Articles by "Hz. Davud"
Hz. Davud etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Batı dünyası mitolojik kahramanlar yaratarak, toplumlarına milli duygular aşılamaya çalışıyor.  Kelt asıllı Britanya Kralı ARTHUR ve efsanevi kılıcı EKSKALİBUR sadece efsaneden ibaret olmasına rağmen, onlarca kitap ve film bu efsaneyi yaşatmaya çalışıyor asırlardır.

Bizde gerçeği var: Yüzlerce yıl Topkapı Sarayı'nda bulunan Hz. Davud'un kılıcının sırrını kimse çözmeye çalışmıyor. Üzerindeki resim ve yazılarla, tarihe ışık tutacak bu kılıç tarihçilerden ilgi göreceği zamanı bekliyor. 

Aşağıdaki metin: http://anahtar.tv/2012/07/08/hz-davudun-kilici-ve-kitabesinin-sirri/ adlı siteden alınmıştır.

*******

Bir zamanlar adeta dünyanın idare merkezi olan ve asırlarca bu vasfını sürdüren Topkapı Sarayı… Bugünkü adıyla ise Topkapı Sarayı Müzesi… Dünyanın manevi başkentlerinden biri olan İstanbul’da, Sarayburnu sırtlarında muhkem bulunan bu müzenin “kutsal emanetler” bölümünde öyle bir parça muhafaza ediliyor ki, o parça, taşıdığı gizemi yıllardır koruyor. Onun sırrı yıllarca birçok araştırmacıyı peşinden sürükledi ama kimse henüz bu gizemi çözemedi. Hz. Davut peygambere izafe edilen kılıç ve onun bir çeşit kripto metodu ile yazılmış kitabesinden bahsediyoruz. İlginç olan ise kitabede, sadece geçmişte kılıcın başından geçmiş olanlardan değil, gelecekte geçecek olanlardan da bahsetmesi.

Kehânetlerin bir kısmı gerçekleşti:

Osmanlı’nın (Yavuz Sultan Selim dönemi) Mısır’ı fethedeceği otuz yıl öncesinden yazılı olarak kehanet edilmiş ve “Mısır Fethi” kitabedeki gerçekleşmiş kehanetlerden biri… Kitabe, Osmanlının bitişini de haber veriyor. Ama bizler için asıl merak konusu olan, ondaki, geleceğe ait büyük kehanetin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği.

Kılıcın serüvenin nasıl başladığı, ilk olarak Topkapı Sarayı Müzesinin eski Sabık Müdürü Tahsin Öz tarafından yazılan ve 1953’te yayınlanan “Hırka-i Saadet Dairesi ve Emanat-ı Mukaddese” isimli kitapta gündeme geliyor.

“Emsaline Tesadüf Edilemeyecek” (Benzerine Rastlanamayacak) Bir Kılıç:


Bu kitabın 38. ve 39. sayfalarında kılıç ve kitabesiyle ilgili eski müze müdürü Tahsin Öz’ün yazdıklarını aynen aktaralım:
“Bu kılıç, envanteri yapılmak üzere açıldığı sırada, tabanı diğer kılıçlara nazaran daha kalın bir pas tabakası altında idi. Mütehassıs memurlar elile temizlenince, üzerinde insan resimleri ve yazılar bulunmuş ve bunların etüd mevzuu olduğu belirmiştir.

