları kesilmiş çocukları gösterdi. Bir kadının yüzünün yarısı kesilmişti. Erkeklerin arasında kafa derisi soyulmuştu.
* Le Mond gazetesi (Paris) 14 Mart 1992 tarihi: Ağdam'da bulunan basın mensupları, Hocalı'da öldürülmüş kadın ve çocuklar arasında kafa derisi soyulmuş, tırnakları çıkarılmış üç kişi görmüşler. Bu, Azerilerin propagandası değil bir gerçektir.
* İzvestiya Gazetesi (Moskova) 13 Mart 1992 tarihi: Binbaşı Leonid Kravets: “Ben kendim tepede yüze yakın ceset gördüm. Bir erkek çocuğunun kafası yoktu. Her tarafta işkenceyle öldürülmüş bayan, çocuk ve yaşlılar vardı.”
* Valer Actuel Dergisi (Paris) 14 Mart 1992 tarihi: Bu ‘özerk bölgede' Ermeni silahlı birlikleri yakın doğuda üretilmiş yeni teknolojiye, ayrıca helikoptere sahiptiler. ASALA'nın Suriye ve Lübnan'da askeri kamp ve silah depoları vardır. Ermeniler yüzden fazla Müslüman köylerine saldırı düzenlemiş ve Karabağ'daki Azerbaycanlıları öldürmüşler.
* R. Patrik, İngiliz Muhabir (olay yerinde bulunmuş): “Hocalı'daki vahşiliklere dünya kamuoyunda hiçbir şekilde hak kazandırılamaz !!!”
* Golos Ukraini: V Stacko: Savaşın yüzü olmuyor. Yalnız çokça maske, kanlı gözyaşları, ölüm, bedbahtlık, yıkımlar. Hocalı'da bebekleri ne için katlettiler, ya anneleri? Allah insanı cezalandırmak isteyince onun aklını alıyor.'
* Nie Gazetesi: (Bulgaristan) Violetta Parvanova: 'Hocalı insanlığın faciasıdır.'
* 3 Mart 1992'de BBC Morning News saat 07.37 yayınında durumu şöyle aksettirmiş; “Canlı yayın muhabirimiz 100 den fazla Azeri erkek, kadın ve bebek dahil olmak üzere çocuk cesetleri gördüğünü ve bunların başlarına yakın mesafeden ateş edilerek öldürüldüğünü rapor ediyor.”
* 16 Mart 1992 tarihli Newsweek'te Pascal Privat ve Steve Le Vine tarafından hazırlanan haberde katliam şu şekilde yansıtılmış: “Geçtiğimiz hafta Azerbaycan yine bir morgun mahzeni gibiydi; bir caminin arkasına geçici olarak kurulmuş morga sürüklenerek getirilmiş düzinelerce ceset ve yas tutan mülteciler... Bunlar 25 ve 26 Şubat tarihinde Ermeni kuvvetleri tarafından istila edilen Yukarı Karabağ bölgesindeki Hocalı köyünün Azeri sakinleriydi. Cesetlerin çoğu kaçmaya çalışırken yakın mesafeden vurulmuştu, bazılarının yüzleri paramparça idi, bazılarının kafa derileri yüzülmüştü…”
* Human Rights Watch: Hocalı katliamını Karabağ'ın işgalinden bu yana cereyan eden en kapsamlı sivil kırımı olarak nitelendirilmiştir.
* Amerikalı gazeteci Thomas Goltz: “Fotoğrafçı arkadaşım öyle etkilenmişti ki fotoğraf çekebilmesi için kendisini objelerin üzerine doğru itmem gerekiyordu. Cesetler, mezarlar, evet hepsi mide gerektiriyordu. Ama olanları anlatmak, dünyaya duyurmak gerekliydi. Hayatta kalanları bularak hemen orada neler dediklerini kaydettik. Bazı cesetleri tanımaya çalıştım ama yüzlerinden vurulanlar, tanınmayacak halde olanlar vardı. Bazılarının kafa derileri yüzülmüştü.'
