Articles by "Cumhuriyet Tarihi"
Cumhuriyet Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Başbakan Erdoğan, 14 yıl önce kendisinin siyaseten yasaklı olmasına ve belediye başkanlığından düşmesine sebep olan şiiri TBMM kürsüsünden yeniden okuyunca CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu sert bir tepki vermiş ve şunları söylemiş:

"O camilerde bu ülkeyi savunmak için bu ülke, bizim çocuklarımız için şehitliği göze alan askerler, insanlarımız kalıyordu. Çünkü kışla, yer yok. Nereye bırakacağız bunları, bu askerlerimize nerede bakacağız? Vicdanı olan, tarihi bilen birisi tarihine bu kadar ihanet eden sözler söyleyebilir mi?"


Bir kere şu kanaate vardım ki, Sayın Kılıçdaroğlu'na bir şeyler fısıldanıyor ama onu da tam olarak anlayamıyor. Böylece ne dediğini bilmeyen birisi konumuna düşüyor. Yazık.

Bir parti başkanının, camilerin kışla olmaya en elverişsiz binalar olduğunu bilmesi gerekmez miydi? Diyelim ki, bir şehirde orta boy bir camiyi kışlaya çevirdiniz, peki kaç asker yatıp kalkabilirdi içerisinde? Yan yana yatırsanız 50, hadi ranza koysanız 100 asker. Peki "kışla"da kalan birlik 100 askerden mi ibarettir? Nerede bunun subayı? Nerede mutfağı, banyosu, kileri? Sonra şehir içindeki bu nevzuhur kışlaları nasıl koruyacaksınız? Etrafına duvar veya tel örgü çekerek mi? Böyle bir mantıksızlık olur mu?

Kılıçdaroğlu Tek Parti devrinde camiler buğday deposu, ahır, asker alma dairesi, müze, hapishane, CHP ilçe başkanlığı veya Halkevi yapıldı deseydi (satılanları veya yok yere yıkılanları saymıyorum) muhakkak ki daha doğru bir şeyler söylemiş olurdu. Üstelik bunlar tamamen gerçektir ve hepsinin tek tek delilleri elimizdedir.

İşte camilerimizin hali

Mesela Sultanahmet Camii kapatılarak senelerce asker alma dairesi yapılmıştı. İçinde askerler yatıp kalkıyordu. İbadet yasaktı. Bizzat kalanlardan dinlediklerim var.

Diyarbakır Ulucamii depo yapılmıştı. Halk Ramazan'da olsun teravih kılmak için açmalarını istemişti ama Ankara'daki devletlulardan haber gelmişti, 'Evlerinde kılsınlar' diye!

Bursa'daki Alacahırka Camii'nin askeriyeye verildiğini, onların da camiyi yıllarca ahır olarak kullandıklarını bugün bile o mahallede yaşayanlardan hatırlayanlar var.

İstanbul Dolmabahçe Camii, müze yapılacak başka bir yer kalmamış gibi Deniz Müzesi yapılmıştı. 1960 darbesinden sonra askerler tarafından Yassıada İrtibat Bürosu yapılıncaya kadar da müzeydi (demek ki istenince uygun bina bulunabiliyormuş!).

Öte yandan 23 Temmuz 1940 tarihli "Yenigün" gazetesi Hatay'da hangi caminin kaç liraya satışa çıkarıldığını ilan etmiş. Buna göre Halebi Osmaniye Camii'ne 400, Kurmalı Mescid'e 120, Kantara Camii'ne 50, Sadık Efendi Mescidi'ne ise 100 lira değer biçilmiş. (Türkiye, 14 Temmuz 2011).

Daha bunlar bir şey değil. Asıl dosyayı ileride açacağız ama benim asıl üzerinde durmak istediğim husus farklı. Kılıçdaroğlu'nun o garip tepkisine dönmek istiyorum. Camiler kışla olarak kullanılmış da, askerin kalacağı yer mi varmış! Başbakan'ın şahsında vicdansızlık ve ihanetle suçluyor bizleri.

Erdoğan Meclis'te "Camiler kışla" diye şiir okuyor, Kılıçdaroğlu ise camileri asıl kışla yapanın İsmet İnönü olduğunu itiraf ederek Tek Parti devrini savunmaya kalkıyor. Doğrusu ben asıl buna mana vermekte zorlanıyorum. Hani Çingene'nin merdi kahramanlıklarını anlatırken hırsızlıklarını açıklarmış ya. O hesap.