Kılıcın kabzası ağaç üzerine siyah meşin kaplı ve balçağı demirdendir. Uzunluğu 101 santimdir. Tabanı geniş iki ağızlı ve ucu sivridir. Tabanın kabzaya yakın kısmında bir insan resmi bulunmakta olup bir elinde kılıç ve diğer elinde bir kafa tutmaktadır. Bunun altında gayet yüzden hâk edilmiş arabca bir satır bulunmakta olup yazıların arasında cinsini tesbit edemediğimiz (belki Nabatî) bir çeşit yazı daha bulunmaktadır. Son satırda Davud, Süleyman, Musa, Harun, Yuşa, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed isimleri okunabilmektedir.
Bu kılıcın demiri beyaz madenden olup fevkalâde keskin ve emsaline tesadüf edilemeyecek bir hususiyet arzetmektedir. Ancak üzerindeki kısmen okunabilen yazılardan mahiyetinin tesbiti imkâsızdı. Bir müddet sonra sarayın Emanat Hazinesi denilen deposundaki eserler tasnif edildiği sırada bakır bir kitâbe dikkatimizi celbetti. Çünkü üzerinde, kılıçtaki resimlerin ayni bulunuyordu. Bu kitabenin bir tarafı 32 satır arabça ve diğer tarafındaki 28 satır da sözü geçen yazı karakterinde idi. Buradaki resim kılıca nazaran daha bariz görülüyordu.
(…) Altında gemiye müşabih bir resim bulunmakta ve baş tarafında 888 tarihi yazılıdır.”


Gariplikler başlıyor (Dördüncü boyutun varlıkları kitabede):

Kılıcın Kitabesi’nin Baş Kısmı
Kılıç ve kitabesiyle ilgili bu teknik bilgilendirmeyi yaptıktan sonra Tahsin Öz, kitabenin hülâsasına geçer. Asıl garipliklerin birbirine geçtiği yer burasıdır.

Bu garip kitabenin bir yüzünde, kılıçtakine benzer şekilde (resimde görüldüğü gibi) bir elinde kılıç ve bir elinde de kesik baş tutan figür bulunur; ancak aralarında küçük gibi görünen büyük farklar vardır. Şöyle ki: Kılıçtaki adam resminin -anlaşılmaktadır ki bu resim Hz. Davud’u temsil etmektedir- kafasında huni şeklinde bir külah varken kitabedeki figürün kafasında iki boynuz vardır. Bu durum figürün ayaklarıyla birlikte değerlendirildiğinde bariz bir şekilde anlaşılmaktadır ki bu resim bir cini temsil etmektedir. Çünkü cinin ayakları gibi görünen (yani göstermelik olan) iki şekil aslında ayak değil, Arapçadaki ط (Tı) harfidir. ط (Tı) harfleri, resimden hariç tutularak bakıldığında cinin geriye doğru kıvrılmış ayaklarını görülmektedir. Resim, altıdaki vefklerle beraber değerlendirildiğinde bir tılsıma benziyor.Belki de kılıcın, koruyucu tılsımı olarak yapılmıştır.


Kılıcın Resimli Kısmı
Bir elinde kılıç, diğer elinde kesik baş tutan (kesik baş biraz silik hâldedir) ve Hz. Davut’un Calut’u öldürmesi olayını betimleyen figür kılıç üzerine resmedilmiş.

Bakır kitabenin cin resmi bulunan yüzünde, hangi dil ve alfabe ile yazıldığı anlaşılmayan bir metin dikkat çekiyor. Müzenin eski müdürü Tahsin Bey’in “Nabatice olabilir” dediği bu yazıların, vefk yani cinlerle alakalı tılsım yazıları olduğu, gizli ilimlere aşina olan herkes tarafından anlaşılabiliyor. Tarihçiler de vefk meselesini iyi bilir. Dolayısıyla Tahsin Bey de muhtemelen bu yazıların vefk olduğunu tahmin etmiş ancak akademik ve resmi bir tarzda yazdığı kitabından dile getirmek istememiş olabilir.(?) Vefkler birçok farklı gizli alfabe ile yazılabilirler; buradaki ortak vefk karakterlerini ise hem kılıçta hem de kitabede görebiliyoruz.


Bakara suresinde anlatılan Talut ve Calut kıssası ile Topkapı Sarayı Müzesindeki kılıç ve kitabenin üzerindeki tasvirler aynı olaya dikkat çekmektedir. Ve kılıcın kitabesinde kılıcın Mehdi’ye teslim edileceği yazılıdır. Kitabedeki ilgili bölümler aşağıdaki gibidir.