* Hocalı katliamına tanık olan ve daha sonra Beyrut'a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan, ‘For the Sake of Cross' (Haçın Hatırı İçin) isimli kitabında (Sayfa: 62-63) vahşeti şöyle anlatıyor: ”...Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı'nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hâlâ yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa'ya döndüm. Onlar Haç'ın hatırı için savaşa devam ettiler.”
Hocalı Şahitlerinin İfadelerinden Soykırım
* Cemil Cümşüdoglu Memmedov: Nehçivanik koyüne gidip Ermenilere torunuma acımalarını söyledim. Bana hakaret edip komutana verdiler. O da bizi hapsetmelerini emretti. Burada çok sayıda kadın¬kız, çocuk vardı. Sonra bizi Askeran'a getirdiler. Karım, kızım, eniştem oradaydı. Tırnaklarımızı çektiler. Zenciler havaya sıçrayıp, yüzüme tekme atıyorlardı. Çok işkenceden sonra beni Ermeniler ile değiştirdiler. Karım, kızım ve torunumdan hiç haber alamadım.
* Seriye Talibova: Gözümün önünde 4 Mesket Türk'ünün, 3 komşumuzun başını Ermeni askerinin mezarı başında kestiler. Ermeniler, anne babalarının önünde çocuklarına işkence yapıp öldürdüler. Sonra cesetleri buldozerlerle dereye döktüler.
* Cemal Allahverdioglu Orucov: 16 yaşındaki oğlumu kurşunladılar. 23 yaşındaki kızımı iki ikiz oğlu ve 18 yaşındaki hamile kızımı elimizden aldılar.
* Hatice Abdullayeva: Bir süre yalın ayak ormanda kaldıktan sonra babam, annem ve 16 yaşındaki kız kardeşim soğuğa dayanamadılar. Esir düştüm, taşnak esirlerle değiştirildim. Şimdi iki ayağımdan da mahrumum.
* Mirza Allahverdiyev: Ermenilerin saldırısından sonra ormana kaçtık. Burada 3 gün aç-susuz kaldık. 28 Şubat akşamı bizi kuşattılar. Bizi Askeran'da ölüm hücresine aldılar. Her gün birkaç adamı götürüp öldürüyorlardı. Altın dişlerimi kelpetenle çıkardılar. Babamı, iki kardeşimi, kardeşimin oğlunu öldürdüler.
* Nesibe Aliyeva: Ormandan çıkar çıkmaz Ermeniler ateş açtılar. 40 kişiydik. 26 kişiyi aralarında oğlumu ve eşimi de öldürdüler.
* Hatice Orucova: 8 yaşındaydım. Gözümün önünde babamı, annemi, 6 yaşındaki kız kardeşimi Ermeniler kurşunlayıp öldürdüler. Kurşun bana da geldi.
* Muhammed Orucov: Ermeniler esirler arasında 10-13-15 yaşlarında kızları ayırarak götürdüler.
* Cemil Memmedov: Şehre giren tanklar ve zırhlı taşıyıcılar evleri yıkıyor ve insanları eziyordu.
* Talibov Samed: Yapılan işkenceler karşısında seslerini çıkaranları hemen öldürüyorlardı. Esirlikte gördüğüm dehşeti hiç unutamayacağım.
Kaynaklar
1. New York Times - Massacre by Armenians Being Reported
2. TIME Magazine - Tragedy Massacre in Khojaly
3. Small Nations and Great Powers: A Study of Ethnopolitical Conflict in the Caucasus By Svante E. Cornell
4.Letter from the Charge d'affaires a.i. of the Permanent Mission of Azerbaijan to the United Nations Office
Klişe bir lakırdı; “Senin özgürlüğünün başladığı yerde, bir başkasının ki biter.” Buna paralel bir soru sorayım, “Benim Haklarımın Başladığı Yerde Seninkiler Biter mi?”