"Camiler kışla" diyen Başbakan'ı eleştireyim derken, asıl kendi partisinin eski marifetlerinden birisinin camileri kışla yapmak olduğunu savunabiliyor ve bu yakıcı çelişkinin dahi farkında değil.

Hatta şu da söylenebilir ki, Erdoğan camilerin kışla olduğunu sözle ifade ettiği, yani bu sözü fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirilebileceği halde, partisinin yeni genel başkanının dediğine göre, İnönü onları bizzat kışlaya çevirmiş! İşin garibi, İnönü aynı şeyi 'yaptığı' için alkışlanırken, Erdoğan bunu 'söylediği' için ihanet etmiş oluyor! (Neye ihanet acaba?)

Bu hakikaten anlaşılması zor bir bilmece ama sözün sahiplerinin bu çelişkiyi dahi kavrayabileceklerinden şüpheliyim.

Mihrabı tuvalet yapılan cami

Bu arada türlü kılıklara giren camilerin hapishane dahi yapıldığına dair bir tanıklığı sizlerle paylaşmak istiyorum. Divriğili değerli tarihçi Necdet Sakaoğlu'nun anlattığını naklediyorum.

"Çocukluğumu geçirdiğim kasabada, Cedid Mustafa Paşa Camisi hapishane olarak kullanılıyordu. Taş bir bina olduğu için tercih edilmişti; zaten o yıllarda camilerin çoğu kapalıydı. Mahkûmlar ayaklarını pencereden dışarı çıkarırlar, türkü söylerlerdi akşama kadar. Sokaktan geçerken, mahkûmlardan korkardık, sanki pencereden üzerimize atlayacaklar gibi gelir, ta uzaktan geçmeye çalışırdık. Camide tuvalet de, su da yoktu. Yıllar sonra benden yaşça daha büyük olan ve o yılları daha iyi hatırlayan bir emekli hâkime, mahkûmların tuvalet ihtiyaçlarını nasıl giderdiğini sordum. "Mihrabın önüne büyük bir küp konmuştu. İki yanına inşaat iskelesi gibi iskele kurulmuş, iki de tahta uzatılmıştı. Mahkûmlar bu iskeleye çıkıp küpü kullanıyorlardı. Küp dolunca da gardiyan, kulpundan sırık geçirip iki mahkûmun omzuna veriyor, dereye boşalttırıyordu."

Camilerimize bu alçakça hakaretlerin yapıldığı tarihlerde İstanbul'da garip bir hazırlık vardı. Şimdi Taksim Gezi Parkı diye bildiğimiz parkın adı, o zamanlar İnönü'nün adını taşıyordu ve merdivenlerle çıkılan meydan girişinin ortasına devasa bir heykel kaidesinin dikilmesi gündemdeydi. Yiyecek ekmek bulamayan İstanbullular heyecan içinde(!) nasıl bir "şaheser"le karşılaşacaklarının heyecanıyla yanıp tutuşuyorlardı. Askerlerine kışla, mahpuslarına hapishane, atlarına ahır bulamayan devletimiz, Viyana'daki bir heykeltıraşa 1 milyon küsur lira ödemiş, devasa kaidesi için de 300 bin lira kadar bir para harcamakta sakınca görmemişti. Ve tam 35 ton ağırlığındaki muazzam heykel 1944 yılında yurda getirilmiş ama hemen ardından çok partili hayata geçildiği için bir türlü yerine dikilememişti.

Şimdi İnönü'nün Taşlık'taki evinin bahçesinde bulunan heykelin parasının günümüzde kaç lira tuttuğunu iktisatçılar hesap ededursun, biz Kılıçdaroğlu'na soralım:

O günün parasıyla çoluk çocuk bütün Türkiye nüfusunun en azından bir gün karnını doyurabilecek olan bu kadar parayı çöpe atmanın hesabını nasıl vereceksiniz? bir. Askerine kışla yapamayan devletin en acil ihtiyacı Viyana'ya heykel siparişi vermek midir, iki.

"Kışla yok, yer yok"muş! Sanki Taksim Kışlası'nı yıktırıp da gezi parkı yaptıran bizzat İnönü değilmiş gibi. Ne pişkinlik Yarabbi!