Kitabe’nin alt kısmı
“ALİ buyuruyor ki; bu kılıcı ve levhayı Mısır’ın sahibi Melik Mukavkıs’ın hazinesinde buldum. Onda Süryanice ve İbranice olarak Hz. Davud’dan bir rivayet vardı. Buyuruyor ki; Calut bana düşmanlığa kalkıştığında Rabbimin bana öğrettiği şekilde bir kılıç ve ok yaptım. Ve galabeden sonra Allah beni muzaffer etti. Bu kılıcın alametlerinden biri şu ki; bir yüzünde elinde kılıç ve baş olan, diğer yüzünde de memleket kürsüsü üzerine oturmuş birer şahıs bulunuyor. O kesilmiş baş benim Calut’u katletmeme, kürsü üzerine oturan da Hz. Süleyman ve her şeyin üzerindeki hükmünü ifade ediyor. Bu mübarek kılıç Hz. Yusuf’a ulaşacak… Ondan sonra Hz. Zekeriya’ya sonra Hz. Yahya’ya sonra Hz. İsa’ya ulaşır. Sonra Hz. Muhammed’e arz olunur. Onun vefatından sonra Hz. Ebubekir’e ulaşır. Sonra oğlu Muhammed’e miras bırakır. Ali bin Ebu Talip, Muhammed’i Mısır’a vali tayin eder. Sonra vefat eder. Ve kılıç Hz. Yusuf’un hazinesine geri döner. Sonra hicretin 880. senesine kadar gizli kalır. Elif, Mısır’a intikal edecek. Osmanoğulları devleti tamama erdikten sonra Küffar Mehdi zamanına kadar mücahede edecek. Allah onlardan razı olsun. Sonra kılıç zamanın sahibi Mehdi’ye intikal edecek ve Hz İsa’ya vasıl olacak. Onunla tek gözlü münafık ibn-i siyat Deccal’ı katledecek. Allah ve Rasülü bunları gizli ilimlerden olarak bildirdi.”

Bakır kitabedeki gariplikler devam ediyor…
Kitabenin arka yüzünde Arapça bir metin yer almakta (Yukarıdaki resim) ve bu metinde anlatılanlar ilk bakışta çelişkili gibi görünen bilgiler içermektedir. Bir kısmı gerçeklemiş kehanetlerin yer aldığı metnin gizemi ise, cifir ilmiyle kriptolanmış bir gemi resminde düğümlenmektedir. Ama ondan önce, dikkatimizi çeken husus şudur ki; Hz. Davud’un kılıcının Hz. Yusuf’a ulaşacağının söylenmesinde bir gariplik vardır. Çünkü Hz. Yusuf, Hz. Davut’tan asırlar önce yaşayıp vefat etmişti. Nasıl oluyor da kılıç, Hz. Yusuf’tan sonra başka peygamberlere ulaşıp, bu sefer Yusuf’un hazinesine geri dönüyor. Sanki bir zaman sarmalından bahsediliyor. Osmanlının asırlarca muhafaza edip sakladığı bu kitabede verilen kronolojinin garipliği Osmanlılar tarafından hemen fark edilmiş olmalıydı çünkü Osmanlıda dini ilimler geleneği her zaman çok yaygın ve gelişmişti. Dolayısıyla bu garipliği fark etmemiş olmaları neredeyse imkânsız. Üstelik kitabede “Osmanlının tamama ermesinden”, yani devletin yıkılışından bahsediliyor. O zamanlar herhangi bir kimsenin böyle bir şeyi telaffuz etmesi dahi kelle kaybı ile sonuçlanırdı muhtemelen. Öyleyse tüm bunlara rağmen Osmanlı devleti neden asırlarca bu parçaları muhafaza edip korudu? O da gizemini koruyan ayrı bir soru.