Türkiye yıllardır hakların ve özgürlüklerin tartışıldığı ülke konumundan bir adım ileriye gidemediği gibi, hak ve özgürlük konusunu eline yüzüne bulaştırdı. Devlet geleneği olarak hak ve özgürlük fakiriyiz.
Son yıllarda bu yönde artan istekler, devleti bir şeyler yapma konusunda etken bir rol oynamasına itiyor ama; meleke eksikliği, yanlış adımlar atılmasına sebep oluyor. Medya da her zaman ki gibi aynı yanlışın peşi sıra seğirtiyor. Salatalığın(!) ardından, bir avuç tuzla koşuyor.
Kürt meselesi veya Kürt sorunu ya da terör sorunu, henüz doğru tanımlama bile yapılmamış olması olaydaki vahameti müşahede etmek açısından önemli. Devletin, yanı sıra medyanın da tanımını yapmakta zorlandığı sorunu, çözme aşamasında nasıl kıvrandığını ve yanlışlara gark olduğunu ibretle izliyoruz. Sadece izlemekle kalmıyor, toplumsal bölünme ve çatışma yaşıyoruz. Kılavuzumuz karga olduğu için…
Ermeni meselesi ve azınlıklar konusunda da durum farklı değil.
Kürtlere haklarını verelim derken, Türklerin ayağına basmak, “azınlık” kompleksiyle hareket ederken, “çoğunluğa” zulmetmek bundan olsa gerek.
Kürt meselesi, Ermeni meselesi, azınlık hakları vs. derken, öyle bir kamuoyu oluşmaya başladı ki, Müslüman-Türk tebaa artık kendini azınlık hissetmeye başladı. Türklük ve Müslümanlık utanılacak boyuta ulaşacak.
Kimse “AKP hükümeti var. Müslümanlar altın çağını yaşıyor” demesin. Büyük yanılgı olur. Başörtülü okula giderek veya İHL’lerin orta kısmını açarak, Müslümanlara hakları verilmiş olmuyor. Başı açık veya dindar olmayanlar da Müslüman olduğuna göre onların hakları ne olacak. Bu olaya partiler ve siyaset üstü bakın. Ne kadar çok yukarıdan bakarsanız o kadar çok şey görmeniz mümkün.
Zaten sorunumuz politik olmaktan kaynaklanıyor. Medya ve kanaat önderleri bizi politize ediyor. Her meseleye o gözlükle bakmaya başlayınca, istenildiği gibi üzerimizde mühendislik faaliyeti sürdürebiliyorlar.
İşte size bir örnek: Azınlık vakıfları için harekete geçen AKP neden Müslüman vakıfları için bir şey yapmıyor. 1935 yılında tüm vakfiyeler kamulaştırıldı. Sonra bir kısmı satıldı. Ermeni ve Rumlar kendi mallarının peşine düşmüş durumda. Ya Müslümanlar…
Halkın kendi parasıyla yaptırdığı camilere ve vakfiyelere devlet nasıl el koyabilir.
Koymuş zamanında.
Azınlıklar haklarını geri alırken, İslamcı(!) AKP neden camilerin vakfiyelerini geri vermiyor. Hayırseverlerin, üzerinde alın teri bulunan vakıflara bağışladıkları gayrimenkulleri, Vakıflar Genel Müdürlüğü nasıl olur da devlet adına işletebilir?
Halkın kendi parasıyla yaptırdığı camilere ve vakfiyelere devlet nasıl el koyabilir.
Koymuş zamanında.
Azınlıklar haklarını geri alırken, İslamcı(!) AKP neden camilerin vakfiyelerini geri vermiyor. Hayırseverlerin, üzerinde alın teri bulunan vakıflara bağışladıkları gayrimenkulleri, Vakıflar Genel Müdürlüğü nasıl olur da devlet adına işletebilir?
Her dönem, iktidar partisi hangi ideolojiyi savunuyorsa, tam tersini yapmıştır. Refahyol döneminde, Erbakan en çok dış anlaşmayı İsrail ile imzalamıştır. Egemen güçlerin Türkiye üzerindeki stratejisi budur.