Mustafa Armağan



O gün başbakan biraz kırgın, şaşkın ve öfkeliydi. Ancak böyle olmasına rağmen duruşundan bir şey yitirmemişti. Grup toplantısının yapıldığı salonda kürsüye geldi ve tarihe geçecek şu konuşmayı tane tane yaptı:


"Artık herkes biliyor ki; halk, iktidarı elinde tutan küçük bir zümrenin elinde oyuncak haline gelmiştir. Haşmetlilerin(!) işareti ile aydınların, kalem sahiplerinin, devlet adamları öldürülmüş ya da zindanlarda çürütülmüşlerdir. Bu terör havasının halkta meydana getirdiği eziklik duygusundan cesaret alınarak halka başıbozuk (cahil) denmiştir. Şimdi size soruyorum: Bu derece hakir gördükleri ve başıbozuk telakki ettikleri halka idareyi devretmek ve bunu hazmetmek bunlar için kolay mı oldu zannediyorsunuz? 


Kıymetli arkadaşlarım! Uzun zaman sonra sivil yönetim kurulmuş, insan haysiyet ve şerefine yakışır bir şekilde ekonomik, sosyal ve manevi alanda bu milletin yüzünü güldürecek bir hükümet iş başına gelmiştir. Bu memlekette daha yakın zamana kadar totaliter bir idarenin hüküm sürmüş olduğunu ve devlet memurlarının büyük çoğunluğunun böyle bir idarenin gereklerine, isteklerine göre yetiştirilmeye çalışılmış bulunduğunu hatırlayabilirsiniz. Dün olduğu gibi bugün de halktan uzak, silah himayesinde çalışmayı tercih eden kalem sahiplerinin, sözümona ilim adamlarının ve idarecilerin olduğu herkesin malumudur. Bahsettiğimiz zümre, düşmanlarımızla söz birliği içinde cennet haline gelmeye müsait olan Türkiye'mizin çehresini değiştirmeye uğraşanları imha ve bertaraf etmeyi kendilerine amaç edinmişlerdi. Çünkü Türkiye'de artık başıbozukluk yoktur. (...) Bu durum, dünün diktatör (zihniyetindeki)lerini çileden çıkarmaktadır. Kurdun koyun postuna bürünmesi gibi kendilerini demokrasi -ve cumhuriyet- havarisi gösterip karşımıza çıkıyorlar ve halkımızı bu nimetlerden mahrum etmek için her türlü hileyi, entrikayı mubah görüyorlar. Cenab-ı Hak, Türk milletini bunların ihtiras ve şerrinden korusun!"

Başbakan, bir yudum su içti ve kalabalığı dikkatle süzdükten sonra siyaset yoluyla kendilerini alt edemeyenlerin oyunlarına da işaret etti: "(Rakiplerimiz ve işbirlikçileri) Üniversiteye gidecekler, profesörlere, 'fetvalarınızı hazırlayın' diyecekler. Kumandanlara gidecekler, 'eskiden beri himayenizde çalışmayı büyük bir şevkle arzu eden biz bendelerinizin hulus-u kalb ile arz etmek istediğimiz husus şudur ki; bu memleketi ancak sizler idare edebilirsiniz' diyecekler. 'Müdahale (ihtilal) zamanınız gelmiştir' diyecekler. 'Milletten korkmayınız, onlar koyun sürüsüdür' diyecekler. Arkanızdan gelecektir diyecekler. Ve Kızılay Sıhhiye'de öylesine bir toz duman koparabileceklerdir ki; memleket o toz duman içinde kaybolabilecektir. Vicdanları sızlamadan bu aziz milletin saadet ve refah yolunda kat ettiği mesafeyi yarıda bıraktırarak milletin önüne İskender seddi gibi bir set çekebileceklerdir. Milletin ulaşmak istediği hedefi unutturabilecekler, o cehennem çukurlarının içine bu aziz milleti tekrar sokmak için silah ve süngüleri kullanabileceklerdir.

Çok muhterem arkadaşlarım; Benim iddia ve tahlillerimin delilleri ortadadır kanaatindeyim. Netice olarak önümüzde iki yol vardır. Daha önce denenmiş o meş'um ve menhus gelenekleri bırakarak herhangi bir müessesenin imtiyazlı zümrenin himayesine girmeyerek milleti refaha götürmek. Bu yolda yürümek istiyorsanız sizinle beraberim. Diğer bir yol ise zinde kuvvet (askerî cunta) dedikleri şeyin desteğini alıp, milleti cehennemî bir havada yaşatmaktır. Bu yolu tercih ederseniz sizinle beraber değilim."