Bununla ilgili küçük bir anekdot geçeyim: 1980’li yıllarda Günaydın Gazetesi’nin başyazarı olan araştırmacı-yazar Aytunç Altındal, Necmettin Erbakan’la bir görüşmesinde, Erbakan’ın kendisine, o günkü Hürriyet Gazetesi’nin manşetten verdiği haberi göstererek, “Aytunç bey, manşeti görüyor musunuz. Beni en iyi giyinen siyasi lider seçmişler. Ve manşetten vermişler. Bu mason takımı, bizi iktidar yapacak ve orada boğacaklar” diye aktarır.
**********
Radikal Gazetesi’nde okuduğum haber yukarıda yazdıklarımı onaylar biçimdeydi. “Onlar 'taş' değil çalınmış yaşamlar” başlıklı yazının girişinde, “Bir beyanname marifetiyle adeta devlet tarafından yağmalanan Ermeni vakıf mallarının tam bir dökümü yayımlandı. Manzara vahim.” deniyor.
Şimdi vahim manzara neymiş ona bakalım habere göre; “Ermeni vakıflarına ait 661 adet taşınmaza değişik sebeplerle el konulmuş. Bunlardan sadece 143 tanesi, son 10 yıl içerisinde yapılan yasal değişiklikler sonucunda vakfına iade edildi.”
Kendi gasp edilen haklarını bilmeyen bir çoğunluk, azınlığın haklarını nasıl savunacak? ‘Kraldan çok kralcı’ içgüdüsü; ‘azınlıkları savunmak’ modasına uyarlandığında komik oluyor. Neden mi?... Haberi yapan Demet Bilge, Müslümanlara ait 1927 - 1972 yılları arasında 3 bin 900 vakıf eseri satılırken bunların 2 bin 815'ini camilerin oluştuğunu bilmiyordu. Biliyorsa bunu neden gündeme getirmiyor.
Nedeni bana göre basit.
AKP’ye küfretme ve muhalif olma o kadar çok pirim yapıyor ve bizi kahramanlaştırıyor ki, tarafsız bakış imkânsızlaşıyor.
Politize olmanın ülkeye verdiği yıkım…
Politize olmanın ülkeye verdiği yıkım…
Vatanseverliği AKP karşıtlığına endekslemek büyük yanılgı ve hata. Bizi at gözlüğüne mahkum eden zihniyet, aynı zamanda yıkımımız olacak.
Politize olmadan da VATANSEVER olabiliriz.
Politize olmadan da VATANSEVER olabiliriz.
Radikal muhabiri Demet Bilge aynı refleksle, gasp edilmiş Müslüman vakıflarından ziyade azınlık vakıflarını gündeme getirmeyi evlâ bulmuş.
**********
Karaköy Perşembe Pazarı, Osmanlı’dan bu yana sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin önemli ticaret merkezlerinden biri. Bugün de kısmen aynı statüsünü koruyor. Şişhane’den Perşembe Pazarı’na girdiğinizde Karaköy’e doğru ilerlerken, deniz tarafında izbe ve yıkılmaya yüz tutmuş hanları görürsünüz. Halen ticari faaliyet hanların içinde devam etmektedir. Bu yapılar içinde bulunan Fatih Bedesteni'nin kapı girişinde, caddeden baktığınızda okunabilecek durumda olan bir kitabe mevcut. “İşbu Fatih Bedesteni Ayasofya Vakfiyesidir.”
Buna benzer binlerce vakfiye mevcut. Binlercesi 1934 yılında çıkarılan bir yasayla kamulaştırılmış. Ayasofya veya Sultanahmet camilerine ait, Trakya ve hatta Arnavutluk’ta bile halk tarafından bağışlanmış gayrimenkuller mevcut. Tarla, bahçe, bina vs. gibi.
Sadece camiler değil Osmanlı döneminde kurulmuş ve günümüze kadar varlığını sürdüren; padişahların, paşaların, hanım sultanların ve varsıl insanların kurduğu hizmet vakıflarının taşınmazları da aynı kaderi paylaşıyor.
Aynı dönemde kamulaştırılarak, satılan Selâtin camilerinin vakfiyelerine ait taşınmazların Hıristiyanlar tarafından alındığından daha önce söz etmiştim.
Zaman içinde yurtdışına giden ve yaşamını orada sürdüren gayrimüslimlerin, buradaki kiracılarına bir banka hesap numarası bıraktıklarını, kiracıların kira bedellerini söz konusu hesaba havale ettiklerini, hesap numarasının ise Papalığa ait olduğunun ortaya çıktığını ‘Camilerden Vatikan’a Para’ başlığıyla yazmıştım.
Bir Müslüman meşru yoldan elde ettiği bir gayrimenkulü, bir camiye bağışlıyor. Devlet bu mala el koyuyor. Sonra o mal üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan bir gayrimüslime satıyor. Sonra o kişi de malını, kendi kutsalı olan Vatikan’a bağışlıyor. Hak, adalet nerede?
‘Çoğunluk’ olarak kendi gasp edilen hakkımızın hesabını soramıyoruz.
Ermeniler vakıf mallarıyla ilgili bir kitap hazırlamışlar.
Azınlıkların verdiği mücadeleyi anlamak için habere geri dönelim: “…… Oysa cümlelerdeki her bir kelime Türkiyeli Ermenilerin yüz yıldır yaşadıkları ‘hak gaspını’ ve buna karşı verdikleri sonu gelmez mücadeleyi ifade ediyor…. 1936 Beyannamesi’ne atıf yapılarak ‘2012 Beyannamesi’ adı konulan kitap 400 sayfadan oluşuyor. Ve şimdiye kadar İstanbul’daki Ermeni vakıf mallarına dair en geniş envanteri koyuyor ortaya.”
Ermeni vakıf eserlerinin envanteri niteliği taşıyan kitap, 2 yıllık çalışma sonucu ortaya çıkmış.
Kitabı, içlerinde Müslüman-Türkler’in de bulunduğu; Mehmet Polatel, Nora Mildaroğlu, Özgür Leman Eren ve Mehmet Atılgan’dan oluşan bir ekip hazırlamış. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi önsöz yazmış. Kitap için bir web sitesi açılmış. Sitede 200 fotoğraf, haritalar, tapu belgeleri, vesair matbu evrak bulunuyor. Takdire şâyân bir çalışma.
Yukarıdaki ekip ücreti mukabilinde-Ermeniler’e olduğu gibi; Müslüman vakıfları için aynı çalışmayı yaparlar mı? Merak ediyorum. Önsözü yazan kişi için de teklifim aynı.
Anekdot: 2011’de çıkan ‘Kanun Hükmündeki Kararname’yle bazı taşınmazlar azınlıklara iade edildi. Müslümanlar için henüz söz konusu değil.
Kitaptan: “… Burada sözü edilen kurumlar, genci ihtiyarı, kadını erkeği, zengini fakiriyle, bu topraklarda yaşayan insanların birlikte var ettikleri değerlerdi. Haksızlığa konu olan mülkler, ibadethanelere, okullara, yetimhanelere, huzurevlerine, bütün bir topluma can veren maddi kaynaklardı. Türkiye Ermenilerinin toplumsal yaşantısı ve kültürü, bu ekonomik zemin üzerinde yükseliyordu…”
Yukarıda yazılan dramatik nesre aynen imzamı atarım. Elbette‘çoğunluğun’ gasp edilmiş haklarını da kapsayacak şekilde.
Camilerin bugün birtakım oluşumların eline geçmesi, sosyal ve ekonomik işlevlerini kaybetmesinden dolayıdır. Sosyal kurum olma statüsünü, vakfiyeleri elinden alındıktan sonra kaybeden camiler, veren değil cemaatine ‘el açan’ ibadethaneler haline gelmiştir.