Okuduğunuz satırlar, Başbakanımız Erdoğan'ın kendi parti grubunda yaptığı bir konuşma değildir! Yaklaşık 50 yıl önce merhum Başbakan Adnan Menderes'in yaptığı bir konuşmadır. Bugün olanlara bakıldığında rollerin aynı, aktörlerin farklı olduğunu görmek insanı dehşete düşürüyor ve bir toplumun akıl tutulmasının bu kadar uzun yıllar sürmesi insanı kahrediyor. Sevgili dostumuz, Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan'ın sütunlarına taşıdığı bu tarihî konuşmanın daha geniş kitlelere aktarılması boynumuzun borcu oldu. İsterseniz ibret alın, tarih ve tekerrür ile ilgili vecizeler gelsin aklınıza, isterseniz "bu tabloyu değiştirmek için biz ne yaptık?" sorgulaması yapın.
Ben öyle yaptım çünkü...
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=550201




Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim.

Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz?

Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam sizlerle beraberdir.
Adnan MENDERES (1961)




Başbakan Erdoğan'ın, 1949'da Bakanlar Kurulu kararıyla bir caminin satılmasını gündeme getirmesi gayet isabetliydi. Zira nicedir yazmayı düşündüğüm bir yaramızı kaşımış oldu.

Bir gün elinize bir gazete aldığınızı ve ilk sayfada şöyle bir haber okuduğunuzu varsayın: "Diyanet İşleri Başkanı, İstanbul'da gereksiz camilerin kapatılacağını açıkladı." Ne düşünürdünüz? Üstelik her biri tarihî birer eser olan bu camilerin kapatılmasının ardından satılması, gerekirse minarelerinin yıktırılarak ocak bucak teşkilatlarına kiralanması ve daha ötesi, yıktırılarak yok edilmesi ve arsasının birilerine peşkeş çekilmesi gündeme gelmiştir.

Yukarıdaki haberin aslını "Akşam" gazetesinin 29 Haziran 1927 tarihli nüshasından okuyalım (dilini sadeleştirdim):

"İstanbul'da mevcut işe yaramayan ve cemaatsizlik yüzünden daima boş kalan bazı camilerin kapatılarak bütçeye tasarruf sağlanması uygun bulunmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan İstanbul Müftülüğü'ne yapılan tebligata göre bu hususta incelemeler yapılarak camilerin tasnif edilmesi gerektiği emredilmiştir. Bilindiği üzere İstanbul'da yüzlerce cami ve mescid mevcuttur. Bazen bir mahalleye 5-6 cami isabet etmekte ve bu camilerin yanında da birçok mescidlere tesadüf olunmaktadır. Camilerin birçoklarının böyle cemaatsiz açılıp kapandıkları öğrenilmiştir. Bundan dolayı Diyanet İşleri Başkanlığı özellikle bütçede tasarruf maksadıyla bu tür camilerin kapatılmasını emretmiştir."

Böylece 1927'yi takip eden 23 yılda yüzlerce cami ibadete kapatılmıştı. Hatta II. Dünya Savaşı bahane edilerek devlet camilere el koyacak ve askeriyenin emrine verecektir. Kimisi buğday deposu olarak, kimisi asker alma dairesi, kimisi de askeriyenin atları için ahır olarak kullanılacaktır.

Başbakan Erdoğan, konuşmasında 4 Mart 1949 tarihli Bakanlar Kurulu kararında "Bolu'daki Karakadı Camii'nin bakım ve onarım giderleri devlet bütçesinden karşılanmak şartıyla kitaplık olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı'na devrinin kararlaştırıldığının" yazılı olduğunu söylemiş, "Böylece CHP'nin camileri kapattığı, camilerin ahır olarak kullanıldığı belgelenmiştir." demişti. Yara bir tane değil ki.

Çocukluğum Bursa'da geçti. Heykel'de, Kafkas Pastanesi'nin az yukarısındaki Karaşeyh Camii hayatımda tanıdığım ilk çocuk kütüphanesiydi. Tek Parti devrinde Bursa'da kapatılan ve ev, dükkan, depo vs. yapılan camileri öğrenmek isteyenler Kâzım Baykal'ın "Bursa ve Anıtları" adlı eserine bakabilirler. Heykel Meydanı'nda bulunan sapasağlam Sarı Cami'nin 1939'da "kör kazma"yla yıktırılışının hazin hikâyesini günün birinde anlatırım nasipse.