Zamanında imareti, bimarhanesi, okulu, hanı, hamamı, misafirhanesi ve diğer müştemilatıyla sosyal bir kurum olarak inşa edilen camilerimiz, günümüzde sadece ibadethane işlevi görüyor.
**********
Vakıf mallarına el konulması bu meyanda laiklik tartışmalarının aslında tam ortasında duruyor diyebiliriz. Laiklik bugüne kadar farklı bir bakış açısıyla tartışılmış, oysa sosyo-kültürel yönü hiç ele alınmamıştır.
Aslında Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman laik olmamıştır. 1923 yılında kurulan cumhuriyette, 1924 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Anayasada yapılan değişiklikle 1937 yılında “Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır.” Eklemesi yapılmıştır. Devlet kurumu olarak Diyanet İşleri lav edilmemiştir.
Laik bir devletin din kurumu ve buna bağlı din adamlarının devlet memuru statüsü taşıması olması laiklik ile nasıl örtüşür düşünün...
KEMÂL KAPLAN
6 Haziran 2012
Yıl 1997. Eminönü Hizmet Vakfı, ilçede bulunan vakıf eserleriyle ilgili bir araştırma yapıyor. Araştırma, Selâtin Camileri, yani sultanların camileri üzerine yoğunlaşıyor. Araştırma sonucunda tüyler ürperten sonuçlara ulaşılıyor.
6 Haziran 2012
Yıl 1997. Eminönü Hizmet Vakfı, ilçede bulunan vakıf eserleriyle ilgili bir araştırma yapıyor. Araştırma, Selâtin Camileri, yani sultanların camileri üzerine yoğunlaşıyor. Araştırma sonucunda tüyler ürperten sonuçlara ulaşılıyor.
Saray geleneğinde selâtin camilerinin yaptırılabilmesi için birtakım koşullar vardır. Öncelikle padişahın, askerî bir zafer kazanması ve bu zaferle birlikte önemli bir savaş ganimeti ele geçirmesi gerekirdi. Selâtin camilerinin yapımında devlet hazinesi kullanılmaz, yalnızca padişahın kişisel serveti kullanılırdı.
Camilerin neredeyse hepsi birer külliye olarak inşa edilirdi. Külliyede, cami ile birlikte medrese, imaret, türbe, kütüphane, hamam, aşevi, kervansaray, çarşı, okul, hastane, tekke, zaviyeler mevcut olup devrin en önemli sosyal kurumu durumundaydılar.
Tüm bu kompleksi bir arada düşündüğünüzde, komplike bir işletme karşımıza çıkıyor. Buranın işletilmesi de ayrı bir maharet istiyor. Camiler bugünkü gibi namaz sonrasında, kapının önüne bir kutu konarak halktan yardım toplamıyor. Halka el açmıyor. Bilakis, veren el durumunda.
Peki, tüm bu külliyenin harcamaları nasıl karşılanıyor. Elbette vakıflar yardımıyla. Öncelikle cami yaptıran sultan, vakfiye olacak dükkânlar ihdas ettiriyor. Bu dükkânların kira gelirleri cami ve külliye için kullanılıyor. Hayırsever vatandaşlar da, ev, tarla, dükkân vb. gayrimenkul ve menkullerini camilere vakfedebiliyor. İşte bu sosyal olgu, camileri toplumun merkezine yerleştiriyor.
Günümüzde, İstanbul Karaköy Perşembe Pazarı’nda bulunan bir işhanı Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa ettirilmiş ve Ayasofya Camii’ne vakfedilmiş. Halen kitabesi durmaktadır. Bunun gibi daha nice vakfiyeler bulunuyor. Hatta Sultanahmet Camii’nin vakfiyesi olarak Trakya ve Balkanlar'da yüzlerce dönüm tarlası bile bulunuyor.
Hayrete düşüren bir durum değil mi.
Lakin daha can alıcı bölüme gelmedik. Bu vakfiyelere 1935 yılında CHP hükümeti tarafından el konuluyor. Nuruosmaniye Camii’nin girişinde bulunan dükkânlar, Sultanahmet Camii’nin alt tarafındaki arasta, binlercesine iki örnek.
El konulan vakıf malları bir kısmı devlet kasasını doldurmak için satışa çıkarılıyori kalanını devlet işletiyor. Vakıf malının haram olduğuna inanan Müslüman halk uzak dururken, gayrimüslimler adeta yağmalanan vakıf mallarını satın alıyor.
Gayrimüslimler satın aldıkları vakıf taşınmazlarını ya kendileri işletiyor veya kiraya veriyorlar. Gel zaman git zaman, bunlardan bazıları çeşitli nedenlerden dolayı ülkeyi terk ediyor. Giderken de, kiracılarına bir banka hesap numarası bırakıyorlar. Kiracılar da kiralarını bu hesaplara yatırmaya devam ediyor.
Şimdi sıkı durun. 1997 yılında olayı öğrendiğimde soluğu araştırmayı yapan Eminönü Hizmet Vakfı’nda aldım. Vakıf Başkanı Hüsnü Hepgür, araştırma sonucunda insanı dehşete düşüren bir sonuca varmıştı:
Kiracıların kira ücretlerini yatırdıkları banka hesabının Vatikan Papalığı’na ait olduğunu saptamışlar.
Araştırmamı biraz daha derinleştirince, geçen yıl kaybettiğimiz vatansever gazeteci-yazar Necdet Sevinç’in, daha 1969 yılında konuyla ilgili bulgulara rastladığını öğrendim. Sevinç Nuruosmaniye Camii hakkında yaptığı bir araştırmada, caminin vakfiyelerini Ermeni ve Süryanilerin satın aldıklarını ve bunların Ermeni kiliselerine vakfedildiğini tespit etmişti.
Haber, çalıştığım gazetede sürmanşetten girdi. Birkaç gün kamuoyunda tartışıldı. Ancak sonuca giden yol kapalıydı. 28 Şubat’ın hemen ertesiydi: Memleket toz duman. Herkes kendi paçasını kurtarma peşine düşmüştü. Bizim haberde gümbürtüye gitti.
BUGÜNKÜ DURUM
AKP hükümeti, azınlık vakıflarının hemen hepsini teslim etti. Tüm kilise vakıfları artık sahiplerini buldu. Geçen yıl Bülent Arınç vakıflardan elde edilen gelirin bilmem ne kadar arttığını söylüyordu.
Gayrimüslimlerin vakıfları iade edilmesine rağmen, Müslüman vakıfları neden iade edilmiyor? Kimse bu konuda konuşmuyor merak edilmediği gibi, onlarca İslamcı(!) aydın, yazar ve ilahiyatçı hiçbir platformda camilere ait vakıf mallarının iadesini dile getirmiyorlar.
Hayret!!!
Din-iman, Allah-kitap edebiyatı yapan devlet yöneticilerinin bu yürek burkan duruma müdahale etmemeleri, hatta dışarıdan bir seyirci gibi bakmalarını hazm edebilmemiz mümkün mü?
BUGÜNKÜ DURUM
AKP hükümeti, azınlık vakıflarının hemen hepsini teslim etti. Tüm kilise vakıfları artık sahiplerini buldu. Geçen yıl Bülent Arınç vakıflardan elde edilen gelirin bilmem ne kadar arttığını söylüyordu.
Gayrimüslimlerin vakıfları iade edilmesine rağmen, Müslüman vakıfları neden iade edilmiyor? Kimse bu konuda konuşmuyor merak edilmediği gibi, onlarca İslamcı(!) aydın, yazar ve ilahiyatçı hiçbir platformda camilere ait vakıf mallarının iadesini dile getirmiyorlar.
Hayret!!!
Din-iman, Allah-kitap edebiyatı yapan devlet yöneticilerinin bu yürek burkan duruma müdahale etmemeleri, hatta dışarıdan bir seyirci gibi bakmalarını hazm edebilmemiz mümkün mü?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)