Bursa'da 1939'lara kadar ayakta duran Sarı Abdullah Camii'nin yıkılmadan önceki bir fotoğrafı. Acaba birileri Cumhuriyet'le özdeşleşen bir meydanda Osmanlı kokan bir caminin varlığından rahatsız mı oldu?

Bu arada halkımızın camiler kapanmasın diye nasıl canla başla çabaladığını şu örnekten daha vurucu bir şekilde ortaya koyamazdım herhalde: Torunu Gürbüz Işık'ın verdiği bilgiye göre Bulgaristan muhacirlerinden Hafız Ahmed adlı imam, emekli olduktan sonra sırf camiler kapanmasın diye Bursa'daki Bitpazarı ve Davutkadı camilerinde birden fahri imamlık görevini üstlenmiş ve ölene kadar da bunun için koşturup durmuştu. O devirde imamların, camileri kadro dışı bırakılıp kapatılmasın diye tanıdıklarına haber göndererek ara sıra da olsa camiye gelmelerini rica ettiklerini bilenler biliyor.

İstanbul, Bursa tamam da, Anadolu'nun diğer şehirlerindeki durumdan da biraz bahsetseniz, dediğinizi duyar gibi oldum. Anadolu zaten büyük bir yaradır ki, hâlâ kanar içimizde.

Kendisi halen Elazığ'da yaşayan yaşlı bir hocaefendi (ismi bende mahfuz) ile yaptığımız özel bir sohbette anlattıkları birer belge değerindedir. Sohbetimizin bir yerinde şu dehşet verici hatıralarını yeniden yaşarcasına anlatmıştı:

"1942'de Kayseri'de okuyordum. Bizi silah altına alıp Çukur Cami'ye sevk ettiler. O camide tam 7 gece yattık. Oradan İstanbul'a sevk ettiler. İstanbul'da nerede kaldık, biliyor musun? Sultanahmet Camii'nde. Camileri at ahırı, ambar, depo dahi yaptılar. Hepsi askeriyenin işgali altındaydı. Diyarbakır'da bir Ulucami vardır. İnönü devriydi, Ramazan'dan önce içerisine beş on tane sandık attılar, ambar diye kapattılar. Millet çok müracaat etti, "Nerede namaz kılalım?" dediler. Gelen cevap, "Evlerinde kılsınlar." oldu.

Hangi birini söyleyeyim evladım, hangi birini söyleyeyim! Diyarbakır'da bir gün kalkıyor ki halk, Dağkapısı'ndan Mardinkapısı'na kadar hep idam sehpaları kurulmuş. O insanlar Diyarbakır ve havalisinin ilim adamları, şeyhleri, alimleri...

Böyle bir sahneyi ben gözlerimle gördüm. Biz Haniliyiz, bir gün dellal çağırdı: 14 eşkıya yakalanmış, başları kesilmiş, jandarmaların süngülerinde getirilip Ulucami'nin cağlarına (demirlerine) asacaklar. Hani halkı toplandı. Caminin önünde bekliyoruz. O zamanlar 8-10 yaşlarında bir çocuğum. Hakikaten 14 jandarma geldi. Süngülerinde kesilmiş birer insan başı Getirdiler, caminin cağlarına taktılar. Millet dehşet içinde seyrediyor. Yanımda da iki kişi konuşuyor. Birisi "Ne eşkıyası yahu?" dedi, "Şu baş filan alimin, şu baş filan şeyhin, şu filan memleketin ağası, şu filan diyarın meşhur insanı..." Meğer hepsini tanıyorlarmış."

Anlaşılan, cami avluları o zaman halkı tehdit etmek için kullanılıyormuş. "Peki camileri yeniden kim açtı?" diye soruyoruz kendisine. Cevabı tereddütsüz "rahmetli Menderes" oluyor. "Müslüman insandı Menderes. Dine hizmet etmek isteyen bir insandı. Onun için idam ettiler ya zaten."

Ya 1935'te Muş'ta dinamitle havaya uçurulan Murad Paşa Camii? Görgü tanığı Sıddık Çeşmidil yıllar önce "Sebil" dergisine şöyle yazmış hatırasını (12 Mart 1976): "Dellal yarım saat sonra caminin yıkılacağını haber verdi. Dinamitlenen minarenin, ekseni etrafında son zikrini yaparcasına daireler çizerek cami harabesinin üzerine uzanışını elemle, biraz da utanarak seyrediyorduk."

Hangi birini anlatayım sevgili okur, hangi birini anlatayım? 

Kaynak: Mustafa Armağan / Zaman